Sabah erkenden kalkıyoruz. Kahvaltıya abanıyoruz gene. Dün bizi gezdiren adam yerine onun abisi bizim şoförümüz olacakmış. Derli, toplu görünen bir tip. Lafı ağzında çok gevelediğinden İngilizcesini pek anlayamıyorum, adam da beni anlayamıyor. Osman ikimizi de anlıyor ama derdini sadece bana anlatabiliyor. Böyle bir durumdayız.
Adama, kardeşine ne olduğunu soruyoruz ve cevap olarak bir mantar nedeniyle gelemediğini söylüyor. Ah, ne güzel. Bir Hintliyi bile hasta edebilecek bir mantar bizi ne yapmaz. Zaten televizyonlardaki haberlerde bilinmeyen bir hastalık nedeniyle Delhi’de beş kişinin öldüğünü bangır bangır söylüyorlardı. Eski Delhi’ye doğru gidiyoruz. Her eski kent gibi etraf surlarla çevriliymiş zamanında. Şehir genişleyince de yol açmak için orijinal kapılar genişletilmiş. Kimi yerlerde genişletme çalışmalarında hızını alamamış bizim Hintliler, iki kapı arasında ne varsa dümdüz etmişler.
Hintliler genel olarak Hindistan ve Türkler arasında bir bağlantı yok derler. Bizim Babürlüler Türktü laflarımızı uydurma kabul ederler. İngiliz ne koyduysa önlerine o kabuldür ama biraz üstelediğinizde Türk kelimesi, Türk varlığı kendini çıkarır ortaya. Yaşadığım bir olay şu şekilde.
– “Hindistan’da ne varsa biz yapmışız kardeşim, Tac Mahal, Kızıl Kale, Kutup Minar… Hindistan deyince hep insanın kafasına Türk yapımı binalar geliyor. Siz de bir kama sutra.”
– “Siz mi yaptınız? Onlar hep İranlı.”
– “Tamam da İran ‘ın son bin yılında biz yönettik. İran bizim için yönetip vergi topladığımız bir yer “
– “Babır (Babürü böyle telaffuz ediyorlar) Türk mü?”
– “Valla ben demiyorum. Baburname diye kitabı var. Adam kendi için öyle diyor. Ama İngiliz daha iyi bilir tabii.”
“Al o zaman, taşı Tac Mahali.”
– “Benim için Hindistan dediğiniz ülke işgal altındaki Türk toprağı. Niye malımı topraklarımdan alayım ki…”
– “Gelir alırsın o zaman.”
Geldim işte…
Haritaya bakıp Eski Delhi ‘yi incelerken şehir surlarında bir kapı adına denk geldim. Kocaman harflerle “Turkmen Kapısı” (Turcoman Gate) yazıyordu. “Bu ne ?” diye sordum. Pakistan 90. dk da sayı yapıp hokey yada krikette bunları yenmiş gibi sustu benim arkadaş. Bir cevap vermedi.
Ne yaparsanız yapın bazı şeyler değiştirilemez, unutulamaz. Biz de değiştiremeyiz, başkası da unutturamaz. Uğraşmaya bile gerek yoktur ya. Neyse…
Önce Cuma Mescidine uğrayacağız. Ardından Delhi’nin Lal Kilası’na. Burası da devasa bir alan kaplamakta.
Aracımız camiye çıkan basamakların başlangıcında duruverdi biz de zıpladık. Zamanla yarışılan bir gündeyiz. Basamakları çıkarken bize doğru yaklaşan kılıksız görevliyi insandan sayıp selam verip bayramını kutladım. Adam ise sadece “350 rupi” dedi.
– “Müslüman mısın?” , dedim.
–
“Evet. 350 rupi”
– “Kardeşim camiye giriyorum ne parası.”
– “Fotoğraf çekmek 350 rupi. “
Makinamı kapattım. Fotoğraf çekmeyeceğimi söyledim. Ama emir verircesine arabama gidip makinamı bırakmamı söyledi.
– “Bak kardeşim sana selam veriyorum. Neden selamımı almıyorsun. Kimsin sen? ”
Adam bana “a. skim” yada “sktr git” dercesine “aleyküm
selam” dedi. Sonrasında da “350 rupi”
“İngiliz olsam gtümü yalardın”, deyip üzerine yürüdüğümü hatırlıyorum en son. Ne zaman Osman yolumu kesip beni durdurdu farkında değilim. Gidelim, bu adamlar böyle diye indirdi beni. Adam domuz domuz bana bakıyor bir şeyler diyor ben de bir daha ki sefere boynunu koparacağımı söylüyorum. Tam sokak kavgası. Nasıl olsa Ocak ayında gene burada olacağım.
Şoföre gidelim diyorum. Lal Kila başka sefere kalsın. Ruh sağlığım gidecek elden burada.
Zamanla sinirim yatışıyor. Delhi’den çıkması tam film. Trafik sinirleri zorluyor resmen. Ama Delhi’den çıkınca her şey değişiyor. Sadece şehirlerarası ya da eyaletler arası bir seyahat değil bu. Zamanda da geriye gittik. Yolların kalitesi düştü. Yol kenarlarındaki bakkal, çakkal görüntüleri iyiden iyiye sefilleşmeye başladı. Kadınlar her daim rengarenk, tertemiz kıyafetlerle yaşıyorlar. Erkekler ise kadınlarla kıyaslanmayacak durumda.
Kaç şehir yada kaç kent geçtik bilmiyorum. Racastan girişi olduğunu öğrendiğimiz bir yerde giriş vergisi ödememiz gerektiğini söyledi şoför. İndim, mekana gittim.
Hatırlar mısınız bilmem. Bir cips reklamı vardı. Meksikalı sınır görevlisi bizim başrol oyuncusuna “patos, pitos” der dururdu. Ben gayet mezbelelik ve loş bir yere girdim. Görevli, üzerinde beyaz bir fanila ile yanımıza geldi bir şeyler söyledi. Dillerini anlamadığım için ben odaya göz gezdirdim. Fi tarihinden bir radyo, yanda halen toplanmamış, dağınık bir yatak. Verdik vergimizi.
Araçta para vermesek ne olurdu diye sordum. Yolda yetkililer sorarsa ve belgeyi gösteremezsek ceza kesilirmiş. İnanın adamların verdikleri kağıt insanın cebinde birkaç gün içinde erir gider.
Saatlerce daha gitmeye devam ettik. Yol üzerinde Mandawa diye bir kasabada gezmek için durduk. Burasını daha önceden duymuşluğum yoktu. Burada günümüzde otel olarak kullanılan adına kale denilen bence saray görünümlü bir binanın yanı sıra çok sayıda haveli var. Haveli bizim kervansaraylardan daha çok Faslıların fınduklarına benzeyen ortası avlulu bir konukevi. Ama Mandawa’dakiler özellikle dış duvarlarındaki bezemeler ve resimlerle oldukça otantik. Öğrendiğime göre hepsinde doğal boyalar kullanılmış.
Buradan Bikaner ‘e giderken yolda lastik patladı. Bizim şoföre yardım ettik. Adam şaşırdı ve hayatı boyunca ilk defa bir turistin kendisine böyle bir durumda yardım ettiğini söyledi. Osmanla birbirimize bakıp şaşırdık. Biz bize göre gayet normal bir iş yapmıştık. Kısa sürede lastiği değiştirdik.
Gece karanlığında Bikaner’e ulaştık. Amanın dedim. Saray bozması Sagar Hotel ‘i ayarlamışlar bize. Gayet nezih bir mekan. Aşırı nemli havayı zerrece kale almaksızın restoranına gidip karnımızı doyurup yarını beklemeye koyulduk.