Normal plana göre Semerkand’ı keşfetme günü. Ama Tacikistan geçişinin patlaması, Nevai şehrinin turizm bürosundan hiç bir yanıt alamamamız ve şehrin 60 km dışındaki yazıt alanına nasıl gideceğimizi bilememek planları bozdu. Biz de buna karşılık tek bir günde gezeriz dediğimiz Semerkand’ı gezme işini iki güne yaymayı tercih ettik. Dolayısıyla, bugün, Şehrisabz’a gideceğiz. Ama nasıl? Önce otelin kahvaltısına katılmamız gerekmekte. Bizimkiler yedi ama ben tek olsam yemezdim. Kahvaltıda sütlacımsı bir şeyler yiyorlar. Midem almıyor. En azından güne başlarken.
Rehber kitaplar Registan Meydanı civarında, Şehrisabz’a giden minibüsler olduğu yazıyor. Kitab diye bir yere kadar giden minibüsler olduğu da yazıyor ve buradan başka minibüslerle Şehrisabz’a gidildiği de yazıyor. Sadece taksi ile gidiliyor diyen ecnebilerde var. “Yirmi Dolar!” Ama 2019 fiyatı.
Çıkıyoruz dışarı. Hızla Registan’a gidiyoruz. Hava şimdiden sıcak. Hesapta minibüslerin kalktığı söylenen yere doğru ilerliyoruz ama nafile. Etrafım taksicilerle çevriliverdi. Uçuk fiyatlar söylüyorlar. 100 $ ile kapı açılıyor. 50’ye düşüyor. Gene çok. Ülke ekonomisinin düşürüldüğü durum nedeniyle sefilleri oynuyoruz ama bu para Avrupalı için hiç bir şey değil.
Umutsuzluğa kapılacakken ufak tefek bir adam kalabalığı yarıp bize öyle bir para teklif ediyor ki. Gidiş dönüş üç kişi 18 $. Kendisini bu ücretin kurtarıp kurtaramayacağını soruyorum. “Sorun yok” diyor. Bir kızı daha götürecekmiş dolmuş gibi. Bir itirazımız yok. Anlatıyor yol boyunca. Bir dönem Türkiye’de çalışmış. Kazandığı parayla bu arabayı almış, evini yapmış, çocuğunu evlendirmiş. “Benim olduğum yerde kimse Türkleri kazıklayamaz” diyor. Eşime de daha sonra dediğim gibi, bu insanların karşısına Allah doğru kişileri çıkartmış sanırım. Türkiye’de bile Türkleri bu kadar seven, hayır dua eden insan sayısı o denli azaldı ki.
Yola koyuluyoruz. Semerkand’ın dış mahalleleri Allahlık. Tarif edilmez bir keşmekeş hakim. Şehirden çıkışla beraber ortalık doğallaşıyor. Zaten Öztürkçe isimli yön levhaları bu vahşi manzaraları benim için görünür kılıyor. Şoförümüzün muhabbetiyle yolumuzda ilerliyoruz. Kaşkıderya sınırına doğru bayırı tırmanıyoruz. Buralar sayfiye yerleriymiş, komünist dönemde partililerin, başarılı sporcuların kamp yaptıkları bir yermiş.
Tepeye çıkıyoruz. Manzara güzel ama vahşi. Sonsuz bir kayalık. Afganistan denildiğinde aklıma gelen her şey burada mevcut adeta. Hızla iniyoruz. Şoförümüz yolu ezberlemiş. Arabada kendi başına gider gibi görünüyor. Eşinin Türk yemeklerini nasıl yaptığını anlatıyor. Bizim malzemeler burada olmadığı için yapamadıklarını, yapsalar da Türkiye’deki tadı yakalayamadıklarını anlatıyor.
Sonrasında bir yerleşime giriyoruz. “Kitap” burasıymış. Sanırım Tekirdağ İstanbul arası gibi hiç ara kalmayacak şekilde birleşmiş. Buralar yakın zamanda yol genişletileceği için değerlenmiş arazilere sahipmiş. Yol kenarındaki evler yıkılacakmış. İstimlak paralarını devlet en düşükten verecekmiş. Yapılacak evler ise müteahhitlerin iştahını kabartmış çoktan. En pahalıdan tekliflere başlamışlar. Ödeyemeyenlerin durumunu sorduğumda yanıt tanıdık. “Müteahhitlere kalacak her şey.”
Sonunda Aksaray görünüyor. Timur heykelinin orada bizi bırakırken üç saat sonra gelmesini söylüyoruz. Tek kuruş para vermedik henüz.
Buradaki Timur Heykeli olabildiğince heybetli. Timur burada gerçekten de tüm ele geçirdiği
toprakların hakimi gibi bakıyor ufka. Ardında sarayı Aksaray. Onca viranlığı ve hasarlar gene de azametli görünümünü saklayamıyor. Clavijo önderliğindeki İspanyol elçiler burası içinde övgü dolu sözler yazmışlar. Tarihçi Ali Yezdi de dünyada, Cennet’e dek uzanan başka bir bina yok diye yazmış.
Sarayın inşaatına 1380 ‘de, astrolojik hesaplamalara göre en uygun gün ve saatte başlanmış geleneklere uygun olarak. Konye Urgenç’in fethiyle şehrin sanatkarları ve ustaları inşaatta çalışmaları için getirtilmiş. 1396 ‘da işlevsel olarak kullanılabilir hale gelse de Clavijo 1404 yılında halen çalışmaların sürdüğünden bahsetmiş.
Yine başka bir hikayeye göre Timur planlarından bahsettiğinde Tebrizli ustabaşı altınları harçla karıştırmaya başlar. Timur bunu sorduğunda ise böyle bir inşaatın oldukça maliyetli olacağını ve gerçekten böyle bir işe kalkışacak hazine ve cesarete sahip olup olmadığını anlamak için yaptığı şeklinde cevap verir. Muhtemelen palavra ama kulağa hoş geldiğini de itiraf etmek gerek.
Yakıcı güneş altında ilerliyoruz. Söylenenlere göre günümüzde 38 m kalmış iki kule dışında pek bir şey kalmamış. Biraz daha ilerledik ama gördüğümüz manzara rivayetlerle örtüşmeye başlayınca ters yöne doğru ilerlemeye başladık.
Buluntuların sergilendiği, eskiden medrese olarak kullanılan bir yapıya geldik. LP vakit kaybetmeyin diye yazdığı için kısıtlı vaktimizi iyi değerlendirebilmek için pas geçip sonraya bıraktık.
Gene de yolumuza devam edelim dedik eşim kendini toparladığını ifade edince. Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz bir şok dalgası adeta bizi yaladı ve sarstı. Devasa parkta, İpek Yolu Caddesi üzerinden Çarşu denilen pazara ulaşmak için ilerledik. Burası da kapalıymış. Bu sıcakta şaşırtıcı da değil. Orta Asya’nın onlarca pazarından hiç bir farkı yok. Hatta daha da ufak. Termal havuzlar da varmış ama pazar tamamen kapalı olduğu için gezip görebilme imkanımız olmadı.
Devam. Darut Tilavet’e kadar yürüyoruz. Çimler halı gibi. Oğlum ayakkabılılarını çıkartıyor. Sıcağın etkileri belli ama sorduğumda cevap vermiyor. Arada kameriyalarda durup oturuyoruz. Yol bitmiyor.
Bu gezide de kısmet buraya kadarmış ve dönmemiz gerekiyormuş. Dükkanların önündeki gölgeden gidelim dedik. Bizimkiler dükkanlara hediyelik ve magnet aşkıyla girmişken ben yerleri sulayan yaşlıca kadına “ana kavruldum be, çiçek gibi beni de sula” dedim. Hiç ikiletmedi. Rabbim de cennetinde bu kadıncağıza rızıkları böyle bol bol akıtsın inşallah, bir güzel ıslattı. Sonra Mete’yi de aynı şekilde bir serinletti. Konuşmaya başladık, laf lafı açtı. Meğer kızları Isparta’da okumuş oradan damat almış. O da geldi. Bir eğlendik sormayın. Güneşten kaçıp yola çıkmayalım diyen biz bu eğlenceden mahrum kalmayalım diye vakit geçirdik uzun süre. Epeyce de bir şeyler aldık. Garanti olsun diye 50 dolar da bozdurdum.
Meydana gittik. Bizim taksi henüz gelmemişken bir şeyler yiyelim dedik ama göz doyuran, ümit veren bir yere denk gelemedik. Bir kafede soğuk bir şeyler içip vakit öldürdük.
Bizim taksi de geldi. Kitap’tan bir yolcu alacakmış. Ama durmadan burnunu çekince kovid movid epey bir korktum ama neyse ki korktuğumla kaldım, hiç bir şey olmadı. Araba milletin ıvır zıvırının da getir götürünü yaptığından Semerkand’ın ve çevresinin sağında solunda pek girilmedik yer bırakmadık. Gerçi görmeye değer bir şey yoktu ama değişiklik oldu.
Otelde biraz takılıp etrafı keşif için çıktım ama sonra geri döndüm.
Akşam ise Registan’ın karşısında yer alan ve kadınlarca işletilen bir restorana gittik. Bir akşam evvel ki yere göre daha pahalı olmasına rağmen lezzet ve miktar olarak yetersiz geldi bize. Ama ambiyansı iyiydi, ecnebilerin deyimiyle epeyce “retro” bir havası vardı. Buradan çıkınca cadde üzerinde biraz ileri geri dolandık. Registan’ın aydınlatmasına bakıp insanları seyrederken içeri beleşe nasıl girebileceğimizi keşfetmeye çalıştık ama nafile. Parayı basacağız ama yarına.
Otele döndüğümüzde telefona mesaj geliyor. Tacikistan ülkeye girişte pcr testlerini kaldırmış. İyi haber ama buradan ulaşabileceğimiz tek yer Pencikent. Onu da hızlıca yaptığımız aile toplantısında eliyoruz. Yarın ve bir sonraki gün olan son günümüzde doya doya Semerkand’ı gezeceğiz. Tabi, bu sıcakta ne kadar gezebilirsek.