Sabahın köründe otelden ayrılıyoruz. Bize bir taksi ayarladıkları için kolayca Houmt Souk’taki otobüs terminaline varıyoruz. Fazla insan yok. Arap dünyasında tam vaktinde diyebileceğimiz on dakikalık bir gecikme ile yola düzülüyoruz.
Yol bitmiyor. Ama bu kez geliş yönündeki insan manzaralarından pek yok. Ama yol boyu tıkınıp yemek yemedikleri zaman kusan bir kitle ile beraberiz. Bundan benden başka kimse rahatsız değil anladığım kadarıyla.
Kağıt üzerinde 7-8 saat sürmesi gereken yolculuk 10 saati aşıyor. Başkent girişinde alabildiğince kaotik bir terminalde yolculuğumuz bitiyor. Şöyle bir dolanıyorum ama şehir merkezine nasıl gidebileceğimi keşfedemediğimden bir taksiye razı oluyorum. Gençten birisine denk geliyoruz. Oteli bilmediğini söylüyor ama ana cadde üzerinde olduğu için bulabileceğimizi söyleyince ikna oluyor.
Rastlantı eseri şak diye otele denk geliyoruz. Futurüstik, temiz bir otel burası. Habib Burgiba Caddesi şehrin ana caddesi ve Paris ‘in Şanzelesi’ni andırmakta. Biraz soluklanmak için önce bir uçtaki medinanın girişine kadar gidiyoruz. Buralarda bir şeyler atıştırıyoruz. Görünüm kadar ödenen ücrette Avrupai denilebilir.
Ardından yol üzerinde bu kez ters yönde ilerliyor ve tren istasyonun olduğu kısma ulaşıyoruz. Yarın tüm buralar gezilecek.
Gün 9 – Başkent Tunus
ve Sidi Bou Said
Sabah erkenden çıkıyoruz. Otelin kahvaltısı da oldukça sağlam. Ortalama otellere kıyasla üç beş fazla vermiştim ama şimdi hiç pişman değilim. (2017 itibariyle konaklayamayacağım fiyatlara ulaşmış burası da).
LP ‘ye laf etsem de kullanmadan yapamıyorum. Sabahın ilk hedefi Bardo Müzesi. Bardo Müzesi’ne gidiş için tramvaya atlıyoruz. Anlayamadığım bir şekilde diğer hatlara nazaran çok daha fazla bir para ödüyorum. Yarım saat kadar gittikten sonra pejmürde bir istasyonda yolculuğumuzu bitirip bir ton insana sorarak hedefimize ilerleyebiliyoruz. Açık ara dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Bardo gibi bir yere giden yolu gösteren levhaları bile yerleştirmemek ancak Araplarda olabilecek bir umursamazlık herhalde.
Büyükçe bir bahçeyi aşarak müzeye giriyoruz. Burası aslında Osmanlı döneminin “Bey Sarayı”. Yani İstanbul’un bu topraklardaki yansıması. Çok sayıda odası ve işlemeli, süslemeli duvarları ile bir zenginliğinin izlerini sürmenize olanak sağlamakta. Sadece burası için bile Tunus ‘a gidilmeli.
Bardo sanılanın aksine sadece bir mozaik müzesi değil. Bununla beraber sadece sergilenen mozaiklerin boyutları, kalitesi ve görünüşleri anlatılabilecek gibi değil. Tunus’un uzun bir tarihi var. Şehrin bir saat uzağında Roma’yı ilk defa ölesiye korkutan Kartacalıların başkenti var. Romalılar burayı iki kez yakmış olsa da tekrar inşa etmeyi bilmişler.
Mozaikleri nasıl anlatmalıyım bilemiyorum. Aşırı detaylı ve renkli betimlemeler var ve boyutları akıl dışı. İstanbul’ daki Büyük Saray Mozaikleri Müzesi gözümde çok basit parçaların yer aldığı bir yer olarak görünmeye başlarken, Antep’ teki mozaik müzesinin Bardo ile boy ölçüşmeye kalkması ise tek kelimeyle küstahlık, had bilmezlik.
Mesela bir mozaik var. Tunus denizlerindeki balıkları göstermekte. Ben balıkları saymaya üşendim, ama bunu yapan usta kimse her bir balığı, rengarenk sayısız taştan oluşturmayı başarmış. Bunun gibi onlarca eser yerlerde, duvarlarda. Allah korusun buraya gelecek bir felaket tüm insanlığın kaybı demek. Salt mozaikler mi? Ya heykeller… Heykel konusunda en kaliteliler en azından antik çağlara ait en güzel örnekler Anadoludadır. Bunu aklı olan kimse yadsıyamaz. Ne de olsa büyük heykel okullarının çoğu bizim topraklardadır. Ama buradaki heykeller de en fazla bir tık geride gibi göründü gözüme. Daha fazla değil.
Lahitler dehşetli. Mezar ştelleri anlatılmaz. Hatta burada yaşamış bir medeniyete ait mermer örneklere denk geldim. Adamlar yüzlerce yıl öncesinden San Marco meydanındaki çan kulesini çizmişler gibi geldi.
Bizden olan unsurlarda var elbette. Yıllarca bizimkilerin yaşadığı bu sarayda bizim zevk anlayışımızda en zarif örnekleriyle karşımıza çıkıyor. Öyle odalar var ki… Duvarları rengarenk çiniler ile bezenmiş odalarının kubbeli tavanları da başka bir ince zevkin örnekleri ile göz okşuyor. Ama sarayın en iç burkan kısmı harem kısmı. İç avluya bakan kısmın fasadı belki de tüm Tunus’un en zarif ön yüzüne sahip ama ne gam. Harem dediğin bir nevi lüks hapishane değil mi neticesinde.
Altın ve bronz parçaları da gözlemledikten sonra müzeden ayrıldık. Şunu söylemeliyim bu müze içinde dört saate yakın bir zaman gezindik ama yetmedi. Bir bu kadar daha gezilir.
Dışarı çıktık. Onca yolu dönmek ve treni beklemektense zamanı satın alalım diyoruz artık. Ben, Bardo Müzesini böyle bir yer olarak tahmin etmemiştim. Hem zevkten sarhoş oldum hem de planladığım süreyi aştım. Ama burayı görmek bir insanın yaşamındaki güzellikler hanesine koskocaman bir artı eklettirir. Taksi bizi Habib Burgiba Caddesi’ne attı. Cadde, yüksek bir saat kulesinin altındaki Habib Burgiba heykelinden medinanın önündeki Bağımsızlık Meydanına kadar uzanan gayet Avrupai bir yol.
Medinaya doğru giden yolun solundaki ilk etkileyici bina Ulusal Tiyatro Binası. 1902 ‘de Fransızlar yapmış. Tüm gençler burada. Buradaki tiplere bakarsanız Tunuslular güzellik konusunda başa güreşebilecek kapasiteler.
Bu ilk kısımlar direkt turistlere hitap eden dükkanlarla dolu. Medinalar özellikle derinlikleri pek tekin bulunmadığından Avrupalı turistlerce belirli bir noktaya kadar girilen yerler. Dolayısıyla giriş kapısına yakın yerler daha avantajlı turistik ve dolayısıyla ticari açıdan.
Biz şimdiye dek herhangi bir sorun yaşamadığımız için – ve yaşarsak da nasıl olsa hallederiz inancıyla – derinliklere doğru ilerledik. Şehrin ulu camii olan Zeytuna Camii’ne giden yolda değişik bir tatlı görüp ondan aldık. Fındık, fıstık, şam fıstığı bal ve değişik bir şerbet içerisinde sertleştirilmiş şekilde satışa sunuluyor bu tatlıda. Fena değildi ama içeriği nedeniyle standartların üzerinde pahalıydı.
Tunus ‘un parfümleri de meşhur. En önerilen dükkanlardan birine girdik. Başta alelade turistlere yönelik Avrupalı pahalı markaların çakmaları ile başlayan sunum kısa sürede yöresel kokulara yöneldi. Açıkçası, kadınlar için hafif yasemin kokulu güzel parfümler var. Erkekler için ise genelde afrodizyak etkili parfümler öneriliyor. Değişik insanlar. Yanımda karım ve oğlum var ama adam bana parfümü satmaya çalışırken, üzerime sürersem çöldeki hiç bir kadının bana hayır diyemeyeceğini de ekliyor. Fiyatı da dehşetli. Bir çöl dilberinin reddemeyeceği bir erkek haline gelmenizin bedeli litresi 4000 euro olan bu parfüm. Densizlikleri var ama Faslılarla kıyaslarsanız açık ara ahlaklı bir millet.
Çoğu aile Araplaşmış. Türkçe bilen yok. Sadece kelimeler. Bir de soyadları var. Topçu, silahtar, bey, aga gibi onlarca Türkçe kelimeden türemiş soyadına sahip aileler.
Fransızlar ilk iş Türklerin mallarına el koymuş. İlk darbeyi Türk imajına vurmuşlar. Buna karşın Türkler İstanbula bağlılıklarını yitirmemişler. Öyle ki Vahdettin’in daha önce görmediğim pek çok fotoğrafını gördüm.
Zeytuna Camii’ne varıyoruz sonunda. Medinanın kalbi burası ve aslında adı da Zeytin Camii anlaşılacağı gibi. Müslümanlar Kartaca’yı aldığında, ordunun komutanı askerlerine burada var olan bir zeytin ağacının altında dersler verilmiş. O nedenle 734 yılında yapılan cami bu adı almış.
Büyük bir yapı. Ama bu büyüklük avlusundan kaynaklanmakta. Kapalı alanı pek büyük değil. Dışarıdan Şamdaki Emevi Camii’ne benziyor. Tek farkı minaresinin yöresel şekli. İstisnai bir durum olarak Müslüman olmayanlarda avlusuna girebiliyorlar.
Sütunlar ve başlıklar başta Kartaca olmak üzere civardaki antik kentlerden devşirilme. İçindeki sütunlarda keza öyle. İç aydınlatması oldukça güzel olmuş.
Misal, Bey Türbesi var. Zarif bir bina. Kapısında laftan anlamaz bir görevli mevcut.
Medina devasa bir yer; sanki sizin ve zamanınızın kaybolması inşa edilmiş. Üst düzey çok şey göremeyeceksiniz, ciddi güvenlik sorunlarına da hazırlıklı olun, en azından dikkatli olun. Ama sıradan Tunuslunun otantik hayatını medinanın derinliklerinde gerçek anlamda keşfedebilirsiniz.
Yorgunluktan ölüyoruz. Kartacaya gidemeyeceğimiz kesin. Hedef Sidi bou Said denilen kuzeybatıda kalan bir sayfiye kasabası. Trenle bir saatte gidiliyor. Tren deniz kıyısından ilerlerken La Guletta denilen yerdeki Osmanlı Kalesi’ni de görüp uzaktan selamlıyoruz. Devasa bir kale ve zamanının en büyük köle pazarlarından birisi bu kale içindeymiş.
Tren istasyonuna dönüyoruz. Güneş çoktan battı ve kılıksız pek çok kişi ile beraber başkente dönmek için treni bekliyoruz. Sanki, ülkede bir otorite yokmuş gibi davranan insanlar var. Medinada yaşadığımız olaydan sonra tetikteyim. Ucuz atlattık ama Tunus için kötü bir şey yazmayacağım. Kötü bir, iki it varsa bunun binlerce kat fazlası iyi insan var. Tıpkı ülkem gibi…
Sonunda yol bitiyor. Sürükleyerek adım atıyorum. Oğlum enerjik ve olanlardan pek etkilenmedi çok şükür.
Tunus turu bitiyor yarın. Dünyanın merkezine döneceğiz nihayet. Ailem şanslıymış, yada inatçı. Belki ikisi birden. Kaybedilen topraklardaki katliamlardan kaçıp payitahta sığınabilmişler. Ama buradaki onbinler bizim kadar şanslı değilmiş. Burada Türk, geçmiş zamanlarda kalan efsanevi bir varlık olarak zamanda asılı kalmış.