Taşkent’i sevmedim diyemem. İnsanı, en azından tanıştığım insanları mükemmeldi. Türk örfünün hala yaşandığını görmek beni mutlu etti. Otelcisinden lokantacısına, taksicisinden her hangi bir şeycisine… Her zaman bir baba olarak minnet ve bir Türk olarak gururla hatırlayacağım.
Ama gitme vakti. Azimbek resepsiyonda. Taksiyi ayarlıyor ve helalleşiyoruz. Gerçekten hakkı çok üzerimizde.
Taksici Kazakmış, Çimkent’ten. Otobüsle de gidebilirdik ama sakata gelmemek için Kuzey İstasyonu diyebileceğimiz Şimali Vokzal ‘a gidiyoruz. Çantaları x-ray’den sokarak giriş yapıyoruz epeyce büyük bir yapı olan istasyona. Herkes on aranıyorsa biz bir aranıyoruz. Selam verdik, aileyiz ve Türkiye’den geliyoruz. Üç çok önemli faktör bu. En azından karşımıza çıkan herkes için böyleymiş.
Kalkış için yarım saatten fazla zaman var. İspanyol yapımı, arada sırada 400 km hıza ulaşan Efrasiyab Treni’ni görüyoruz. “Eşim buna mı bineceğiz?” diye soruyor. Arkada duran konserve kutumsu treni işaret ediyorum istemeye istemeye. İçi daha da betermiş. Sabah da olsa gölgede kırk derecede zorlanırken güneşin altında korunaksız bir şekilde duran trenin içi kim bilir nasıl. Derken öğreniyorum. Psikolojik mi bilemeyeceğim ama sanki başımdan aşağı ılık bir su dökülmüşcesine terlemeye başlıyorum. Koşar adım trenden iniyorum. Görevli çocuğa soruyorum.
-“Klima var mı?” “Yok” diyor.
-“Vantilatör”
diyorum bu kez anlamıyor bile. Bir yerlerden aklımda kalmış “ventil” kelimesini zikrediyorum. Yüzü ışıldıyor ve “eyir kondişın yok ama tren hareket edince havalandırma aparacak” Pencereyi açmaya çalışıyorum “Yasak” diyor. Eh ana memleketimden alışık olduğum kelimeler ata memleketimde de karşıma çıkıyor.
İnsan manzaraları çeşitlilik gösteriyor. Belki kadınlardaki altın diş ender ortak noktalardan biri. Onlardan da gençlerde yok.
Yola çıkıyoruz. Tıngır mıngır sallanarak bozkıra uzanan demir yollarının üzerinde gidiyoruz. İki saat kadar ailecek erircesine terledik. Bizden başka böyle terleyen de yok gibi. Perdeyi kaldırıp manzarayı seyredeyim dedim. Kuru dağlar; bozkır… Arada tek tük sefaletin değişik bir görünümüyle sarmalanmışcasına çatıları pimapen kaplı köy evleri. Pencereyi de indirdim biraz. Serinlik yüzüme çarpınca biraz daha. Biraz daha. Sonrasında görevli çocuğu üzerime doğru hışımla koşarken gördüm. Bir şeyler deyip pencereyi hızla kapattı. Sanki çocuğunu kaçırmaya çalışırken beni görmüş bir ana gibiydi tepkisi. Bir daha da açamadım zaten.
Semerkand’a ulaştık kalkıştan 3,5 saat kadar sonra. Üç gün sonra gene burada olacağız. Pek bir şey görünmüyor.
Tuvalete gidiyorum. İnsanlar düzgün kullansa işlevsel bir tuvaletmiş. İşimi bitirip çıkıyorum. Aradaki koridorun kapısı açılmıyor. Uğraşıyorum ama bana mısın demiyor. Kırmak da istemiyorum. Cama vurup insanların dikkatini çekiyoruz, onlar da görevli çocuğu çağırıyorlar.
O da uğraşıyor. Başaramıyor. Teknisyen bir adam elinde çantası ile kapının sağını solunu söküyor ama yok. Buhara’ya yaklaşıyoruz bu arada. Koridorun bizim tarafımızdaki kapıdan başka biri elinde tornavida ile geliyor. Kilidin göbeğiyle uğraşıyor olmuyor. Dilini düşürmek için aradan bastırdığı tornavidanın ucu tırnağının yanından parmağına giriyor, etraf kan içinde kalıyor ama sonunda kapı açılıyor. Benim pencereyi açmama illet olan görevli bana kıl kıl bakıyor. Bir de gümbür gümbür şovdaki Bilal’e benzer yerden bitme bir tip var, o da bakınıyor Hatta bu tipitip yolculuğun başından beri bakıyordu bize.
Nihayet Buhara’dayız. Tahammül edilemez bir sıcak karşılıyor. Beğenmediğim ama zamanla alıştığım tren kompartımanı bile korumalı bir alanmış bunu anlıyorum daha ilk dakikada.
Tren garından merkeze toplu taşıma yok. Varsa da kesinlikle bulamadım. Taksiciler etrafımı sarıyor. Yirmi dolar ile başlayan teklifler çabucak on’a düşüyorsa da daha da aşağı inen yok. Sekiz diyen adama dört diyorum. “Olmaz” diyor. Okuduğuma göre 1,5 – 2 dolar gibi yeterli imiş ama bu rakamlar yerlilere uygulanıyormuş. Tren istasyonunun termometresi 46 dereceyi gösteriyor. Bu gölgedeki sıcaklıkmış. Adamla 4 dolara anlaşıyoruz. Mete’ye göre – bana göre de- kazık yedik.
Terminal çıkışında minibüs durağı gibi bir yer var ama bizim oralara kim gider Allah bilir. Epeyce gidiyoruz. Dolar yirmi değil de dört, beş liralar civarında olsa bu memleketler bedava gibi gelecekti bizlere. Adam arada klimayı açıyor ama “ehh işte”. Klimanın bile bu sıcakta çalışası yok sanki.
Adam bizle laflamaya çalışıyor ama nedense konuşurken zorlanıyoruz. Beklemediğim bir şeydi. Bizim otelin adını söylediğimizde sahibini tanıdığını, düzgün bir adam olduğunu söylüyor. “Eyvallah” diyorum, ne diyebilirim ki başka.
Sonunda yol bitiyor. En azından araçlar için bitiyor. Bundan sonrasında Zanzibar’ın tozlu ve bej bir versiyonunda çok daha sıcak bir ortamda ilerliyoruz. Görüntü pek iç açıcı değil. Buhara kitaplarda okuduğum Buhara imajından çok uzakta. Labirentimsi sokakları şoförümüzün önderliğinde aşıp kalacağımız yere ulaşıyoruz.
Booking.com’da gördüğüm fotoğraflar ve tesisin kendisi o denli farklı ki… Halbuki gelmeden her şeyi sormuş ve olumlu yanıtlar almıştım. “Oda da buzdolabı var” denmişti. Odada iğreti yataklar haricinde hiç bir şey yok. İçinde olduğu söylenen tuvalet de buna dahil. Başka bir oda içinde. Zeminde bir delikten ibaret. Otelci ile konuşup çıkıyorum. İtiraz etmiyor. Booking puanı 9.1. Şaka gibi.
Elimizde bavullar sokakları arşınlıyoruz. Geçerken yol üzerinde gördüğümüz otellere giriyoruz. İlk girdiğimiz yer kerpiçin içindeki dışkı kokusu ile eleniyor ama sonuçta internet verdikleri için olası yerleri tespit ediyoruz. Meydana döndüğümüzde ilkönce büyük otele gidiyoruz. Üç geceye verdiğimiz paranın çok daha fazlasına tek gece istiyor Çeçen görünümlü adamlar. Çıkıyoruz. Tam meydandaki otele giriyoruz. Üç gece 190 dolar diyor ve tüm indirim taleplerime inat sadece 5 dolar düşüyor. Odaya bakınıyoruz. Bizim evden bile büyük ama fiyat uçuk. Türkçe bilen bir kız geliyor. O da adamdan farklı değil. Bana durmadan booking.com’un kestiği komisyondan bahsediyorlar. Bense direkt geldiğimi anlatıyorum nafile. İnterneti açtığımda denk geldiğim ve aslında ilk planladığımda seçip sonrasında pejmürde geldiği için iptal ettiğim Hostel Rumi’ye doğru gidiyoruz.
Resepsiyondaki yaşlıca kadın bizi anlamadığı için kızını bekliyoruz. İçerideki avluda sessiz ve büyükçe içinde klima haricinde modern bir şey olmayan bu odada üç gece geçireceğiz. Yapacak bir şey yok. En azından sokakta değiliz ve klima var. Klima burada inanın en önemli eşyalardan biri.
Kıza para da bozduruyoruz. Biraz, inceden inceye geçiriyor. Internet iyi, tuvalet ve banyo temiz. Yemek işini halletmek için çıkıp şehrin –bence- ikinci kalbi olan Labi Havz’a gidiyoruz. Etrafı tarihi yapılarla sarılı bir havuz açıkçası. İçi çoktan koyu renk olmuş ama buradaki halkın en hoşuna giden eğlencelerden biri olan su fıskiyeleri arada çalıştırılıyor. Hemen yanındaki restorana oturduk. Fiyatlar normal. Çalışanlarla Türkçe iletişim kuramadık. Rusça tercih ediliyor. İngilizce pratik fırsatı bulduğuna sevinen bir çocukla konuşarak yemek işin çözdük.