Sabah erkenden kalkıp yola çıkıyor ve Malatya yönünde ilerliyoruz. Yollar oldukça düzgün.
Malatya Battal Gazi ‘nin kenti. Ayrıca Danişmentlilerin de başkenti. Ama o Malatya bugün gezdiğimiz yer değil günümüzde Battal Gazi adı ile anılan yerleşimde. LP ‘de de yazdığına göre tarihi bir şeyler görmek istiyorsanız oraya gideceksiniz ama kayısı yemek için doğru yerdesiniz.
Malatya oldukça büyük ve gelişmiş bir şehir intibahı bırakıyor bizde. Bunda iki cumhurbaşkanı çıkarmasının yanı sıra ülkedeki en büyük garnizonlardan birisine ev sahipliği yapmasının da etkisi yok değil.
Ne yazık ki bu şehirde pek bir gezme şansımız olmayacak. Aslında orijinal şehir ve kalesi şimdi gezeceğimiz şehirden ayrı bir yerde kaldığı için biz burada sadece “Kayısı Pazarı” nı gezeceğiz sadece. (Buraya yerliler “Şire pazarı” da demekte.)
Kayısı pazarına giderken şehrin en gözde mekanı Kernek ‘den de geçiyoruz. Dağlardan gelen sular burada güzel bir mesire yeri oluşturmuş. İsmet İnönü zamanında burada sular kanallarla şehre dağıtılmış. Böylelikle şehrin yaz sıcağında bir nebze olsun serin kalması sağlanmış.
Kayısı Pazarı’ndan bahsedelim. Kayısı zaten Malatya ‘nın en meşhur ürünü. Bu pazarı da nasıl tarif etmeli? Bizim İMÇ bloklarına benzer ama yalnız iki katlı, avlulu bir alandan oluşmakta. Etrafa da dağılmış irili, ufaklı çok sayıda dükkanda mevcut.
Ortam sıcak. Kayısı kuruları, üzüm kuruları, bademler ve bunlarla bağlantılı olarak aklınıza gelebilecek envai türlü tatlı vb burada pazarlanmakta. Elbette ki İstanbul fiyatlarıyla kıyaslanınca çok ucuza geliyorlar. Satıcılar mallarını tattırıp satmanın derdinde. Bunun için yarım kiloya dek tadımlık helal diyorlar ve bunda da ciddiler.
Çarşının dışındaki dükkanların birinde de çeşitli tropikal meyvelerin kuruları satılmakta ki bunların çoğunu değil görmek adlarını dahi duymadım. Adı Pile başlayan sarı bir meyveyi tattım. Ömrü hayatımda bu denli berbat bir şey yediğimi hatırlamıyorum. Acımtrak bir tat. Dükkancı bile halime acımış olacak ki ağzım tatlansın diye lokumları tıkıyor ağzıma.
Kayısı pazarının hemen dışında büyük bir otobüs durağı var. Buradan şehrin her köşesine ulaşabilmek mümkün.Dost tavsiyesi, burada ipin ucunu kaçırmayın tadımlıklarla. Kayısı bu, fazlası bozar motoru.
Buradan Elazığ ‘a gidiyoruz. Yol üzerindeki Kömürhan Köprüsü’nü geçer geçmez durup bir mola daha veriyoruz. Kömürhan Köprüsü 17. yy sonlarında Bağdat Seferi’ne giden 4. Murat tarafından Fırat Nehri ‘ni aşmak için yaptırılmış.
Artık Elazığ’dayız. Küçük, gelişmemiş bir yer beklerken yemyeşil, uzun caddeli, Avrupai bir kente denk geliyorum. Hemen hemen her kavşağın ortasına şehirle ilgili bir heykel dikmişler. Ki bunlar şehri İstanbul’daki gibi sosyal demokrat belediye döneminin laf ola beri gele gudik heykelleri gibi değil. Ufak tefek ama sevimli parçalar.
Aslında Elazığ ‘ın doğuşu Harput ‘un ölümüyle bağlantılı. 1856 da çok kötü bir kış geçer. İnsanlar aylarca evlerinden dışarı çıkamaz. Ölümlerin artması, salgın ve hırsızlık nedeni ile devlet buraya asker gönderir. Ama askerler tepedeki Harput ‘a çıkmak yerine ovaya kamp kurarlar. Süre geçtikçe de idari yapılar inşa edilir. Abdülaziz zamanında kurulduğundan Mamüret –ül Aziz ismi verilmiş. İnsanlar Harputtaki evlerini yıkıp bu yeni yerleşimdeki yapıların inşasında kullanmışlar. Mamüret –ül Aziz ismi ise uzun geldiğinden olsa gerek El Aziz ‘e dönüşmüş kısa zamanda. Bu da Elazığ ‘a
Şimdi Harput ‘a yöneliyoruz. Zamanında oldukça büyük, görkemli bir yerleşimmiş. Şimdi ancak bin kişi yaşasa da o şaşaalı dönemlerde seksen bin kişi yaşarmış Harput’ta. Adını unuttuğum Fransız bir gezgin Harput için “masallarda anlatılan doğu şehirlerinin gerçek örneği” dediğini okumuştum Harput’ta çok sayıda kolej ve elçilik bulunmaktaymış.. Özellikle burada yer alan Amerikan kolejleri yerli Ermeniler arasında Protestan misyonerliği yapıp taraftar toplamaya kalkınca ermeni cemaatleri arasında çatışmalar yaşanmış. 1915 tehciri ile yerli, zengin Ermenilerin gitmesi kasaba için öldürücü darbeyi vurmuş.
İtiraf etmeliyim ki namını çok duyduğum, hakkında çok şey okuduğum Harput benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Doğru, düzgün sağlam bir yapı görebilmek neredeyse imkansız.
Yaşlı kadın yakınlarına rüyasını açar. Her sır gibi bu sır da kısa sürede şehre yayılır ve insanlar kadını ikna etmek için akın akın gelirler. Fakat kadın ikna olmayınca toplanır gece evini taşlarlar. Kadıncağız, çaresizce, korku içerisinde ertesi günün sabahı türbeye girer Arap Baba ‘nın kafasını kesip nehre atar.
Kuraklık biter ve yağış başlar. Ama yağmur o denli çok yağmış ki başta rahmet sanılan yağışlar kısa zamanda felakete dönüşmüş. Gecelerden birinde bu kez yaşlı kadının rüyasına Arap Baba girer ve eğer kafasını attığı yerden alıp türbesine götürmezse yağışların süreceğini, ayrıca kadının da başına türlü felaketlerin geleceğini söylemiş. Kadın sabah erkenden zatın kafasını arar, bulur ve türbesine bırakır. Bundan sonra yağışlar durur ve her şey olması gerektiği gibi olur.
Günün birinde bir kale yaptırmaya karar vermiş şehrin yöneticisi. Kalenin ilk duvarları yükselmeye başlamış ama kuraklık gelince su bulunamamış harca katmaya. Bunun üzerine dökülen sütler su yerine harca karıştırılmaya başlamış. Güğümlerle inşaata taşınmış. Şimdi belli olmasa da eskiden kale süt beyaz bir renge sahipmiş. Kalenin altında da yine başka bir rivayete göre incecik bir kıla bağlı bir güğüm varmış. Kıl kopup da güğüm düştüğünde kale de yıkılacakmış buna göre.
Bir başka rivayette ise kalenin altında sayısız tünel bu tünellerin birinde de altın bir oda bu odada da uyuyan bir kız varmış. Sadece yılın bir günü uykusundan uyanır ve “Süt kalesi yıkıldı mı? Katırlar kuzuladı mı ? Dere hamamının yerinde yeller esiyor mu?” diye sorarmış. Olumsuz cevap alınca da geldiği odaya döner uyumaya devam edermiş. Bu üç koşul gerçekleştiğinde de zaten Harput yıkılacak ve kıyamette kopacakmış.
İleride Murat Nehri ve üzerindeki baraj gölü belli belirsiz bir şekilde ilerilerde ufka değin manzarayı oluşturmakta.
Balak Gazi bence Türk tarihinin en büyük isimlerinden biri. Rastlantı eseri ve elbetteki yabancı bir kaynakta ismi ile karşılaşmıştım. Gerek Türk gerekse Müslüman aşiretleri, beylikleri birbirlerinin üzerine atılmışken Haçlıları defalarca yenip kalelerini peşi sıra almayı başarmış büyük bir savaşçı. Yine bir kuşatma sırasında cephede ok ile vurularak şehit edilmiş. Türbesi Halep’te imiş. Şimdi diyeceksiniz, “Halep ‘e gittiğinde neden varmadın Balak Gazi ‘nin türbesine?” diye. Türbenin Halep’te olduğunu burada öğrendim, ama Halep ‘in neresindedir onu da ancak Tanrı bilir
Buradan sonra Hazar Gölü ‘ne varıyoruz. Elazığ her bir köşesi ile beni şaşırtmaya devam ediyor. Gölün kıyısı oldukça güzel yazlıklar, restoranlarla çevrili. Bana fotoğrafını gösterip neresi olduğunu sorsanız Marmaris, Bodrum diye ahkam keserdim.
Ama burada da bazı sıkıntılar mevcut. Son yıllarda gölün suları sulama, kuraklık, sıcaklık gibi nedenlerden ötürü beş metre kadar çekilmiş. Ama bu beş metre gölün hacminin çok önemli bir miktarını oluşturmakta.
Gölün ardındaki dağlar sırt üstü yatmış bir kadına benzetilmekte. Hayal gücümün etkisiyle tüm dağları benzetebildiğime inanıyorum.
Buradan turun en gizemli ve gidişi belirsiz kenti Diyarbakır‘a doğru yollanıyoruz. Dün gece gene ortalık karışmış şeklinde haberler vardı.
Diyarbakır girişinden itibaren büyük bir kent olduğunu belli ediyor. Bununla beraber işin rengi dünyanın en uzun ikinci olduğunu iddia ettikleri ama aslında dördüncü olan surlarını (Sırasıyla sur boyutuna göre İstanbul, Antakya, İznik ve Diyarbakır diye gitmekte) aşınca bir şark kentine girildiği belli oluyor.
Geçmişin en belirgin izi surların kendisinde saklı. Bazalt kayaçlar kullanıldığı için iç karartıcı bir havası var. Fakat gerek burçların gerekse burçlar arası duvarların içinde uzaktan da olsa seçilebilen değişik geçitler vb var. Rivayetlere göre şehrin en sakat bölgelerinden biri olarak anılan surlarda gezip de başı belaya tutulan bir gezgine ait bir gezi yazısına da denk gelmedim.
İstanbul’da aldığımız çeşitli haberler nedeniyle gerginim. Öyle bir hava yaratılmış ki sanki ateş hattında geziyormuş gibi hissediyorum. Fakat Topkapı’da eskiden olan dükkanları andıran çarşılarda gezerken ne ters bakan birini ne de laf atan bela arayan birilerini görüyoruz. BDP ‘nin seçim araçları ve bürolarını saymazsak dükkan tabelalarının neredeyse tamamı Türkçe.
Önce Cahit Sıtkı Tarancı‘nın günümüzde müze olarak kullanılan evine gidiyoruz. Cahit Sıtkı şehrin önde gelen ailelerinden Pirinççizadeler’in oğlu imiş ve eğitimini Galatasaray Lisesi’nde almış. Dedemin en sevdiği şair olduğu için hakkında epeyce bir bilgim var. Detay düzeyinde hatta.
Kendisinin çok çirkin olduğunu düşündüğünden sadece vampir gibi geceleri sokaklarda gezermiş. Pek toplumsal konulara girmediğinden sol güruh tarafından pek sevilmez. Şiir yazmayı yaşamak olduğu için yapar. Kazandığını sigaraya ve içkiye yatırır ki bu ikili onun için soluk ve su ‘dur. Buna karşın dertli, sıkıntılı bir insandır. Şiirleri had safhada depresiftir. En sevdiğim dizelerinden biri size ışık tutacaktır sanırım.
Bir namazlık
saltanatın olacak
taht misali o musalla taşında…
Ha, bir de Beşiktaşlım dediği ulaşamadığı bir aşkı da vardır şiirlerinden anladığımız kadarıyla.
Yine bazalttan yapılmış avlulu, zarif işlemeleri olan yapıda bir başka şairin daha heykeli var ama kimdi o, unuttum
Burada çocuklar Cahit Sıtkı ‘nın şiirlerini okuyup üç beş kurul bahşiş alıyorlar.
Çıktıktan sonra daracık sokakları geçip şehrin Ulu camisine varıyoruz. Bu yapı mutlaka görülmesi gereken bir eser.
Başlangıçta pek çok kıçı kırık bina, yer varken burası neden UNESCO ‘ya girememiş çözebilmiş değilim. Yapı bu coğrafyanın pek çok ulu camisi gibi kiliseden devşirme. Hama Ulu Camii ‘nin benzeri, çan kulesinden dönme bir minaresi var. Her ne kadar hali hazırda restorasyon varsa da avlusunda durmak dahi kafi.
Yapıda gene bazalt kullanılmış. Yapının kiliseden devşirildiğini söylemiştim ama kilise olana dek havra ve ateş (yada güneş) tapınağı olarak da kullanılmış. Sağ tarafındaki duvarın ikinci katında yer alan sütunların her biri farklı desenlerle bezenmiş.
Karı koca yapının her detayına bakmaya çalışırken orta yaşlı bir adam yanıma gelerek üzeri çimento ile kapatılmış bir yeri işaret etti. İki ilginç simgenin arasındaki bu yer için “Ne vardı ki bunda” diye sorduğumda önce “araştır, bul” diye yanıtladı. Sonra dönüp “ateşe tapanların işareti vardı “ diye ekledi.
Otobüslere binmek için geldiğimiz yere doğru ilerliyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye dek hiçbir problem yaşamadığımız gibi problem olabilecek bir hava da yok. Bununla beraber biz otobüsü beklerken çok sayıda sivil polis bizlerin etrafını sarıveriyor güvenlik önlemi olarak
Buradan burçlara geçiyoruz. Bu burcun altındaki bölümün ne için yapıldığı net olarak bilinmemekte. Tapınak olarak da yapılmış olabilir askeri amaçlı olarak da. Ben oyumu tapınaktan yana kullanıyorum. Zamanında her ne olarak kullanılmış olursa olsun günümüzde kafe olarak işletiliyor.
Neyse, buradaki burçtan şehrin dış kesimlerini görebiliyorsunuz. Surların üzerinden Artukluların yaptırdığı “On gözlü Köprü”yü de görmeniz mümkün. Etrafındaki bahçelik alan ise bir zamanlar yetişen devasa Diyarbakır karpuzlarının yetiştiği tarlalar.
Bu burçtan yakın çevreyi de görebiliyorsunuz. Civarda yüksek bir bina yok. Bu burcun adı Keçi burcu ve Mardin Kapısı’nın hemen yanında yer almakta. Ayrıca Nur burcu, Yedi kardeş burcu ve Melikşah burcu da diğer güzel ve tarihi yapılardan.
Burada vaktimiz olduğu ve de şansımıza gezme ve anlatma isteği had safhada bir rehbere denk geldiğimizden Atatürk Köşk ‘üne gezi programında olmadığı halde gittik. Bu köşk Dicle ‘nin öte kıyısındaki bir tepeye kurulu 15. yy ‘dan kalma eski bir Akkoyunlu yapısı. İki katlı yapıya Atatürk, şehre geldiğinde uğramış ve burada konaklamış.
Binanın giriş katındaki eyvanda “hayat” denilen su sisteminin yanında birer oda var. Bunlardan birinden üst kata çıkıyorsunuz. Burada büyük bir sağın ve sağdaki odada Atatürk ‘ün yatak odasını görebilirsiniz.
Öndeki balkon oldukça büyük ve güzelce de bir manzaraya sahip.
Köşkü ziyarete gelip gezen onlarca çocuğun arasından geçip bizi bekleyen otobüslerimize ulaşıyor ve Mardin’deki otelimize doğru yola koyuluyoruz.