Siraküsa ve Ragusa
Bugün erkenden Arşimet ‘in memleketine gidiyoruz demek isterdim. Erkenden kısmını saymazsak doğru da denilebilir.
Yola çıktık. Tipik Akdeniz manzaraları burada da kendini gösteriyor. İtalyan dediğimiz insanlar da bizden farklı değil. Mesela orman yangınlarının olduğu yerlerde oteller yapılırmış; bir daha yangın çıkmasın diye. Tanıdık durumlar sözün özü.
Bir de kim ne yaparsa yapsın, hangi kültürler gelip geçerse geçsin “ilk” unutulmuyor. Bir saati az biraz aşan bu yolculukta dahi adanın ilk organize yerleşimcileri olan Yunanlardan kalan isimler göze çarpıyor. (Daha eskisi Fenikelileri saymıyorum). Çiçero’ya göre bu şehirlerin en güzeli olan Siraküza günün ilk hedefi.
Acımasız bir güneşin altında araçlarımızdan iniyoruz. Tıpkı Yunanistan gibi burada da park yeri büyük sorun. Bulabildiğimiz park yeri otobüs duraklarının epeyce ötesinde. Bir turist treni daha yanımızdan geçip gidiyor ama gezeceğimiz alan ufak ve gidilecek bir iki yer daha var günün planında.
Ama Roma boşuna Roma olmamıştır. Roma sadece askeri güç ve insan kaynağı değildir. Bu Tanrısal bir gücün etkisi değildir, şeytani bir güçtür ve Roma, tanrıları için savaşacaktır.
Şöyle de bir gerçek vardır. Aynalar tahmin edildiği gibi verimli değildir. Gemiler denizde hareket ettikçe odak noktası değişmekte ve bu da işleri güçleştirmektedir. Zaten Romalılar olayın nedenini casusları sayesinde kolaylıkla öğrenmişlerdir.
Sonunda Romalıların kuşatması başarıyla sonuçlanır ve lejyonlar şehrin sokaklarına yayılmaya başlar. Bir asker yerde, kumların üzerinde bir şeyler çiziktiren yaşlıca bir adama seslenirse de beriki kaale almaz. Romalı sinirlenir ve adamı öldürür. Öldürülen adam kafasına takılan bir problemi çözmeye çalışan Arşimet’tir.
Buradan Diana Çeşmesi’ne uzanıyoruz. Burası etrafı güzel, barok binalarla çevrili, Arşimet Meydanı’nın ortasında heykellerle dolu bir çeşme.
Buradan yöneldiğimiz yer katedral. Dışarıda tepemden inen, sağdan soldan yansıyan güneş ışınlarından sonra girdiğim bu mekan gerçekten uhrevi bir havaya sahip olduğunu gösterdi. İnanılmaz derecede ferahlatan serinliği sayesinde kendime gelebildim ama içi dışıyla kıyaslanınca çok zayıf kalıyor. Eskiden Atena Tapınağı varmış burada.
Meydan irili ufaklı çok sayıda devlet binası –palazzo – ve kilise ile çevrili. Kiliselerden birisi Şehrin azizesi Santa Lucia ‘ya ait. Bu bayan da Diokletian zamanında katledilmiş.
Deniz kıyısında Arethusa Çeşmesi denilen alanın yanındaki gözlem yerinde takıldık. Eskiden buradan içme suyu çıkarmış. Adanın tarihi merkezi burasıymış.
İkinci nokta Ragusa. Sanki önemli ve büyük bir yermiş gibi Fas dönüşü uçak buradan geçmiş, buraya gelene dek kilometrelerce öteden adını işaretlemeye başlamıştı ekranda. Aşağı ve Yukarı Ragusa olmak üzere iki parçadan oluşmakta olan yerleşim kilise yoğunluğu bakımından Vatikandan bile önde olmalı.
Burası içeride kaldığı için göreceli olarak biraz daha az turist çekmekte. Dolayısıyla özgün Sizilyalı tiplere burada rastlamaya başladık. Örneğin, tıpkı “Baba” serisindeki, kırsalda yaşayan Sicilyalı tiplemeleri burada mevcut. Sizi gören insanlar size selam veriyor, gülümsüyor. Kadınlar el sallıyor.
Anlatalım o zaman…
Yukarı Ragusa dediğimiz bölgede bir park yeri bulduk. Bulmaz olaydık. Çünkü park edilmemesi gereken bir yermiş ve biz burası İtalya deyip umursamamıştık. İki ay sonra, İstanbul’a, adresime üstelik gecikme faiziyle beraber ceza gönderilince cin çarpmışa döndüm. Tipik Türk zihniyeti ile ödemem dedim ama tekrar vize alırken bunun sorun olacağını öğrendim. Üstelik “salla abi, nasılsa Yunan’dan alıyorum vizeyi, girsin İtalyan’a” gibi bir şey deme şansınız da yok çünkü bu tip alacak verecek işleri tek bir hesaptan takip ediliyor. Kaçarı yok, biz de ödedik.
Burada büyük bir katedral var. San Giovanni Battista Katedrali sadece altmış yılda bitirilmiş. Dışı zarif bir fasada sahip ama eğer dükkanlardan oluşan bir setin üzerinde inşa edilmemiş olsa önündeki meydanda top oynayan veletler hunharca vuruyor olacaklardı toplarıyla yapının yüzüne yüzüne. O nedenle pek yabancılık çekmedim burada. Altında dükkanları ile bir ibadethane bana yabancı gelmedi.
Buraya yakın bir de arkeoloji müzesi var. Ama cimriliğimize geldiğinden girmedik ve yokuş aşağı Ragusa Ibla da denilen Aşağı Ragusa’ya doğru iki, üç katlı binaların eşliğinde yürümeye koyulduk.
Tepedeki Kapuçin Manastırı’na kadar turladık. Mekanlar biraz metruk göründü gözümüze. İnsanlarsa antika. Anlattığım gibi, sanki yıllardır oradaymışız gibi yanımızdan bizlere selam vererek geçip giden yaşlılar, sanki uzun zaman sonra köye gelmişiz gibi bize el sallayan ak saçlı kadınlar… Yabancılık çekmedik orada.
Merdivenlerin Meryemi Kilisesi diyebileceğim kilisenin rahibi ise üşenmeden bana kiliseyi anlattı dakikalarca. İtalyanca bilmediğimi söyledim ama sanırım bu durum adam için bir engel değildi. Anlattı da anlattı.
Oradan bir iki kiliseye de uğradık. Dediğim gibi Sicilya ruhunu hissetmeye başladık artık.