Geziye Başlarken…
Lübnan ‘a gitme konusu ta 2009 Suriye gezisi hazırlıklarını yaparken gündemimizdeydi. O zaman Suriye şimdiki gibi karışıklıkların girdabında bir batıp çıkmıyordu ama bize vize uyguluyordu. Çoklu vize vermedikleri gibi sınır kapılarında yaptıkları keyfi uygulamalar insanı ürkütüyordu. Bu nedenle 2009 ‘da Lübnan ‘ı elemiştik.
Aradan geçen zaman içerisinde Lübnan ile aramızdaki vizeler kalktı. Hırvatistan‘ın AB ‘ye girmesi ile beraber bize vize uygulayacak olması Beyrut ‘u gözdeler arasına yerleştirmişti.
Aralık ayı için başka bir arkadaşın planına dahil olmaya çalışmış ama gelen kimse olmayınca vazgeçmiştik istemeye istemeye. Ama bayramda yapacak bir şey bulamayınca tekrar rotayı Beyrut ‘a döndürdük.
Genelde ben bir yerlerden döndükten sonra oralar karışır. Ama söz konusu coğrafya Ortadoğu, her an her şeye gebe. Önce bir iki Türk iş adamı kaçırıldı, yerel zıpırlar Türkler için güvenli değil gelmeyin diye tehditvari uyarılarda bulundular. Ardından şehrin merkezine yakın bir yerlerde meydana gelen patlamada üst düzey devlet yetkililerinin bazıları ile yanlarındaki birkaç kişi gidişimize birkaç gün kala havaya uçuruldu. Biz gidene dekte her Allahın günü şehrin merkezinde insanlar yürüyüş yapıp polisle çatıştılar sürekli.
Korkmadım ama epeyce huzursuz oldum. Eşimle son kez konuştum. “Bir şey olacaksa burada da olur” diyerek kararını bildirdi. Oğlanın derdi zaten yeni bir yer görecek olması.
Zamanı düzenli kullanarak neredeyse tüm ülkeyi gezebilecek bir planı kurguladım. Hedef bunu yaşama geçirebilmekte.
Artı olarak Lübnan’da gezen diğer gezginlerin notlarından epeyce faydalandım. Taşra kısmı özel turlarla gezilmiş genelde. Bir iki not dışında bir şey çıkmadı. Ama meşhur Lübnan Mutfağı epeyce irdelenmiş; özellikle ikinci site kurtarıcım, yol göstericim oldu. Bu siteyi kurcalamak hesaplı ve kaliteli yiyeceğe ulaşımı sağlıyor.
http://gezmeli.wordpress.com/2011/05/05/lubnan-beyrut/
http://www.cukurcumatimes.com/2011/11/beyrut-abur-cubur-rehberi-3.html
Gün 1
Atlasjet ile Sabiha Gökçen’den on beş dakikalık bir gecikme ile havalanıyoruz. Ne varsa, kim ne dersin bizim pilotlarda var. Havanın ne kadar kötü olduğu camdan dışarı bakılınca belli oluyor ama bir iki küçük titreşim olmasa simülasyondayım sanabilirim.
Tur için gelen insanlar ile doluşmuş tüm uçak. Çaprazımdaki çift yanlarında kendileriyle beraber dört çocuk getirmişler. Serdengeçtilik bu olsa gerek. İç hat uçuşlarını basit bir sandviç ile geçiştiren Atlasjet gayet güzel bir menü dağıtıyor. Et özellikle çok çok güzel.
Aslında Lübnan diye bir ülke yok. Tıpkı Belçika gibi bir coğrafi bölgeye şartlar nedeniyle oluşturulmuş bir ülke burası. Kelime olarak Lübnan beyaz demek. Muhtemelen sahilin hemen gerisinde başlayan dağlar bu coğrafyada ender kar tutan yerlerden. Arapça’da kar ve buz için pek bir karşılık olmadığı için bu karlı dağlar Lübnan olarak adlandırılmış ve zamanla da bu bölgeye adını vermiş olmalı.
Zengin ve tarihi kentlerin ticari olarak dünyaya bağlandığı önemli limanlara sahip olduğu için zenginleşmiş. Anlatırken tarihi konusunda can sıkıcı derece de detaya gireceğim bu topraklara gelen gidenin haddi hesabı yok.
Haçlılar da misafirlerden. Onları defetmek için Selçuklu bölgeyi yoklamış. Onun yerini daha kalıcı bir yönetimle ile Memluklüler almış. Onlardan ise Osmanlı. Osmanlı yörenin zapt edilmez karmaşası içerisinde kaybolmamak için yönetimi yerel beylerden birine bırakmış onun deneyimi içinde bir garnizon asker ve bir de vali. Bölgede anlaşmazlıklar ve çatışmalar o denli yoğun ki direkt olarak yönetmek yerine maşa kullanmak daha akılcıl olmuş.
Tabii, bu sistem her zaman İsviçre saati gibi işlememiş. Ülkeyi yöneten Maan ailesinden Fahrettin iki kez isyan eder. İlkinde Toskana’ya sürgün edilir ve orada Mediciler tarafından misafir edilir. Tekrar döndüğünde de baş ağrıtır. En son Palmira’daki Maan Kalesi’nde kapana kıstırılır. Hikayeyi Palmira’yı anlattığım Suriye gezilerini takip edenler bilir; ama eldeki en uygun maşa Maanlardır ve onlara ülkenin yönetimi verilmeye devam eder.
1918 ‘e gelinir. Türkler için bu tarihten sonrası da olmayacaktır zaten. Az sayıdaki Türk askeri şehre sığınsa da direnemez. Şehir boşaltılır. Bununla ilgili bir belgesel görmüştüm. Türk askeri gittiğinde Araplar bayram yaparlar. Hristiyanlar da mutludur ama temkinlidir. Müslümanlar içinde durumun farkında olanlar vardır ama kaçamayan Türkler çoktan katledilmiştir. İki gün sonra Fransız gemileri Beyrut limanına demir atarlar. İlk iş olarak kendilerine daha yakın olan Ermenileri önemli noktalara getirir ve işlerine yaramayan Arapları görevlerinden alırlar. Kim bilir, yıllarca kendilerine kol kanat geren din kardeşlerini ilk fırsatta sırtlarından vuran Araplara güvenemeyeceklerini düşünmüş olmalılar.
1946 yılında son Fransız askeri de ülkeden ayrılır. Ama zaten karman çorman olan yöre güneyde kurulan Yahudi devleti ve onun yayılmacı felsefesi ile daha da altüst olur. Bu kısım artık Beyrut ‘un konusu.
Yukarıdan Beyrut göründü. Yüksek binalardan oluşan bir beton cangılı kesinlikle beklediğim bir manzara değildi. Ama bu yapılaşma bende zengin ve gelişmiş bir topluma geldiğim intibahını oluşturdu. Kısa bir manevra ile şehrin lebi derya havalimanı olan “Refik Hariri” havalimanına iniverdik.
Hosteslerden biri ile lafa daldık inenleri beklerken. Gelmeden önce çok korktuğunu söyledi. Ben de huzursuz değildim desem yalan olur. Suriye’deki her hangi bir gruptan bir manyağın göndereceği bir roket korkutmadı değil. Ya da Rus üssünden birinin parmağı bir düğmeye değiverirdi belki de…
Lübnan girişlerinde vize uygulanmıyor. Bizlere üç, AB vatandaşlarına ise bir ay vize muafiyeti var. Ama giriş yapmadan önce laf ola beri gele bir giriş formu doldurmanız gerekmekte. Ad, soyad, adres, kalınacak yer bilgisi gibi bilgiler toplanıyor. Bunun bir benzeri de çıkışta yapılacağı için yanınızda kalem bulundurmanız iyi olacaktır.
Havalimanı içerisinde turizm ofisi var. Buradan geziniz için gerekli harita vb gibi materyalleri ücretsiz olarak temin edebiliyorsunuz. Yardımsever kızlar var. Döviz bürosunu pas geçebilirsiniz. Çünkü ülkede yıllardan beri uygulanan 1 $ = 1500 LL kuralı gereği para bozdurmanıza gerek kalmıyor. Banka kuru ise 1507-1509 arasında olduğundan kastırmaya gerek yok bence. Ama yanınızda euro getirdiyseniz uğrayacaksınız. Öte yandan havalimanının içerisindeki marketlerden su, gazoz vb almaya kalktığınız an tipik havalimanı tarifesinden işlem görecek. Misal yarım litre su için benden üç dolar istediler ve elbette ki vazgeçtim hemen.
Havalimanından şehre ulaşım için taksiler mevcut. Tek başınıza da olsanız, dört kişide olsanız 20 $ fiks fiyat var. Ama taksici denen ırk elbette ki her ülkede farklı bir mantıkla çalışmakta ve fazla bir para isteyecektir. Ama ücret sabit aslında. Öte yandan insanlar ülkede toplu taşımanın gelişmediğinden bahsetse bile bunu kaale almayın. Biz her vasıtayı test ettik. Havalimanından çıkıp da karşınızdaki park bozması mekanı aşıp yol kenarında beklerseniz diğer hatlara nazaran seyrek olan bir minibüse denk geleceksiniz. 1500 LL ‘ ye bu araç sizi Hamra ‘ya götürecektir.
Biz bir turun parçası olup otele dek gidecek ama sonrasında tamamen ayrı davranacak olduğumuzdan nasıl olsa gidilecek yer otel, transfer de beleş iken macera peşinde koşmayalım dedik. İki saat kadar bekledik. Neyse ki günlük güneşlik bir hava var. Şanslıyız, gezmek için biçilmiş kaftan.
Bekleyişin ardından araçlar önce bizi Downtown’a günümüzde Refik Hariri Camii denilen Muhammet El Emin Camii ‘ne getirip bıraktı. Burası, şehrin tüm karmaşalarının birleştiği nokta bir bakıma. Osmanlı zamanında şehrin merkezi burası imiş. Günümüzde “Şehitler Meydanı” olarak adlandırılmakta. Birinci Dünya Savaşı sırasında Cemal Paşa fırtınası buraya da uğramış ve burada da ayrılıkçı hareketleri destekleyen halka ibret olsun diye fikir babalarından çoğunu tıpkı Şam’da da olduğu gibi asarak idam etmiş. Meydanın ortasındaki kadın heykeli barışı simgeleyedursun iç savaş yıllarında epeyce yara almış.
Muhammet El Emin Camii ise Sultanahmet Camii’nin sarı taştan –benim bakış açıma göre- zevksiz bir kopyası. Güzel işlemeli bir kapısı, içerisinde zorlamalı bir gösteriş telaşı. Bu coğrafyanın kalın gövdeli, balkonumsu şerefelerine tezat bizim tarz minare ve şerefeler. İç kısımdaki çiniler İznik işi. Hariri hepsini Türkiye’den almış ama çiniler daha henüz gümrükte beklerken cinayete kurban gitmiş.
Hemen yanıbaşında ise Refik Hariri ‘nin türbesi. Buranın yanında ise geçen günkü patlamalarda ölen görevlilere de yer açılmış. Sürekli olarak hoparlörden gelen duaların eşliğinde ziyaret edebiliyorsunuz. Sanırım ilerideki yıllarda görkemli bir yapı yapılacak. Halihazırda üzeri branda ile örtülmüş, bizdeki ramazan çadırlarını andırıyor.
Hariri ölümcül bir sonu beklediğinden hazırlıklarını yapmış. Ama içinde olduğu zırhlı araba bir tondan fazla patlayıcının patlamasına dirense de şok dalgası işi bitirmiş.
Downtown yani eski kent kısmı dev bir şantiyeyi andırıyor. Hariri döneminde başlayan inşaat hareketi ülkeyi ikinci bir Dubai yapmanın yolunda şehre devasa alışveriş merkezleri katmanın amacıyla sürüyor. Gerçi bu katış eskiyi yok ediyor ama olsun. Bu mantığın olanca hızıyla sürdüğü bir ülkeden geldiğimiz, biz de bu anlayışa karşı gelmemiz gerektiği halde seyirci kaldığımız için eleştirmeye pekte bir hakkımız olmadığını düşünüyorum. Komşu ülkelerden gelip de Dubai’de doya doya istediklerini yapamayacakları, rüyalarında göremeyecekleri güzelliklerde sokaklarda fink atıyorlar. Her şey müsait anlayacağınız.
Lübnan’da halk zaten lüks mantalitesine sahip, köpek gezdirmek için bile Uzakdoğulu elemanları çalıştırıyorlar. Ayda 150 $ ücretleri var Uzakdoğuluların. Ama piramidin en altında Etiyopyalılar yer almakta. Topu topu 100 $ verilen aylık ücret.
Dünyanın en büyük ikinci Virgin Megastore ‘unun burada olması, meşhur otel zincirlerinin omuz omuza burada olmasının nedeni işte bu yapılaşma ve sonuçlarına ait beklentiler.
Caminin yanından sağa dönüyoruz. İleride eskiden sinema olarak kullanılan devasa bir hazne var. Herhalde yakın gelecekte onu, buraya gelen yolların etrafında yer alan üzerleri halen onlarca kurşun deliği ile bezenmiş binaların tümünü yıkacaklar.
Caminin hemen yanında Haçlı dönemlerinde inşa edilmiş Maruni Kilisesi olan Saint George Katedrali var. Çok da bir egzantrikliği yok ama bir göz atmak için girilebilir. İçerisinde güzel vitraylar var ama elbette ki Avrupa katedrallerindekiler gibi bir şeyler beklememelisiniz. Ama Maruni kültürüne bir giriş için ideal. İçeride fotoğraf çektirilmiyor.
Devam ettiğinizde hemen sağda Roma Dönemi’nden kalıntılar görüyorsunuz. Roma zamanında büyük sayılabilecek ölçekte bir limanmış şehir. Ama etrafındaki diğer büyük limanlara kıyasla küçük denilebilir ancak. Şehrin limana uzanan ama günümüzde Rum Ortodoks kilisesine dek ulaşabilen Cardo Maximus ‘undan yani ana caddesinden kalan bir iki sağlam sütun ve yapı parçaları görülebiliyor.
Buradan ilk sağa girdiğinizde şehrin havalı mekanlarından birine geldiğinizi hissettiren bir yapılaşma ile karşılaşıyorsunuz. Herhangi bir Avrupa şehrinde olduğunuzu düşünebilirsiniz. Downtown ‘un diğer merkezi olan Place d’Etolie ‘ye uzanan yolların hepsi aşağı yukarı bu şekilde. Portikolu sokaklar, havalı kafetarya ve restoranlar hep burada. Sokaklarda bakımlı erkekler ve süper minileri ile salınan yerli kızlar. Ortalama bir Avrupa ülkesi için bile fazla olan bir görünüm Beyrut ‘un olağanı.
Place d’Etolie ‘nin tam ortasındaki saat kulesi bizden. Abdülhamit ‘in imparatorluğun pek çok şehrine tahta çıkışın 25. yılı nedeniyle diktirdiği kulelerden. Günümüzde ise “Rolex” saati ile dikkat çekmeye devam ediyor. Burada bir şişe su aldım. (1500 LL) Fiyatı normalin biraz üstünde ama bizim turistik yerlerdeki gibi kat be kat fazla değil.
Rum Ortodoks Kilisesi ferah, bakımlı ama İstanbul tarzından çok uzak, daha çok Katolik havası sezilen bir ibadethane.
Burası, resmi dairelerin, bakanlıkların ve başkanlık binasının bulunduğu mevki. O yüzden sokak başlarındaki, güvenlik amaçlı nöbetçilere sıklıkla rast geleceksiniz. İlk önce Hospitallere ait bir kilise iken Memlukların şehri fethetmesiyle camiye dönüştürülen Ömer Camii ‘ne göz attık. Hemen girişindeki sütunları taşıyan başlıklar ise Haçlılardan öncesi de hatta epey öncesi de başka bir inanışa ev sahipliği yaptığının işaretlerini veriyor.
Merdivenlerle çıkılan Grand Serail denilen mekan Osmanlı döneminde şehrin yönetildiği valilik binası. Karşısındaki bina ise askeri hastane olarak inşa edilmiş. Günümüzde devlet başkanının rezidansı.
Merdivenlerin sağında kalan kısım ise Roma Hamamlarına ait kalıntılar. Ankara’daki hamamlardaki sistem burada da geçerli. O kadar büyük değil. Şaşmıyorum çünkü Caracalla başkentini Roma’dan Ankara’ya taşımayı düşündüğü için büyük bir yapılaşmaya başlamıştı. (Demek ki gerçek liderler ve devlet adamları Ankara’nın gerçek değerini anlayabilme yeteneğine sahipler) Ama gene de ortalamanın epeyce üzerinde bir büyüklükte.
Merdivenler ise yeni evlenen çiftler için bir hatıra fotoğrafı çektirebildikleri bir yer olmuş günümüzde.
Memluk dönemi bir caminin yanından geçip içerisinden avaz avaz ilahilerin geldiği bir Şii camiinin yanından ilerleyerek otobüse bindik.
Şimdiki durak Güvercin Kayalıkları. Yol üzerinde Refik Hariri’nin öldürüldüğü patlamanın yapıldığı yerden geçip patlamanın anısına yapılmış anıtı görüyoruz. Güvercin Kayalıkları, denizden bir yüz metre kadar uzaklıkta yer alan sıra dışı bir kayalık. Gün batımında oldukça güzel bir manzaraya sahipler. Ufukta yer yer çakan şimşekler görülüyor. Hemen kenarda güzel bir kafe var. Takılmak için birebir.
Korniş ise Fransız etkisiyle yaşayan ülkelerde gezilebilir sahil demek. İzmir’in, Selanik’in sahilleri gibi yürümek için, gezmek, takılmak için birebir beş, altı km lik bir yol burası.
Buradan kaosun ta kendisi olan Hamra’daki otelimize girip yerleştik. Gayet güzel bir otel. Şansımıza Beyrut’un en büyük handikaplarından biri olan “musluktan akan tuzlu su” kavramından uzakta bir yer burası.
Kendimize gelince yemek için dışarı çıkıyoruz. Doğruca, önceden yaptığım araştırmalara göre en iyi yerlerden biri olan ve özellikle de ismi ile benden tam not alan “İstambuli”yi arıyoruz. Hamra Caddesi’ni aşıp yolun kenarındaki Barbarların oradan sağa girmemiz gerektiği söyleniyor. Barbar burada çok büyük bir fast food zinciri. Ama tek bir dükkan değil sözünü ettiğim. Yan yana pek çok dükkan var. Barbar dondurma, Barbar tatlı, Barbar felafel, Barbar her şey…
İlerlediğimiz yolda uzaktan hayatta fark etmeyeceğimiz bir yerde İstambuli ‘ye ulaşıyoruz. İçi idare eder diyebileceğimiz bir tarzda, esnaf lokantasının iki basamak üzerinde bir yer. Sipariş verir vermez masa donanmaya başlıyor. Yeşil soğan turp, kırık zeytinler, humusla beraber getirilen kıtır ekmek (yoksa çıtır mı demeli yada bir şey demeksizin sadece yemeli) geliyor. Humus ile beraber meze olarak “tabuli” sipariş ediyoruz. Bu kısır benzeri ama ince kıyılmış maydanozunun bolluğu ile kendini belli eden bulgurlu bir meze. Ama gerçekten leziz. Eşim Urfa dengi bir şey istiyor. İnsanı boğmayan sarımsaklı bir sosu var. Adını unuttum ama “ş” ile başlayan bir kebaptı. Yolunuz düşerse oradan yola çıkın.
Bize göre oldukça hesaplı ama doyurucu bir öğün ile işimizi görüp otele yerleştik.