Edirne’ye gidelim diyoruz ama gidemiyoruz ne zamandır. Sonunda kardeşimle yollara düşüyoruz. Otobüs c.tesi sabah 7 ‘de Esenler otogarından kalkacağı için Cuma akşamı annaneme gidiyoruz. Kadıncağızın gönlü oluyor ama uyku hak getire. Sabah 5 gibi kalkıp toparlanıyor ve servis ile otogara geçiyoruz.
Edirne yolu çok rahat. Topu topu iki saat on beş dakika sürdü. Edirne otobüs terminali ile merkez arasında epeyce mesafe varmış. Halbuki google earthden baktığımda yürünebilir bir mesafeymiş gibi görünmekteydi. Neyse ki terminal ve merkez arasında ücretsiz servisler var. Servisler Selimiye Camii’nin hemen yakınında belediye binasının yanına gelmekte. Terminale dönerken de buradan binmeniz gerekiyor. Şehirde ayrıca terminal ve merkez arasında işleyen minibüsler de mevcut.
Edirne’yi gezmeden şöylece bir bahsedeyim tarihinden. Trakyalılar burada Orestia adında bir kasaba kurarlar. Romalılar gelince buranın yerini oldukça beğenirler. Nasıl beğenmesinler ki. Su sıkıntısı yaşanması mümkün olmayan Asya’yı Avrupa’ya bağlayan yolun üzerinde bir yerleşim. Hadrianus bunun üzerine kasabaya şehir statüsünü bahşeder ve şehrin adı da Hadrianopolis olarak değişir.
Şehir etrafında her zaman büyük savaşlar olur. Constantinus Licinius ‘u Roma surlarının dışında yendikten sonra burada bir kez daha yener. Licinius şehre sığınır ama bir kez daha yenilince bu kez Byzantium ‘a kaçar. Constantinus peşine düşer. Roma’nın yeni başkenti Konstantinopolis olunca Edirne Via Egnatia da yani Roma- İstanbul yolunun üzerinde olduğu için ticari açıdan çok gelişir. Sonrasında Roma ikiye ayrılır, doğuda kalır. Pek çok kez kuşatılır, kimisi surlarından kös kös geri dönerken Atilla Edirne’nin içinde gezer bir müddet. Avarlar da duvarları aşar. Sonrasında bir dönem Bulgarlar ve Bizanslılar arasında pin pon topu gibi defalarca el değiştirir.
Hatta 2. Haçlı seferinde Haçlı ordusunca kuşatılır ama saldırının son aşamasında Edirneliler bir halk hareketi ile karşı saldırı düzenleyerek haçlıların kuşatma araçlarını, kulelerini yakar büyük kayıplar verdirirler. Şehir kuşatılır, işgal edilir, defalarca el değiştirir ama hala zengin bir ticaret kentidir.
Türkler Gelibolu üzerinden Avrupa’ya çıkınca önce Dimetoka ele geçirilir. Burası günümüzde belki Yunanistan’daki en fakir, en çaresiz yerleşimdir ama o tarihlerde yörenin en büyük yerleşimi ve en güçlü kalesidir. Ardından İstanbul yolundaki kalelerde ele geçirilince Edirne’deki Bizans güçleriyle karşılaşma da kaçınılmaz hale gelir. Yapılan mücadeleyi bizimkiler kazanır ve Bizans güçleri Edirne Kalesi’ne sığınır. Ordu Edirne’ye gelince şehri savaşmadan teslim ederler.
Şehir alınınca sultan gönderdiği mektuplarda şehrin isminden “Edrine” diye bahseder. Dar-ül Mülk, Dar-ül Karar, Dar-ül Meymene ise diğer isimleridir.18. yy da Edrine‘de unutulup Edirne ‘ye dönüşmeye başlar.
Sonrasında bir dönem başkent olur Osmanlı’ya. Sultanlar İstanbul’da olsalar bile sıklıkla buraya gelirler yada işlerine karışan aile üyelerini buradaki saraya gönderirler. Hatta kimileri burada yaşamayı tercih eder kimi zaman. Rivayettir başkenti tekrar buraya taşımak isteyeni de çıkmıştır ama akıbeti pek iyi neticelenmemiştir.
Sakin geçen yüzyıllar sonunda kötü günlerde gelir çatar. İşgaller tekrar başlar. Nihayet şehir bizde kalır.
Artık şehre geliyoruz. Selimiye Camii hemen dibimizde. Önce arastayı gezdik. Bir zamanlar camiye gelir sağlamak için ayakkabıcılar tarafından işletilen arasta günümüzde zamana daha doğrusu turizme uyarak hediyelik eşyaların satıldığı bir çarşı görünümüne bürünmüş. Edirne’nin karakteristik hediyelik eşyaları olan küçüklü, büyüklü oyuncak bebekler, aynalı süpürgeler, kokulu, meyve şeklindeki sabunlardan badem ezmesine dek her şeyi temin etme imkanınız var. Meyveli sabunlar için bir parantez açmam gerekiyor sanırım. Şehre gelen yolda meyve sabunu heykeli var bunu da unutmadan eklemeliyim.
Alacaklarımızı dönüşte alırız diyerek önce camiye yöneliyoruz. Selimiye Camii hakkında arada çeşitli bilgiler vereceğim. Gerçi ansiklopedik bilgi ama bazı sayısal bilgiler üzerinde durulmazsa olmaz. Şahsi açıdan üzerinde durmam gereken mantıksal tutarsızlıklar da var.
Önce Osmanlı döneminin hatta tahminen tüm Türk tarihinin en büyük kubbesi bu. (Yeni yapılan hilkat garebesi kubbeleri kaale almıyorum) Yaklaşık 31,3 m lik kubbe hakkında yaptığım araştırmalarda tıpkı rakibi Aya Sofya gibi tam yuvarlak değilmiş. Ama Aya Sofya hafif elipsleşmiş 31 ‘e 32 m. lik kubbesi ile Selimiye ‘yi hem geçmiş hem geçilmiş. Mimar Sinan ‘ın eserlerini kaleme aldırdığı tezkirnamesinde Selimiye Camii ile küffar mimarları alt ettiğini söylemiş. Bana bu mantıksız geliyor. Mimar Sinan kendi inşa ettiği kubbe ile avcunun içi gibi bildiği Aya Sofya ‘nın kubbelerini ölçemeyecek birisi olamaz. Bugün Aya Sofya halen ayaktaysa Koca Sinan ‘ın eklediği o iki minarenin sayesinde ayakta. Bunu Haldun Hürel de düşünmüş ve araştırmış. Aya Sofya‘nın kubbe ölçülerinin diğer kimi ölçüleri ile orantılandığında hristiyanlıkla ilgili kimi rakamlara ulaşıldığını bu mantıkla yola çıkılırsa bir üst kademe kubbenin çapının yaklaşık 47 m olacağını bulmuş.
Sayılar burada da önemli. Mesela on iki şerefe 2. Selim ‘in on ikinci sultan olmasından kaynaklanıyor.
Yapının inşası 1568 ‘de başlayarak altı sene sürmüş. Neden Edirne’ye bu büyüklükte bir cami yapıldığı hala bilinmese de pek çok rivayet var elbette. Bunlardan biri gene rüya yoluyla tebliğ. Bu kez İslam peygamberi sultanın rüyasına girer ve camiyi Edirne’de yapmasını söyler şeklinde.
Muazzam büyüklükte bir kubbe yapabilmek ancak muazzam bir meblağın harcanması ile mümkün. Yapının finansmanı içinde türlü söylentiler varsa da Kıbrıs Adası’nın fethinden sağlanan gelir ile inşa edildiği ağır basmakta. Araştırırken en merak ettiğim konulardan birinin cevabını bulabildim. “Daha önce ne vardı?” Daha öncesinde 1. Murat‘ın inşa ettirdiği ve Yıldırım Bayezıd zamanında da kullanılan Eski Saray yer almaktaymış burada. Mimar Sinan bu camiyi yaptığında “ustalık” dönemi eserini inşa ettiğini de söylemiş. Bu caminin bir bakıma prototip sayabileceğimiz bir örneğini ise İstanbul Azapkapı’daki Sokullu Mehmet Paşa Camii’ni inşa ederken yapmış.
Caminin bahçesine giriş yapılan kapılara zincirler yerleştirilmiş. Böylelikle eğilmeden giremiyorsunuz. Tahminen camiye saygı amaçlı.
İç avluda çok sade, bence camiye pekte yakışmayan bir şadırvan var. Bunun mükemmel olduğunu söyleyenler varsa da benim görüşüm bu şekilde. Son cemaat yeri ve diğer kısımları taşıyan sütunların arasında epeyce devşirme parçada mevcut. Çoğunluğunun Enez civarındaki kalıntılardan getirildiği tahmin edilmekte.
Caminin içi havadar, geniş bir mekan. Bir o kadar da sade. Devasa kubbeyi taşıyan fil ayakları duvarların arasına öyle ustalıkla giydirilmiş ki gözü rahatsız etmiyor kesinlikle. Uzaktan da bakıldığında kubbenin adeta bir kapak gibi yerleşmiş olduğunu görebiliyorsunuz. Ortada zarif bir müezzin mahfeli var. Altında küçük, mermer bir şadırvan mevcut ve mahfelin sağında solunda öyle bir ahşap işçiliği var ki uzaktan kadife kaplı gibi gelen işlemelerin ne olduğunu ancak dokununca anlayabiliyorsunuz.
Kubbeden de bahsedelim. Oldukça büyük. Aya Sofya yada San Pietro kadar yüksek olmadığından daha da büyük görünüyor perspektif nedeniyle. Yüksek değil dediğime bakmayın gene de kırk metreyi aşan bir yüksekliğe sahip.
Minber güzel. Üstündeki külah İstanbul’daki bir iki camideki benzerlerinde de olduğu gibi çini kaplı. Aynı zarif çinilere mihrap kısmında da rastlanmaktaki caminin çinilerinin önemli bir kısmı 77-78 Rus savaşında şehri işgal eden Ruslar tarafından götürülmüş.
Küçük bir detay ise klasik İslam ve Türk mimarisinin en yüksek ikinci minareleri bunlar. Babürlülerin Delhi’de diktikleri Kutup Minar biraz daha yukarıya ulaşabilmiş.
Camiden çıkıyoruz. Hedefimiz haritaya göre hemen caminin yanında yer alan arkeoloji müzesi. Arada eski medrese binasında Selimiye Camii Müzesi diye de bir yer var ama oraya sonra uğrarız diyerek eliyoruz. Sonradan görüyorum ki epeyce bir şey kaçırmışız bu şekilde.
Cami ile müze arasında mezar taşlarının sergilendiği bir kısım var. Genelde son dönem taşlar mevcut fakat İstanbul’dakiler kadarda göze güzel gelmiyor. Bununla beraber burası mutlaka dolaşılması gereken bir yer. Neden derseniz çok sayıda yeniçeri mezar taşı burada görülebilir. Yeniçeri ocağının kaldırılması sonucunda mezar taşlarına dek imha edilen bu kültüre ait hurafe ve efsaneler dışında çok az bir şeyler kalabilmiş günümüze.
Müzeye giriş 3 TL. Giriş sırasında her yerde olduğu gibi sırt çantamı bir kenara koyabilmeme olanak sağladılar. İyi de oldu. Tahminen fazla gelen giden olmadığı için yakın davranabiliyorlar bizlere.
İlk kısım Edirne ve yöresine ait etnografik eserlerin sergilendiği kısım. Genelde çok ilgilenmem ama burası gerçekten görülmeye değer. Yöredeki yerel kıyafetler oldukça renkli ve kaliteli imiş. Kardeşimle yine konuşuyoruz bunu. Neden Avrupa’nın bazı kırsal bölgelerinde yaşayan insanlar belki turistik olduğu belki de bir yaşam biçimi olduğu için halen kendi özgün kıyafetlerini giyip korurken biz neden bu yaşam biçimini terk etmiş olabiliriz. Salonda kilimler, halılar, çeşitli mutfak eşyaları var. Nispeten en büyük kentlerden biri olduğu eşyaların materyallerinde de kendini gösteriyor. Ayrıca Isparta’nın gülcülüğünün kökeninin Edirneli üreticiler olduğunu da öğreniyoruz. Isparta’nın gül yetiştirmede yetersiz toprağında bu işi başarabilecek yetkinlikte bir buranın çiftçileri bulunmuş. Başarmışlar da. Burada ayrıca detayını bilemediğim “Edirnekari ” tekniğiyle yapılan çeşitli ahşap parçaların yanı sıra Atatürk ‘ün Edirne’ye geldiğinde kullandığı eşyalar yer almakta.
Buradan bilimum fosilimsi kalıntıları da geçerek arkeolojik kısma geçiyoruz. Önce bizi ortada bir ştel karşılıyor. Roma şteli ama yunanca yazılmış. Yunan kültürü nasıl Roma’yı bu denli etkileyebildi, Roma vasıtasıyla mı korkunç bir coğrafyaya yayıldı? Bir başka tartışma konusu daha. Diğer ştellere de bakıyoruz. Lahitlerden de mevcut.
Biraz ötede pişmiş topraktan yapılmış çok sayıda Afrodit heykelciğinin sergilendiği camekana bakınıyoruz. Oldukça kadınsı hatları olan heykelcikler. Aynı tarzda duran, çeşitli boylarda çok sayıda heykelcik. Bu taraftaki camekanlarda küçük bronz yada mermer heykelcikler de sergilenmekte. Karşısındaki duvarda ise daha büyükçe parçalar var. Bunların içinde benim oldukça hoşuma gidenler bir maymun maskı, büyükçe bir mezar şteli ve üzerinde üç kadının betimlendiği bir başka ştel.
Biraz ileride nispeten yeni parçalar var. Burada da Aziz Giorgios kültürünün İslami versiyonunun Hızır olduğunu öğreniyoruz. Pullu bir canavarı öldüren Aziz Giorgios temalı pano da mutlaka görülmeli.
Asıl bomba ise sırada bekliyor. İki taş kabartma levha var. Geç Hitit dönemine ait bu taşlar Pazarkule mi Kapıkule mi sınır kapılarının oralarda bulunmuş. Trakyada Hititlerle ilgili bir şey olduğunu hiç bilmiyordum. Daha neler öğreneceğiz kim bilir…
Bahçesinde sağ tarafta yeni dönemlere tarihlendirebileceğimiz taş parçalar var. Önemli bir Musevi nüfusu barındırdığı için çok sayıda İbranice taş kitabe ve lahit var. Biraz ötede ise hristiyan ve İslami dönem mezar taşları yer almakta. Müze binasının arkasını dönünce çok sayıda mezar taşını sıralanmış bir şekilde görüyorsunuz. Burada bir dolmen iki de menhir görülebilir. Dolmenlere halk “kapaklıkaya” da demekte. Özellikle Lalapaşa taraflarında bunlara sıkça rastlanmakta. Kökeni Keltlere dayanan İrlanda’dan Edirne’ye dek uzanan coğrafyada karşılaşılabilen örnekler bunlar.
Dolmenin yanında kapaksız bir lahit daha var. O epey hasarlı ama yanındaki büyük lahit görmeye değer. Özellikle lahdin kısa kenarlarında yüzlerdeki gözlerin biri normal bakarken diğeri havaya bakmakta. Neyi ifade ettiğini bilmiyorum ama bu güzel detayı fark edip bana gösterdiği için kardeşime tekrar teşekkür ederim.
Muradiye Camii’ne doğru giderken yolumuzun üzerinde minaresi yıkık, viran görünümlü ama alışılmadık bir başka camiye denk geliyoruz. Kalın duvarlı, kubbesiz yapının adı Atik Ali Paşa Camii. 1506 ‘da inşa edilmiş. İlginç yanı (içine giremediğimiz için sadece gördüğümüz kadarı üzerinden yorum yapabiliyorum) son cemaat yerinde tamamen devşirme malzeme kullanılmış olması. Fark edilmeyen bir değer olarak görüyorum bu yapıyı.
Yürüyoruz. İleride bir tepeciğin üzerinde Muradiye Camii görülüyor. Güzel bir yerde ama ona doğru giderken fakir semtleri aşıyoruz. Kimi bahçelerde uzun geçmişe sahip yapılardan arta kalan duvarları seçebiliyoruz. Sonunda caminin bulunduğu bayırdan yukarıya doğru arnavutla kaplı yokuşu tırmanıyoruz abi, kardeş.
Sonunda giriş kapısında sokak köpeklerinin miskince yattığı, çöplerin gelişi güzel bir şekilde fırlatılıp atılmış olduğu camiye girebiliyoruz. Manzara çılgınca. Selimiye tüm heybetiyle o ev kalabalığının üzerinde vakurca dikilmekte. Öteki taraflarda ise tarlalar, ekili alanlar vb varsa da şehrin genel durumu nedeniyle çekim yapmak çokta mümkün değil.
Caminin bahçesinde bir de şadırvan var. Giriş kapısının dibine kadar park edilmiş araba nedeniyle ön cepheden de güzel bir resim alamıyoruz. Ama pes etmek yok. İçine giriyoruz. Ters T tipi, Bursa camilerine benzer bir yapı. Restore edilmekte gibi. Neden “gibi” ekledim derseniz açıklayayım. Beyaz badananın altına inilip bazı bezemelere, kalem işlerine ulaşılmış. Zaten caminin içindeki duvarda yapılanlar, ne neydi, ne oldu gösteren fotoğraflar da var ama çalışmalar ne aşamada , bitti mi devam mı ediyor anlaşılmıyor. Yine de işlemelerinden zamanında çok güzel bir cami olduğu aşikar. Özellikle mihrabının renkli çini işlemeleri, nakışları anlatılacak gibi değil.
Burada işimiz bitti. Nehrin karşı kıyısına geçeceğiz. Günümüzde Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Sarayardı Çayırı’na giriyoruz koyu sarı akan Tunca’yı aşarak. Burası güzel düzenlenmiş bir alan. Her ne kadar güreşlerin yapıldığı alana girmemişsek de etraftaki heykeller dikkate değer. Kurtdereli, Kel Aliço ve Koca Yusuf gibi efsane güreşçilerin heykellerinin yanı sıra kimi Kırkpınar ağalarının da bronz heykelleri mevcut.
Kırkpınar Türk güreş kültürünün en eski, en organize örneklerinden biri. Anadolu’da, Batı Trakya’da ve Orta Asya’daki pek çok yağlı güreş turnuvasının en önemli örneği bu. Rivayete göre Süleyman Paşa döneminde Trakya’nın altını üstüne getiren akıcılardan bir grup mola verdikleri bir yerde güreşe tutuşur. Fakat akıncılardan ikisi bir türlü birbirini yenemez, son güreşlerinde ise ikisi birden cansız yere yığılırlar. Arkadaşlarını bu çayıra gömen akıncıların yıllar sonra yolları yine buraya düştüğünde mezarların olduğu yerde akan bir pınar görürler. Halk ise burada yatanların “kırklardan” yani ermişlerden olduğunu düşünür ve Kırkpınar adını verip burada her yıl güreş tutmaya başlarlar ve gelenekleştirirler. Araştırmalara göre buradaki güreş geleneği bir yüz yıl kadar geriye inip Sarı Saltuk efsanesinin başladığı günlere değin geriye çekilir. Osmanlılar 1. Murat döneminde efsaneyi sahiplenir. Aslında Kırkpınar çayırında yapılan güreşler bu alan sınırlarımız dışında kaldığı için Sarayiçi mevkiindeki alanda yapılmaktadır.
Yarışlara katılacak güreşçiler kırmızı dipli mum ile Kırkpınar ağalarınca çağırılmakta.
Buradan bir köprü daha geçeceğiz. Hemen sağımızda Abdülaziz ‘in Avrupa gezisinden dönüşü sırasında Edirne’ye de uğraması anısına diktirdiği dikilitaş mevcut. Köprüyü geçmeden güzel bir kule ile karşılaşıyorsunuz. Bu kulede İstanbul’daki benzeri gibi adalet kasrı adını taşımakta. Sivri külahlı bir çatısı olan çok katlı, şirin bir kule. 1561 yılında yapılan bu dört katlı yapının en üst katında bir de mermer, fıskiyeli bir havuz olduğu söyleniyor. Yanındaki yeni restore edilmiş taş köprüyü de (Fatih Köprüsü ) aşarak eski Edirne Sarayı’nın kalıntılarına geliyoruz.
Burası Osmanlı’nın Edirne’yi başkent olarak kullandığı dönemlere değin uzanan bir tarihe sahip. İstanbul sonrası zamanla iyiden iyiye gözden düşmüş nihayetinde içerisinde saklanan mühimmatın havaya uçurulması sonucunda epeyce bir kısmı yok olmuş dev bir kompleks. Günümüze sağlam olarak kalmış diyebileceğimiz önemli bir parçası yok. Sadece sarayın hamamına ait olan bir kısım nispeten ayakta. Birde ileride yolun kenarında yer alan bir kapı duruyor. Sarayın av için kullandığı devasa bahçedense kala kala günümüzde “Tavuk ormanı” denilen ağaçlık alan kalmış.
Nehir kıyısında ise Balkan Şehitleri Anıtı mevcut. Hazır buraya gelmişken kısaca şehrin son dönemlerinden de bahsetmek gerekli. 1361 ‘de aldığımız şehir son iki yüzyılda epey hasar almış. Muhtemelen günümüzde dahi şehrin fakir görünümünün temellerinde bu durum yatıyor olmalı. 1828-29 Rus savaşında Rus orduları şehre girer. Bunun sonucunda Ruslarla Edirne anlaşması yapılır ve anlaşmaya istinaden Ruslar Prut Irmağı’na dek ele geçirdikleri toprakları boşaltırlar ama bunun karşılığı Osmanlı için çok ağır olur.
İkincisi, 93 harbi olarak da bilinen 1877-78 Rus savaşında gerçekleşir. Burada da Ruslar bir evvelkinden daha da ağır şartlar karşılığında şehirden ayrılırlar. Gidişleri sırasında Selimiye Camii’nin çinileri gibi pek çok eseri de yanlarında nakletmeyi ihmal etmezler.
Bu alanda yatan şehitlerimizin dönemi ise ilk Balkan savaşına denk gelmekte. Bulgar Orduları karşısında Osmanlı Orduları dağılır. Bulgarlar Çatalca’ya dek ilerlerler. Edirne’de bulunan Şükrü Paşa ‘ya İstanbul Hükümeti kırk gün direnmesini söyler. Şükrü Paşa görgülü, kültürlü, dirayetli bir Türk subayıdır; Balkanlardan sel gibi akıp gelen Müslüman ahalinin halini görünce direnmesi gerektiğini hemen kavrar. Şehrin ve halkın tüm yokluğuna karşın yüz elli beş gün direnir. Bu direniş sırasında çevresindekilere şöyle emreder. “Düşman hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem beni mezara koymayın. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir âbide dikeceklerdir”
Fakat savaş iyice çığırından çıkıp da şehrin akıbeti açıkça ortaya çıkınca karar değişir. Şükrü Paşa‘nın her şeye rağmen geleceğe güveni vardır. Edirne’nin tekrar bizim olacağına emin olduğundan bize ait işaretlerin yok olmaması gerektiğini düşünür. Anıt yapıların yıkılmaması, mezarlıkların, türbelerin yok edilmemesi için teslim olmaya karar verir. Haklıdır, çünkü bir Bulgar güllesi Selimiye’nin kubbesini delip içeri düşmüştür. Teslim olur, teslim olduğu sırada Bulgar generale teslim ettiği kılıcını törenle bizzat Bulgar çarı kendine iade eder.
Altı aylık Bulgaristan sürgününden sonra döndüğü ülkede kendisine karşı dolaplarda dönmeye başlamıştır. Halktan uzak tutulur, gözden düşürülmeye çalışılır. 1916 ‘da hastalanarak ölür.
İşte bu kahraman askerin komutasındaki yiğitlerden yaklaşık yirmi bini ırmağın kenarındaki, mütevazı anıtın altında yatmakta. Devletin her yerinden Edirne için savaşan askerlerin bazılarının isimleri taşlara kazınmış. Kardeşimle isimlere, doğum tarihlerine teker teker bakıyoruz. 25 yaşını görmüş kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Susuyoruz, konuşacak bir şey yok. Zaten konuşsak sesimizin titremesinden ne dediğimizi mi anlayabileceğiz. 17 yaşında kuşatmada şehit olan bir askerin isminin önünde kardeşim dayanamayıp soruyor “abi 17 yaşında insan ne kadar yaşamıştır ki”. Diyecek bir şeyim yok. Dahası günümüzde tarihini, ülkesini, kültürünü bilmeyen kitleleri görünce daha da sinirleniyorum.
Daha da kötüsü buradaki şehitlerin çok büyük kısmı teslim sonrası esir alınan askerlerden oluşuyor. Esir alınan askerlerimiz sistematik olarak işkenceden geçirilip öldürülmüş yada sakat bırakılmış. Tipik Avrupalı vahşeti. Girişte, solda Kayseri Develi ‘den bir şehidin üzerinden çıkarılan bir şiir kazınmış. Bunu unutmayın, intikamımızı alın yazıyor anlam olarak. Nihayetinde ilk fırsatta şehir geri alınıyor. Ne yazık ki çok büyük bir mücadele bu geri alış. Enver Paşa‘nın kurdurduğu fedai teşkilatı ne yoklukları ne de İngiltere’nin sürekli savaş açma tehditlerini umursamaksızın ilerler ve sonunda Edirne’yi geri alır. Sırf Edirne mi? Günümüzde Nestos denilen İskeçe’nin batısındaki nehre dek ilerlerler. Amaç Makedonya’da kalan Osmanlı toprakları ile ana toprakları birleştirmektir. Bu kez İngiltere daha da sertleşir ve Rusya da ona katılır. Bunun üzerine stratejik bir karar alınır, fedailer bu işleri merkezi hükümetten bağımsız yapmışçasına Gümülcine merkezli bir devlet kurarlar.
Neyse Edirne’ye dönelim. Şimdi rotamız Darüşşifa. Bu sırada solumuzda nehir olmak üzere önce restore edilen bir kervansarayı geçiyoruz. Yol boyunca tarlalar. Selimiye her yerden görünüyor. Kimi yerlerde taşları sağa sola dağılmış, devrilmiş mezarlıkları aşıp fakir semtlerden geçiyoruz. Kapının önünden yaşlıca bir kadın selam verip nereden geldiğimizi soruyor. Cevap verince de para istiyor. Üzücü durumlar, dilencilik çok yaygın burada.
Darüşşifa aslında 2. Bayezıd Külliyesi’nin bir bölümü. Günümüzde cami kısmı restore edilmekte. Bu nedenle içine giremedik. Ama dış görünümü epeyce güzel. Muhtemelen kare planlı. Tek kubbeli, selatin camilerinin geneli gibi çifte minareli.
Darüşşifa kısmı ise ücretli gezilmekte. Giriş 5 TL. Öğrenci iseniz 1 TL ‘ye de gezebilmektesiniz.
Darüşşifa tam teşekküllü bir hastane değil. Ama şunu söyleyebilirim ki mantık olarak bir üniversitenin eğitim hastanesinden farklı değil. Avrupa’da insanlar akli dengelerini yitirdiklerinde şeytani güçler esir aldı diye yakılırken burada su sesi, musiki gibi alternatif yöntemlerle iyileştirilmeye çalışılıyordu. Zaten odaların birinde hangi makamın hangi derdi iyileştirmekte kullanıldığı da anlatılmış. http://www.trakya.edu.tr/kulliye/ adresinden benim yazacaklarıma kıyasla daha doğru bilgiler bulacağınızı sanıyorum.
Burada üzerinde durduğum tek bir nokta var. Bu mekanın hocalarından biri yapılan tedavileri resimli olarak kitabında anlatmış. Resim günahtır diyen çıkmamış ki yıllarca kullanılmış bu kitap. İlginçtir kitapta kadın ve erkek üreme organlarının da gösterildiği ürolojik hastalık tedavileri de mevcut. Bundan yüzyıllar önce, dünyayı yönettiğimizdeki mantık bu. Bilim deniyor, ilim deniyor, tıp deniyor ve bağnaz zihniyet buralardan ayrı tutuluyor. Halbuki bundan yıllar önce bazı hanım kızlarımız erkek kadavralarla çalışmak istemiyorlardı. Kadavra ne kadar bu arkadaşları tahrik ediyordu bilinmez ama günümüzdeki hemen hemen her alandaki geriliğimizin nedeni bu düşünce.
İleride, uzaklarda Yıldırım Camii de görülüyor. Gidemedik ama haç planlı olduğu için kiliseden devşirilme olduğu söylenen bu camiyi de merak etmedik değil.
Köprüyü aşıp karşı tarafa geçiyoruz. Bu köprünün adı Bayezıd Köprüsü. 1488 ‘de Mimar Hayrettin‘e külliyenin bir parçası olarak yaptırılmış. Ardından bir Mimar Sinan yapısı köprü olan Yalnızgöz Köprüsü’nü geçiyoruz. Nehrin getirdiği toprak suyun rengini bozmuş. Buradaki köprünün her iki tarafında da nehre ilerleyen çıkma uzantılar var. Fakat kıyılar alabildiğine bakir. İtalya’daki, Almanya’daki gibi nehrin etrafı yapılarla da doldurulmamış. Belki de doğayı kontrol eden batı kültürü ile doğayı doğasına bırakan doğu kültürünün kıyaslamasını yapıyoruz abi, kardeş.
Yine fakir semtler, viran yapılar. 1800‘lü yıllarda İstanbul, Paris ve Napoli’den sonra dünyanın en zengin dördüncü kentiymiş Edirne halbuki. Arkamızdan tipimizden olsa gerek turist sananların İngilizce seslenmeleri, laf atmaları. Günlük turlarla gelsek kesinlikle göremeyeceğimiz yada aracın içindeyken dikkat etmeyeceğimiz manzaraları aşıp tekrar merkeze ulaşıyoruz.
Merkezde camileri sona bırakıp önce Makedonya Kulesi’ni gezelim diyoruz. Tarihi Edirne kalesinin ayakta duran son burcu burası. Aynı zamanda modern şehir içinde Hadrianopolis’ten kalan tek eserde bu. Zamanında üzerine bir saat konmuş sonrasında şehrin silüetini bozuyor diye dinamitle havaya uçurmuşlar. Kulenin yakınlarında bulunan parçalar müzede sergilenmekte. İçerisinde görevli iyi bir abimiz bilgi de vermekte. Salt alan hakkında değil, yemek yenecek yerler konusunda da bilgi alabiliyorsunuz.
Kuleye döneyim. Ne yazık ki kuleye çıkabilme imkanı artık yok. Bu alanda yapılan kurtarma kazılarında dört seramik fırını ile bir buzhane çıkarılmış. Onun dışında pek bir esprisi yok.
Artık yemek vakti diyor ve önerilen mekanlardan birine giriyoruz. Şehrin yemek konusunda epeyce zengin olduğunu belirtmek gerek. Köftenin yanı sıra, ciğer tavası hatta yayın balığından yapılan döneri de meşhur. Sakatatla aram olmadığı için köftecilerden birine girdik.
Düzgün bir mekan. Köftenin yanında domates, biber, kıyılmış kuru soğan ve salçalı sos verilmekte. Köfte gerçekten çok güzel. İnsanı doyuruyor ve fiyat olarak da can yakmıyor.
Yemekten sonra tatlı olarak peynir helvası alıyoruz. Helva ile tahin helvası dışında bir yakınlığım olmadığı için tereddütlü yaklaşıyor ve ortaya bir tane alıyoruz. Tatlı sarı, büyük bir tabak geliyor. İyi ki ortaya bir istemişiz, adam başı bir yiyebileceğimi sanmıyorum. Tadı güzel ve tahminlerimin ötesinde hafif bir lezzet.
Tekrar yollardayız. Edirne’nin merkezinde geçen Saraçlar Caddesi’nin sağında solunda dükkanlar, kafeler mevcut. Bayan grupları yolun kenarındaki kafelerde oturmuş biralarını yudumluyor, kimsenin aldırış ettiği -tahminlerime göre benden başka- yok. Yolun ortasında büyükçe ama suyu akmayan, üzerinde aslan başlarının olduğu bir çeşme sağda solda 1900’lü yılların modasını yansıtan tarzda iki, üç katlı binaları geçip kardeşimin isteği doğrultusunda Meriç nehrine doğru yürüyoruz.
Bir taş köprüyü, Tunca Köprüsü’nü aşıyoruz. Diğer adı ise Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü. Ardından Meriç ‘i görüp oldukça zarif olan ikinci köprüyü de (bunun adı da Mecidiye Köprüsü ) aşarak karşı kıyıya geçiyoruz. Eski gümrük binası kafe olarak çalışıyor. Yakınlarında büyükçe bir çeşme yer almakta. Güzel, etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili bir yol Karaağaç’a dek uzanıyor. Epeyce yürüyoruz ama manzarada değişen bir şey yok. Kavaklar, üzerinde meyveleriyle erik ağaçları usanmaksızın eşlik ediyor bizlere. Yolun ne kadar süreceğini bilemediğimiz için vaktin darlığını göz önüne alıp dönüşe geçiyoruz. Bu yol, bu köprüler Nazi saldırısı ihtimaline rağmen bir zamanlar her ağaç kavuğuna kadar dinamitle doldurulmuş.
Taşköprü üzerinden nehrin geldiği yöne bakıyoruz. Doğanın vahşiliği hala canlı. İlerilerde küçük adalar, nehrin bükülüp dirsek yaptığı yerlerde küçük kumsallar manzaranın parçaları.
Saraçlar Caddesi’nde ilerliyoruz. Solda bir yapının temelleri görülüyor tellerin ardından. Kim bilir ne? Alış veriş yapmak ve gezinmek için Semiz Ali Paşa‘nın Mimar Sinan‘a yaptırdığı kapalıçarşıya giriyoruz. 1569 ‘da yapılan cami bugün bile ana baba günü. Durup iyi bir poz yakalayabilmek mümkün değil. Zamanında altın, gümüş gibi kıymetli metallerin ve değerli taşların ustalarını bir arada tutmak için yaptırılmış. Çok uzun bir çarşı ki sonradan öğrendim ki 300 m imiş çarşının uzunluğu.
Buradan çıkıp Rüstempaşa Kervansarayı’na girmeye çalışıyoruz. Başlangıçta açık bir kapı bulamayınca etrafında epeyce dolanıyoruz. Sonrasında kapalı kapıya bir ihtimal yükleniyorum ve kapı açılıyor. Mimar Sinan yapısı hanın içine giriyoruz. Kanımızca akşam yapılacak bir düğüne ev sahipliği edecek yapının bir zamanlar ortasında mescit ve şadırvan varmış. Günümüzde şadırvan var ama mescit Rus işgalinde yıkılmış. Tekrar elden geçirildiği sırada Ağahan ödülünü kazanmış yapı günümüzde otel olarak kullanılmakta. Üşenmeyip üst katlara çıkıp fotoğraf çektik. Çıkarken kapıyı kapatmak için çekmem gerekti ama o ağır kapıyı kapatmak için kapıyı kendime doğru çekerken aslında işkence mi çektim Allah bilir.
Şimdi sıradaki yapı Eski Cami. Adından da anlaşılacağı üzere şehrin Ulu camii. Mimari açıdan Bursa’daki, Kastamonu’daki benzerleri gibi çok kubbeli bir yapı. Kubbeleri taşıyan ayaklar ise oldukça kalın. Burada var olan dokuz kubbe dört paye ile (“ayak” kelimesi de aynı anlama gelir. ) taşındığı için daha geniş bir kullanım alanı daha ferah bir görünüm mevcut. Süslemeler ise Bursa Ulu Camii’ndeki gibi süslü hatlardan oluşur. İnşası 1414 ‘te tanımlanmış. Mihrabın sağındaki duvardaki süslemede üzeri cam ile kapatılmış siyah taşın ise Kabe’ den getirildiği söyleniyor. Burada iki rekat namaz kılmak bir gelenek haline gelmiş. Burada dua edilince kabul olacağına inanılmakta. Ayrıca vaaz kürsüsü de Hacı Bayram Veli‘nin kullandığına inanıldığı için anısına ve ilmine saygıdan kullanılmamakta.
Buradan az ötedeki Üç şerefeli cami ‘ye geçiyoruz. Camiye girerken yolun karşısındaki Sokullu Hamamı’ndan kalan tuğla tonozları görüyoruz.
Edirne’de beni en çok etkileyen yapı işte burası oldu. 1438-47 yılları arasında ( kimi yerlerde 1443 yılı başlangıç olarak gösterilse de bana 1438 daha akılcıl geliyor) 2. Murat tarafından inşa ettirilen cami çok kubbeli ulu cami tipinden tek kubbeli yapıya geçişin ilk örneklerinden biri olarak kabul edilmekte. Alçak ama 24 m. gibi dev sayılabilecek ana kubbe insanı epeyce sarsıyor. Tıpkı İstanbul’da Aya Sofya ile kıyaslandığında ne yazık ki pek akla gelmeyen Küçük Aya Sofya gibi Edirne’de de burası Selimiye‘nin gölgesinde kalmakta.
Mihrapta ayar terazisi denilen döner silindirlerden mevcut. Dikkatimi çeken bir özelliği ise tüm pencerelerde renkli camlar kullanılmış.
Avlu revaklı (portiko deseydim daha havalı olurdu). Osmanlı tarihinde revaklı avluların görüldüğü ilk örnekte burası. Selçuklu camilerinde de bu tip bir avlu olduğunu hatırlamıyorum. Sadece Türk mimarisinde örnek olarak Mısır’da Tolunoğlu ve Memluk dönemi camilerde revaklı avlular var daha öncesinde. Revaklardaki küçük kubbeciklerdeki kalem işleri de tarz açısından bir ilk imiş.
Caminin dört minaresinin de işlemeli ve birbirinden farklı olması da cabası.
İstemeye istemeye vaktimiz daraldığı için camiden çıkıyoruz. Önce hediyelik badem ezmesi almak için bize önerilen Keçecizade ‘ye gidiyoruz. Edirnenin Osmanlı sarayı kökenli kendine has pek çok tadı, lezzeti var. Bunlardan birisi de badem ezmesi. Önerilen başka bir firma ise Ezmecioğlu. Badem ezmesinin formülü Avrupa’ya gidip biraz değişince ise karşımıza marzipan denilen tatlı çıkıvermiş.
Şehrin diğer bir tatlısı ise deva-i misk. Bu da saray kökenli. Saray’ın burada olduğu günlerden birinde sultanın hasta kızlarından biri bu tatlıdan yiyerek sağlığına tatlı da adına kavuşmuş.
Şimdi bakalım neleri atlamışız…
Şehirde önemli bir Musevi nüfus varmış. Hatta bugünlerde yıkıntı olan zamanında Avrupa’nın en büyük havrasını kaçırdık. Bulgar Kilisesi’ni ise gerçek anlamda bir zenginlik olduğunu sanmadığımız için aramadık bile.
İlginçtir, o kadar renkli ve garip bir şehir ki burası. Anlatımı zor. Bahailerin bile en kutsal kentlerinden birisi imiş burası. Bahailere ait bir ev ve bir de mezarlıktan bahsedilmekte.
Elbette ki ve ne yazık ki tabyalara da gidemedik.
Sonuç olarak Edirne için en az iki gün ayrılmalı gezmek için diyorum. Ayrıca unutmadan http://www.edirnevdb.gov.tr/kultur/ adresinde Edirne ve Edirne’deki eserleri tanıtan kapsamlı bir pdf dosyası var. Yapıların mimari özellikleri hakkında inanılmaz detaylı ve yararlı bilgiler vermekte.