Uçaktayız. Söze kendimi eleştirerek başlamak istyorum. Artık gezilere ne doyurucu şekilde hazırlanıyorum ne de doya doya fotoğraf çekmek istiyorum. Eskiden bir günde bin civarı fotoğraf çekerken bu sayı ne kadar da düştü.
Almati Havalimanı’na indiğimizde kafamda pek bir düşünce yok. Hızlıca 10 USD bir para bozup etrafımızı saran taksici kalabalığını aşarak 92 numaralı marşutkanın kalkacağı yere gidiyoruz. Durakta boyluca gençten bir çocuk var. Başkada bir Türk yok. Çocuğun ana baba rehbermiş ve buradan güneye bizim gibi Özbekistan’a geçecekmiş.
İniyoruz. Önceden haritaları indirmiş olmam işe yaradı ve kolaylıkla oteli bulduk. İsimliğinde “Venera” yazan Kazak kız Türkçe veya İngilizce konuşmak istemiyor. Türkçe sorularım Rusça yanıt bulurken İngilizce sanki dünyanın kayıp bir dili. Erken girelim diyorum odaya. Lobi’de beklemedeyiz. Oğlan dağılmış durumda. İlk günden başıma bela almak en büyük korkum. Hindistan gezisini unutmuş değilim ve salt bu nedenle seyahat sigortası bile yaptırdım.
Neyse, 10 gibi bize bir oda ayarlanıyor. O zamana kadar otelde kahvaltıyı da aradan çıkarıyoruz. Pek bir şey yokmuş dediğim kahvaltının aslında bir zenginlik olduğunu anlıyorum ilerideki günlerde. Eşyaları ve oğlanı odaya bırakıyoruz.
Havanın durumuna göre hareket ederiz diyerek yola koyuluyoruz. Almatı etkileyici bi şehir. Etrafı tepeleri karlı dağlarla kaplı bir şehir. Eskiden bu dağlar elma ormanlarıyla kaplıymış. SSCB sonrası yangınlar bu ormanları neredeyse ortadan kaldırmış. Numunelik bir parça kalmış geriye. Ama Almatı’nın elmalarının çok kolay filizlendiği söyleniyor.
Abay Caddesi’nden ilerliyoruz. Pek bir numarası yok. Sovyet mimarisinin monolit binalarının yanı sıra yakın gelecekte bol bol gözümüze çarpacağına emin olduğumuz modern mimari unsurları yolu çevrelemekte. İlk hedefimiz olan “Özgürlük Anıtı”na gidiyoruz. Karşısındaki devasa parka geçiyoruz. Şiddetli rüzgar havuzun sularını üzerimize doğru savururken küçük gök kuşakları oluşturuyor. Epey rahatlatıyor bu damlacıklar beni. Burası böyleyse Özbekistan’ın güneyi nasıl olacak? Kavrulacak mıyız? Bilmiyorum.
Kendimizi yormadan insanları seyrederek yolumuza devam edip Tarih Müzesine dek uzanıyoruz. Uydurma bir bina gibi görünüyor ve yol çalışması nedeniyle nereden gireceğimizi tespit etmeye çalıştım. Buradan artık aşağılara dönüş vakti.
Furmanov Caddesi boyunca ilerliyoruz. Çok Rus var. Baş ağrıtıcı bir unsur bu ve Rus hükümetinin esip gürlemesinin bahanesi de bu insanların varlığı.
Köktöbe’yi bugünlük pas geçiyoruz. Abay üzerinden Opera binasına kadar yolumuza devam ediyoruz. Burada bir kermes gibi bir şey var. Halkın arasına giriyoruz ama nafile. Sanki bilinmeyen bir dili konuşuyorum. Neyse ki Türkçe bilen bir kıza denk geliyoruz, moraller düzeliyor. Ivır zıvır fiyatları da ucuz değil. Kızların kılıkları da Avrupalı yaşıtlarının ve hem cinslerinin görünümlerinden farklı değil.
Bogen Bay Caddesi’ne dek devam edip oradan sağa sapıyoruz. Nispeten eski binalar burada var. Küçük bir bulvar oluşturulmuş burada. Oradan devam ediyoruz yürümeye. Zaten ağaçlıklı yolları burada daha da zarif bir hale getirmişler. Nispeten daha varsıl yada komünist dönemde daha iyi bir konumda insanların olduğunu düşünüyorum yaşayanlar hakkında.
Arasan Hamamları’nda dek yola devam ediyoruz. Büyük ve modern bir mekan. İçeriye giriyorum ve çat pat Türkçe bilen insanlarla muhabbete başlıyorum. “Arasan” olduğumu ve “indirim istediğimi” söylüyorum. İnanmıyorlar, bunun üzerine pasaportumu gösteriyorum. Pasaportumda “Lenin, Trump vb” yazsa anca bu derece şaşkınlık yaratabilirdi. Çokta pahalı bir yer değil ama o kadar çok varyasyon var ki ucuza diye girip oğlanı rehin bırakıp dönebiliriz. Yarın uğrarız diyerek Panfilov Park’ına dek gidiyoruz.
Panfilov Park’ı şehrin merkez parkı olarak kabul edilebilir. En azından Rus döneminin ve Rus kültürünün merkezi burası. Adeta bir Disney yapısını andıran Zenkov Katedrali de burada. Panfilov, yirmi sekiz arkadaşı ile beraber Moskova’yı savunurken ölen bir Rus piyade subayı. Adı parka verilmiş. Dolayısıyla beni ilgilendirmemekte.
Parkın tam ortasında Zenkov Katedrali yer almakta. Yapı bir kiliseden daha çok yukarıda da belirttiğim gibi Disneyvari bir yapı. Ama giriş çıkışlarında yoğun bir trafik var. Buranın Rusları gözlemlediğim kadarıyla sağlam dindar Ortodokslar. Gençten, epeyce kalıplı, azıcık Kıvanç Tatlıtuğ görünümlü papaz da şaşırtıcı geliyor o tipiyle.
Buradan Kök Bazar’a geçiyoruz. Kök burada hem mavi hem de daha çok yeşili temsil ediyor. Meyve, sebze, zerzevat satılan pazarda haliyle “kök” oluvermiş. Hemen girişindeki döviz büfesinden biraz para bozdurup ilk gördüğümüz magnetçiden işimizi görüyoruz.
Magnetler ne kadar ucuz ve kalitesiz ise hediyelik eşyalarda aksi gibi hem güzel hem de pahalı. Türlü türlü özellikle de deriden yapılmış çok sayıda eşya sahiplerini bekliyor.
Ana kısım ise meyve sebze pazarı. Tipik Sovyet dönemi mekanlardan biri. Envai türlü peynir, turşu, kurutulmuş balık vb. Meyveler hiç de ucuz değil. Kazaklar için ilginç turistleriz. Rus olmamamız hayal kırıklığı yaratıyor adamlarda. Dizilerden akıllarına takılan bir, iki kelimeyi hemen söylüyorlar. Biraz kafalarını çalıştırsalar bu kelimelerin kendi dillerinde de sadece biraz farklı olduğunu anlayabilecekler ama nerede… Bu arada Ahıskaların hakkını yememeliyim. Gayet anlaşılır bir dilde bizimle iletişim kuruyorlar. Onlarla hiç bir dert yok. Etliye sütlüye karışmaksızın, kendilerine direkt bir soru sorulmadıkça hiç bir şeye müdahil olmaksızın duruyorlar. Ama sorarsanız da ellerinden geleni yapıyorlar.
Biraz alışveriş yapıyor, elma vb alıp çıkıyoruz pazardan.
Otele dönünce oğlanla görüşüyoruz. Asayiş berkemal. Bir müddet odada oyalandıktan sonra akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. Yolun köşesindeki mantıcıya giriyoruz. Dil farklılıklarının bu denli baş ağrıtabileceğini hiç ön görmemiştim. Biz “mantı” derken anlamıyorlar ve resmi gösterdiğimizde “manti” diye cevap veriyorlar. Uzatmıyor, yemeğimizi yiyoruz. İçecek olarak “kompot” dedikleri erik kompostosu var. Biz kivili kompot denedik. Keşke denemeseymişiz.
Yemekten sonra otele dönerken hafifçe yağmur atıştırıyor. Sıcakta gerçekten iyi geldi. Sonrasında gökyüzü uçuk pembe renklere bürünüyor ve ardından bu renkler kayısı rengine dönüşüyor.
Eleştirilerimi, hayal kırıklıklarımı bir kenara bırakıp Tanrı’ya şükrediyorum. Ata topraklarındayım.