Gün –2
Aksaray’da bir yerde daha duruyoruz. Derin bir uyku için neler vermezdim. Yolculuk boyunca kah uyuyup kah uyanıp gitmekten iyice sersemlemiş durumdayım. Saatlerdir Ankara’dan binen bir kadın yanındakiyle konuşuyor. Bir ben mi rahatsızım bilemiyorum. Sonunda Adana’da iniyorlar. Nispeten rahatlıyorum. Adana’da tek tip ama güzelce inşa edilmiş apartmanların arasından geçiyoruz.
Yolda uzaklarda bir hayal gibi sarp bir tepenin üzerinde bir kale geçmişten geleceğe zamanı bekliyor. Resimlerden anladığım kadarıyla Yılan Kalesi olmalı burası.
Önce İskenderun sonrasında Antakya. Adana’dan sonra manzara da değişti. Görülmeye değer. Deniz kıyısı ise yaşanılır bir yer olduğunu gösteriyor buraların. Deniz ve büyük nehirler her şeyi nasılda değiştirebiliyor.
Nihayet Antakya garajında iniyoruz. 8:30 servisi kaçmış. Saat 9 ‘a gelmekte. 9 :30 ‘da bir servis daha var. Bu arada gardan Ürdün’e dek gidebileceğimizi de öğreniyoruz. Servisle Hatay ‘a inip Uğur ‘un telefonunun pin sorununu çözüyoruz ama Hatay’dan gara 12 TL ödeyerek ancak taksi ile ulaşabiliyoruz.
Neyse ki Halep servisi daha kalkmamış. Aradığımda bekletiyoruz dedikleri aracın kalkacağı da yok gibi. Bu boşlukta ayın 22 ‘si için dönüş biletlerini ayarlıyoruz. Son iki yer. Alıyoruz. Hemen bize Ürdün ‘de katılacak arkadaşımıza SMS gönderiyoruz dönüş biletinde yaşanabilecek problemi bildirmek için. Bu arada Halep biletini de ödüyoruz. (10 TL/ adam başı ).
Araç harekete geçiyor. Civarda değişik yerleşimler var. Burada da çok sayıda tümülüs benzeri yükselti ovalarda pıtrak gibi bitivermiş.
Türk sınırından çıkış yapılacak önce. Burada herşey oldukça kolay ve çabuk bitiyor. Aracımızla tampon bölgede ilerliyoruz. Bir virajı dönüyoruz ve karşımıza üç katlı, yarı yıkık, kesme taştan bir yapı duvarı var. Belki de civardaki yedi yüze yakın ölü şehirden biri bu. Nelerle karşılaşacağımızın olumlu bir örneği olmalı diyoruz.
Artık Suriye sınırındayız. Bab el Hawa sınır kapısının adı. Pasaportlara giriş mührü vurulsun diye şoföre verdik. Ben turizm bürosuna gidip harita vb peşinde koşuyorum ama bula bula sadece Halep ve civarının haritasını temin edebiliyorum.
Yeni Zelandalıların vizesi yok. Şoförler onlar için vize peşinde koşuyor ve 110 Euro para istiyorlar. Biz işlerimiz çabuk çözülsün diye vize işlemlerini İstanbul’daki elçilikte çözümlemiştik. Şansımıza vize ücreti 20 eurodan 40 euroya çıkmıştı. Halbuki vizeyi sınırdan alsak sadece 48 usd (yaklaşık 32 euro kadar) ödememiz yetecekmiş. Şoförlerde turistlerde beni arabulucu olarak seçiyorlar. İki tarafa da çeviri yapıyorum. Problem yok. Çocuğun yüzünden saflık akmakta. Kız ise Janis Joplin’ e aşırı derecede benzemekte. Halep’te ve Şam’da birer gece kalıp Ürdün üzerinden Mısır’a geçip ülkelerine döneceklerinden bahsediyorlar. Evlerinden uzak insanlar güvenme ve açılma ihtiyacı içinde oluyorlar gördüğüm kadarıyla.
İşlemlerin bitmesini bekliyoruz. Beşar Esad resimleri her yerde. Elimdeki haritayı yelpaze gibi yüzüme sallıyorum. Bunaltıcı bir hava var. Binadan dışarı çıkmaya cesaret edemediği için sadece kapının eşiğine dek ilerleyip dışarı, vahşi coğrafyayı seyrediyorum. Gri kayalar tepeyi kaplamakta. İlerideki tepelerden birinde büyükçe bir bina kalıntısı var. Fotoğraf çekebilsem yapının ne olduğunu anlayabilirim ama sınırda fotoğraf çekerken yakalanmanın sonuçları korkutuyor insanı.
Yeni Zellandalılar kimi zaman kavga mı diye soruyorlar güreşir gibi şakalaşıp bağrışan insanlar için. Anlatmaya çalışıyorum ama zor, bunu da biliyorum. Bu aralıkta başka bir kız bana elimdeki haritayı nereden aldığımı soruyor. Aksanı tanıdık değil hiç. Konuşmaya başlarken arkadaşı da geliyor. Konuşurken sinirli sinirli Çiko benzeri bir adam gelip kızları alıyor ve bana bir şeyler diyor. Uğur’a dönüp “döveyim mi “ diyorum boş ver gitsin gibi omuz silkiyor. Türlü insan var.
Nihayet işler tamam. Pasaportları alıyoruz. Otobüse gidiyoruz. Suriyeliler çantaları çıkarıyor. Benim çantanın üstü ıvır zıvır dolu, çıfıt çarşısını andırmakta. Zaten zar zor doldurmuşum diye tasalanırken adam sadece şöyle bir bakıyor. Ben çantayı iyice açıyorum. Gerek yok der gibi bir hareket yapıyor ama teşekkür edip “Suriye’ye hoş geldiniz” diyor kırık dökük bir İngilizce ile. Araçlara biniyoruz tekrar. Gümrük sahasından çıkmadan tekrar durduruluyoruz. Bir kez daha görevliler araca girip pasaportlara ve araçtaki bölmelere laf ola beri gele tarzında bir göz atıp çıkıyorlar. Artık işler tamam. Tam anlamıyla Suriye’deyiz.
Halep ‘e uzanan yolda ilginç pek bir şey yok. Hemen hemen her yerde daha sonra da hemen hemen her yerde göreceğimiz gibi Beşar Esad resimleri görülmekte. Birde şehir girişinde, yolun solundaki ağaçlar yere doğru neredeyse 45 derece eğik durmakta. Eğer bu eğikliğin nedeni rüzgarsa durulmaz bu diyarlarda.
Halep’ten bahsedelim kısaca. Tarihi dolu dolu yaşamış şehir o çok el değiştirmiş ki bu genetik olarak da halkının inanılmaz bir çeşitliliğe sahip olmasını sağlamış.
Halep şehrinin isminin kökeni için türlü söylenti mevcut. Amorit dilinde bakır yada demir anlamına gelirken, Aramice de beyaz demek. Bu da şehir civarında elde edilen mermer ve taşlardan kaynaklanıyor deniyor. Bir başka rivayet Hz. İbrahim ‘in yöreden geçen yolculara süt verdiği için süt sağmak fiilinden geldiği yönünde. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde ( ki ilk seyahatini bu yöreye yapmıştır ) bu rivayetten bahseder.
Tarihi de adı gibi renklidir ama bu renkler arasında coğrafyanın vaz geçilmez rengi olan kan rengi de sıklıkla karşımıza çıkar. Ortadoğu’da akla gelen her millet mutlaka şehri bir süre yönetir. Persler, Yunanlılar, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar. 637 ‘de Halid bin Velid şehri İslam ordularının başında fetheder. Kısa bir dönem için Bizans şehri geri alsa da bu pek uzun sürmez. Binli yıllarla beraber Ortadoğu’da yeni bir ulus daha at koşturmaya başlar. Selçuklu Türkleri artık buradadır ve başta Bizans herkesle savaş halindedir. Yeni bir aktör uzaklardan bölgeye dahil olur. Haçlılar şehri iki kez kuşatırlarsa da başarılı olamazlar.
Artık dönem Türklerin tarihidir. Memluklerden Baybars, Moğol ordusunu yener şehri geri alır. Moğollar tekrar gelir katliam yapıp dönerler. 1280 de on bin kişi ile şehri kuşatır ve Türkmenlerden oluşan garnizonu yenip kenti ele geçirirler. 1400 ‘de Timur vardır atının üstünde. Şehirden ayrılırken geride 20,000 kişinin kellerinden oluşan bir piramit bırakmıştır.
Gelelim günümüze…
Halep araçları Bab el Faraj’da, arkeoloji müzesinin çaprazındaki köşeye park etmekte. Burası şehrin önemli noktalarından ve her yere yakın. Burada bulunan turizm bürosundan Türkçe kaynak ve haritada (sadece Halep vardı ben sorduğumda) temin etmeniz mümkün. Görevliler yardımsever.
Siz siz olun ve bizim gibi yapmayın ve sınırı yanınızda bir miktar Suriye Paundu ile geçin. En kötü durumda dahi sınırda 100 usd bozdurun. Ülkede sabit kur uygulanmakta. 2009 kuruna göre 1 usd 46,7 Suriye Paund ‘una karşılık gelmekte. Ellilik ve yüzlük kupürler fazla el değiştirmekten acınacak durumdalar.
Araçtan indik. Halep ‘e ayak bastık. Şoförlerden de Yeni Zelandalılardan da burada ayrılıyoruz. Onlar Lonely Planet ’ten seçtikleri Tourist Hotel’e gidecekler biz ise Virtual Tourist ‘ten seçtiğimiz Spring Flower Hotel ‘e.
Oteli bulmamıza yarayacak kerteriz noktası Baron Otel. Atatürk, Agatha Christie gibi pek çok ünlü şahsiyet bu otelde konaklamış. Tabii bu otel ailecek gelinirse kalınacak tarzda bir mekan. Backpacker için biraz ağır kaçmakta. Neyse Baron Hotel ‘i geçer geçmez ilk sola dönüp sağdaki ikinci sokağa girmemiz gerekecek. Ama öncelikle Baron Hotel bulunmalı. Caddenin üzerinde. Zaten caddede otele doğru yürürken THY bürosu görüyoruz ki bu kendimizi güvende hissetmemize yetiyor.
Baron Hotel ‘i görüp girmemiz gereken sokağa dalıyoruz. Aksaray ‘ın arka taraflarındaki oto tamircilerinin olduğu bölgeleri andıran bir yer burası. Backpacker otelleri burada. Arkamızda bıraktığımız Baron Otel ‘de kendi görkemli yıllarını epeyce geride bırakmış gibi.
Oteli arıyoruz ama ilanlar o denli yoğun ki bulamıyoruz. Bu sırada yaşlıca, ak sakallı, hacı kılıklı bir adam yanımıza geliyor. “Hello” deyince “Aleyküm selam” diye yanıtlıyoruz. Adam aradığımız oteli gösteriyor. Lokantası olduğunu, bize göstereceğini söylüyor. Artık konuşmalar Türkçe. Güzel, temiz görünümlü bir restoran ama önce bir otele girip yerleşmemiz gerekmekte.
Otele giriyoruz. Adam bir şey demeksizin küçük bir kağıda 650 SP yazıp “cheapest” diyor. Hesaplı. Epeyce hesaplı. Çantalarımızı odamıza atıp yukarı terasa çıkıyoruz. Orada dururken gümrükte konuştuğum Macar kızlar da geliyor. Kılıksız adam şoförleriymiş. “Acayip bir adamdı” diyor ötekisi. İki üç dakika geçmeden iki Şilili çocuk damlıyor aramıza. Zalim tipli, gece görmek istemeyeceğim tipler. Biraz oyalanıp laklak ediyoruz milletle terasta. Gezi planlarını sorduklarımızdan spesifik cevaplar alamıyoruz. Bugün buradayız yarına Allah kerim diyen bir anlayış hakim buradakilerde. Terasta bir manzara yok. Etraftaki tüm binaları zumluyoruz ama herhangi bir ilginçlik ile karşılaşmıyoruz. Odayı tutacağız ama kayıt yapacak adamda yok. Ayak işlerine bakan çocuğu bulup anahtarı bir şekilde temin edip sokaklara bırakıyoruz kendimizi. Sokaktayız ama cebimizde tek bir metelik dahi yok Suriye parası olarak. Varlık içinde yokluk çekiyoruz tam anlamıyla.
Önce müzenin çaprazındaki turizm bürosuna gidiyoruz. Türkçe, Suriye tanıtım kitapçığı alıyoruz. Bu saatte banka bulamazsınız diyen kadına inat yola devam edip banka arıyoruz. Ama nafile, bankalar kapalı. Bir eczaneye soralım deyip dükkandan içeri giriyoruz. İngilizce olarak para bozduracak bir yer soruyorum adam Türkçe konuşun diyor. Ardından varyasyonları ile para bozdurulacak yerleri tarif ediyor. Tek seçenek karaborsa. Adamla konuşuyoruz. Türkmenmiş. Ama çocukları Türkçe bilmiyor. Ufku olmayan bir ülkenin, sınırları dışında kalan çocuklarına hiç bir faydası yok.
Sora sora kuleyi buluyoruz. Burası şehrin modern kısımlarından Bab al Faraj. Sonradan anlıyoruz ki çoğu yer birbirine çok yakın ve biz haybeye yürümüşüz.
Kule Abdülhamit döneminde hemen hemen tüm Osmanlı şehirlerinde inşa edilen kulelerden biri. Dört yüzünde de saat olan, kesme taştan yapılmış kule renk itibariyle şehir ile tam anlamıyla bir uyum sağlamış. Şehrin ana merkezlerinden birisi burası.
Karaborsa para bozanlar saat kulesinin civarındalar. Kum gibiler desem yeridir. Biz Türkçe konuşulan bir dükkana girip 45,2 ‘den adam başı ellişer dolar bozduruyoruz. Kaleye taksi ile gidelim diyor bir taksiye atlıyoruz. Çılgın trafiğe rağmen şoförümüz oldukça rahat. Sinyalsiz sollama alalade bir davranış. Korna sesleri arka planı dolduruyor. Bir trafik dersinde anlatılan temel kuralların hepsi sanki burada uygulanmasa da olur diye öğretilmiş. Adama kale diyorum, kal’a diyorum, kalaat diyorum ama adamdan tık yok. Aynı trafiğe olduğu gibi bize karşıda tepkisiz. Sonunda yanımdaki haritayı kullanmak aklıma geliyor ve parmağımla kaleyi işaret ediyorum. “Kaalaath” diyor gülerek. Arapçadaki bir iki tını farkının sonuçları epeyce ilginç sonuçlara varabiliyor. Adama 50 SP ödüyoruz.
Yapacak bir şey yok. Halep ‘in çarşılarını (suk) dolanacağız artık. Rivayete göre şehrin kapalıçarşılarının uzunluğu onüç ila onaltı km arasında değişmekteymiş.
İlkin kalenin girişinde yer alan Adliye Sarayı’na uğruyoruz. Sıkı bir restorasyon koşturmacası var. Görevliler bahçeye davet ediyorlar gezmemiz için ve fotoğraf çekmemize aldırış etmiyorlar. Onun yanında, kalenin girişinin tam karşısında, palmiyelerin ardında giriş kapısının üzerindeki tek minaresiyle Sultaniye Medresesi görülebilir. 1223 yılında tahminen Eyyübilerin Halep valisi için yapılan binanın iç mekanında pek bir şey yok. Girişin sağ çaprazındaki camide de restorasyon yapılmakta. Bunun içinde fotoğraf çektirmiyorlar. Fakat yapının fotoğrafını çekmemizi engelleyen adamlar kendi fotoğraflarını çektirmek için yırtınıyorlar. Çekilen fotoğrafa da pek bakanını da görmedik. Çekerken hızlıca, tarzanca ağırlıklı olarak konuşuyoruz. Türk olduğumuzu söyleyince akşam gelin fotoğraf çekmeye diyorlar. Ülkede büyük ölçekli bir restorasyon söz konusu bunu da unutmadan ekleyelim.
Suriye’de en ilginç ve zamanla da en sıkıcı olay insanların size sürekli seslenip tokalaşmaya hatta öpüşmeye çalışması. Başta ilginç geliyor, zamanla kendinizi pop star gibi hissediyorsunuz. Ama bir müddet sonra “hello”,”hello mister” ,”my name is bilmem ne “ diyerek uzanan eller can sıkmaya başlıyor.
Neyse kapalıçarşılara dönelim. Pek bir düzen söz konusu değil. Kimi kısımlar gerçekten kapalı olarak inşa edilmiş. Genelde 1550 ve 1700‘lü yıllar arasında yapılan bu kısımlar tonozlu tavanları ile kendini göstermekte. Kapalı mekanlarda halı, süs eşyası ve kuyum tarzı pahalı mallar satılmakta. Ama geri kalan çarşıda yani dar sokakların bir şekilde üstünün kapatılmasıyla oluşturulan kısımlarda meyve-sebzeden tutun ete kadar her şeyi bulabilmek mümkün. Çarşıda dolaşırken Türkçenin de Arapça kadar yaygın olduğunu en azından sizinle Türkçe konuşurken insanların pekte zorlanmadığı dikkatinizi çekecektir. Türk olduğunuz anlaşıldığı anda eğer zorda kaldığınızı düşünürlerse insanlar yardımınıza gelmekte. Özellikle İstanbul buralarda bir ütopya adeta.
Sokaklarda dolaşırken 1425 yapımı minaresi sekiz yüzlü Al Saffahiyah Camii gibi geniş şerefeli minareleri, zarif taş işlemeli olan binaları aşarken Al Shibani okuluna da uğrayabilirsiniz. Şimdilerde şehir tarihi müzesi gibi bir amaçla kullanılan yapı 19. yy da Fransiskenler için yapılmış. Zamanla şehrin seçkin okullarından birisi haline gelmiş. Denk gelirseniz içeri girip en üstteki katın balkonuna çıkabilir ve etrafı seyredebilirsiniz. Buradan çok bir şey görülmese de değişik bir açı. En azından bahçesinde soluklanırsınız.
Hemen yakınında güzel bir cami daha doğrusu bir medrese var. Vakti zamanında pagan tapınağından bozularak Konstantin zamanında annesi adına katedral olarak inşa edilmiş. Sonrasında şehre saldıran haçlı birliklerinin çevre köylere verdiği zararlar bahane edilerek camiye çevrilen yapıya Zengiler döneminde medrese vb gibi kısımlar eklenmiş. Sağında solunda ben Roma dönemindenim, beni Bizanslılar yaptı diyen parçalar görülmekte.
Çarşıya girdik sonrasında yukarılara uzanan bir yola girelim dedik. İyi ki girmişiz. Birden kendimizi Antakya Kapısı yakınlarında surların üzerindeki bir sokakta sağa sola koşturup oynayan çocukların arasında buluverdik. Koşup oynayan çocuklara bakarken Araplar esmer olur düşüncemin de yanlış olduğunu anlıyorum. Aleni sarışın, renkli gözlü çocuklar var burada. Yukarıdan yeni şehre bakıyoruz. İlerilerde bir yerlerde büyükçe bir cami yer almakta. Tüm yeni şehirler gibi bakılacak pek bir şeyi yok gibi.
Burada ilk göze çarpan yer Al Qiqan camii. Türkçesi ile Karga Camii. Tarihçesi için bir şey bulamadım. Burada girdiğimiz hemen hemen her camide devşirme parçalar gördük. Sütun başlarında, kirişlerde şehrin geçmişi kendini şöyle bir gösterdi bize. Ama burada tüm duvarlarda devşirme parçalar yer almakta. Kapı girişinin iki yanında da siyaha boyanmış kaba görünümlü iki bazalt sütun var. O kadar eskiler ki ya Romalıların şehre ilk geldiklerinde yapılmışlardı yada Romalılar şehre geldiklerinde de bir yerlerdeydi. Hititlere dahi ait olabilecekleri öne sürülmekte. Ama en ilginç detay duvarda yer alan silinmeye yüz tutmuş rölyef. Neyi anlatır bilinmez ama salt bunu görmek bile mutluluk verici.
Buradan sola sapıldığında güzel taş işçiliği olan dar sokaklara giriliyor. Öyle ki bir araba girdiğinde duvarla bir oluyoruz. Bunu yapmaya mecburuz. Öyle ki buranın şoförleri gayet umursamaz bir şekilde araç kullanmakta. Bir köşeyi dönerken duvara mı çarptı, zararı yok. Geri geri giderken arkada duran araca mı vurdu, hasar yok gibi, Kornaya basıp bir iki kere bağırıyorlar o kadar.
Vezirhanı, sabun hanı, gümrük hanı gezip göreceğiniz pek çok handan başta gelenleri. Hanlar, çarşılar, camiler derken Emevi Camii’ne gelmişiz bile.
Emevi Camii şehrin en önemli İslami yapısı. Çok eski dönemlerde şehrin agorası olan bu araziye 150 * 100 m gibi akıl almaz boyutlardaki caminin ilkin adından da anlaşılacağı üzere Emeviler’in zamanında 715 yılında 1. Velid zamanında inşasına başlansa da Süleyman zamanında genel anlamda nihai halini alıyor. 1090-1092 yılları arasında Selçuklu sultanı Tutuş günümüzde de gördüğünüz dört yüzünün dördü de birbirinden farklı olan minareyi diktiriyor. Sanırım bu noktadan itibaren neden bu topraklarda bin yıldır varız dediğim anlaşılacaktır. Depremler ve 1260 Moğol İstilası camiye epey zarar veriyor. Cami de Zekeriya Peygamber’e ait bir mezar var ama cami kapalı olduğundan girip göremedik. Ayrıca meşhur kör imamları da aynı nedenden ötürü dinleme imkanımız da olmadı.
Avlusuna doğru ilerledik. Aylardır yağmur yağmayan şehre tam da biz camiye girerken bir iki damla düşüverdi.
Caminin içerisine giremedik. Akşam ezanına dek caminin kapalı tutulacağını öğrenince beklemeye gerek yok deyip gitmeye karar veriyoruz. Minareye çıkmaya yeltensek de yetkili merciden yazı isteniyor. İki kuruş para verir minareye çıkarız düşüncemizde boşa çıkıyor.
Yorgunluk için için kemiriyor bizi. Şimdiye dek tüm yediğimiz sadece yanımıza azık olarak aldığımız kıymalı börekler. Su neyse ki ucuz. (1,5 lt su 25 sp ) Sheraton otelinin çevresini dönüp otele gideceğiz. İftara yaklaşıldığı için trafik daha da curcuna olmuş durumda. Ufak tefek kazalar umursanmasa da ciddi kavgalar görülmüyor değil. Araçların arasından geçmek yada geçmeye çalışmak tam bir cesaret sınavı.
Sheraton Oteli büyük bir tapınağın üzerine inşa edilmiş. Bizim Sultanahmet’te inşa edilmesi düşünülen otelin prototipi anlayacağınız. Eski tapınağın duvarları lalettayin bir şekilde sergilenmekte. İnşaat sırasında bulunan parçalar Halep Müzesi’nde sergilenmekte. Özellikle altın bir bilezik var ki sadece onu görmek için bile müze gezilebilir.
Sarayın daha doğrusu Sheraton ‘un duvarlarına yaslanmış otururken Koreli arkadaşımıza denk geldik. Hostelde gözümüze çarpmıştı. Yanımıza gelip “Kırk şehitler ermeni kilisesi” ni sordu. Bendeki haritada görünmemekle beraber Cedide kısmında bir yerlerde olabileceğine dair bir tahmin yürütebildim.
Karşıya geçip bir polise kiliseyi soruyoruz. Adamda kilisenin önündeki meydana dek bizi götürüyor. Tabii adam bizi Ermeni kilisesi yerine Maruni kilisesine götürmüş bunu ancak istanbulda öğrenebildim. Kilisede akşam ayini vardı. Bununla beraber fotoğraf çekmemize ve dolanmamıza izin verdiler. Ayin sırasında okunan ilahi gerek makam gerekse tını olarak bizimkileri andırmakta. Arapça da olabilir. Arada düzenli olarak tekrarlanan “kirya ” kelimesini farketmesem müslüman ilahisi sanabilirdim de. Güzel aydınlatılmış, sevimli bir kilise.
Kiliseden çıkıp sola saptık. Burası Cedide yani Hristiyan mahallesinin dar sokaklarında başlangıcı. Şehir nüfusunun neredeyse %20 ‘den fazlası Hristiyan. Bu arada Koreli bayan ile tanışma ritüellerini yapıyoruz. Adını soruyorum, adı Bora. Benim adımda Bora diyorum neden adımı tekrarlıyorsun diyor. Sonunda ismimi hecelettirdi ve donakaldı. Meğerse Bora, Korede yaygın olan bakış anlamına gelen bir bayan adı imiş J Adaşımla tanışmamız bu şekilde gerçekleşti. Fakat ne kadar uğraştıysa da Uğur ‘un adını bir kez olsun başarılı bir şekilde telaffuz edemedi.
Yol boyunca konuşarak daracık sokaklarda dolandık. Bir kiliseye girdik kapalı olan bir iki tanesinin önünden geçip gitmek zorunda kaldık. Şehrin meşhur restoranlarından Kan Zaman ‘da bu sokakların arasında. Karanlık, kasvetli sokaklarda tek tük açık olan dükkanlardan kimi zaman Türkçe pop müzik parçaları geliyor. İstanbul’da olsa diken üstünde yürüyeceğimiz sokaklarda üç kişi, güven içinde rahat rahat dolaşıyoruz.
Girdiğimiz yoldan geri döndüğümüzde gördüğümüz manzara inanılmaz. Slalomlar yapıp gözümüzü karartıp Tanrıya sığınıp geçtiğimiz caddeler bomboş. Neredeyse iftar vakti derken tam karşı kaldırıma geçtiğimizde patlayan topun sesi sessizliği ve oruçları bozdu.
Otele girmeden, sokağın başında yan yana duran, taze meyve suyu satan dükkanlara uğruyoruz. Büyükçe bardak meyve suyu 50 SP ve bardak boyutları epeyce büyük. Su ve kola alarak otele dönüyoruz.
Otele iyice yerleştik. Börekleri yiyoruz. Backpacker aleminde en iyi öğün en ucuz olanıdır ilkesi doğrultusunda börekleri
atıştırıyoruz. Kola ve fanta şişeleri güneşte epeyce bekletilmiş olmalı ki daha ilk yudumda yoğun plastik tadını aldık. İçmedik.
Gece çökünce tekrar dışarı çıkıyoruz. Uğur’un büyük planları varsa da benim gece hayatı bazında dünyamın dar olduğu bilinen bir şey. Tripod getirmediğim için fotoğraf çekebilmekte pek mümkün değil. Yine de yabancı bir kültürün gecelerini nasıl değerlendirdiğini izlemek için kaçınılmaz bir fırsat bu.
Sokaklar canlanmış. İftar sonrası canlanan bedenler kendilerini sokaklara atmış. Yürürken seslenenler, döviz satmaya kalkanlar… Her tipten insan gene sokaklara dökülmüş. Güneş batınca dirilip kalkan vampirler gibi her yerdeler. Trafik ise iftar öncesi çılgınlıktan sadece biraz uzak ama hala riskli.
Saat kulesinin çokta iyi olmayan aydınlatmasını seyredip ne olduğunu çözemediğimiz sarımsak heykeline varıyoruz. Kilisenin oradan Hristiyan mahallelerine dalıyoruz. Sokaklar insan seli. Artık şehrin bu kısmında bu saatte nüfusun ağırlığını kadınlar oluşturmakta. Türlü insan var. Kapalısı açığı, feracelisinden frapan giyimlisine çeşit çeşit kadın yollara dökülmüş. Yine de dükkanlarda satılan o çılgın iç çamaşırlarını, o kısa etekleri, yüksek topuklu ayakkabıları kim, nerede kime giyiyor hala çözebilmiş değilim. Bununla beraber kızlar insana cesurca bakıyor. Önce insanı tepeden tırnağa süzüyor sonra ise bakışlarını kaçırmaksızın gözlerinizin içine bakıyorlar. Genelde iri kalçalı, orta boylu hatunlar. Bakımlılar, saçları kumral tonlarda olanların sayısı azımsanmayacak ölçüde. Yabancı olmamız bakılır olmamızda faydalı olmuştur sanırım. O gece Halep ‘in kralı gibi gezdim. İnsanın morali tavan yapıyor.
Neyse toparlayalım. Geceler güvenli. Saat kulesinden Rahibe Teresa Meydanı’na dek gidip döndük, ara sokakların hemen hemen hepsine girdik. Problem yok. Biraz daha ilerlemiş olsak büyük parklara ulaşacakmışız. Olmadı.
Tekrar oteldeyiz. Dışarıdaki Arapların bağıra çağıra konuşmaları uykuya dalmamı epeyce geciktirdi.