Ne zamandır Eskişehir ‘e gitmeyi planlıyorduk. Pek bir beklentim yoktu. Gereğinden fazla şişirilmiş, kötü kabul edilene karşı yada farklı görüldüğünden desteklenmekte olduğunu varsayıyordum ki yanılmışım.
Orijinal plan tren ile Kütahya ‘ya gidip Aizonai ve şehri dolaşıp gece konaklamak üzere Eskişehir ‘e geçmek ve akşama kadar şehri dolaşarak gene trenle Pazar günü İstanbul ‘a dönmek üzerine kurulmuştu. Yazılarımdan bilirsiniz, bir şehirde tarihi yada doğal bir şey yoksa ilgimi çekmez. Çevremde ABD ‘ye taparcasına ilgi duyan arkadaşlarımı da küçümserim bu nedenle. Ama bir şehirde tarihi bir şey var mı yok mu diye de sağlam araştırırım. O nedenle Ankara bile tarihi bir şehirdir benim nazarımda. Eskişehir merkezinde de pek tarihi bir şey bulamadığımdan fazla bir zaman ayırmayı gerekli görmemiştim.
Bu plan olmadı. İstanbul ‘un Anadolu ile olan demiryolu bağlantısı koparıldığı için bu plan yattı. Bende kös kös bir hafta sonu turuna yazıldım.
C.tesi sabahı serin denilebilecek ama soğuk diyecek kadar da ileri gidilemeyecek bir havada ailecek yola düzüldük. On beş kişilik küçük bir Mercedes Vito eşimin canını sıktı. Benim Mercedeslerde gezdiriyorum tarzı şebekliklerimde pek para etmedi.
Benim canımı sıkan bir şey değil bu. Küçük araba az sayıda insan demek ve bu da daha hızlı hareket edileceği sonucuna ulaşmamı sağlamakta. Gerçi arabada en genç kişiler olsak da (neredeyse) genel ortalama epeyce yüksekti.
Berceste’de mola verdik. Tuvaletlerinin ücretsiz olduğundan sanıyorum tüm küçük tur firmaları burada kısa da olsa mola veriyor. Gene de güzel bir yer ve alışveriş yapabileceğiniz alternatifleriniz de oldukça fazla.
Yolculuk rahat geçti. Gerçi sağda solda yüksek doruklarda epeyce kar görünmekte. Ayrıca gerek eriyen karların suları gerekse dün de yağan sağanak alçak yerleri küçük göletlere çevirmiş. Çok sayıda tarla epeyce zarar görmüş olmalı.
Eskişehir için hatırladıklarım pek fazla değil. Kasvetli bir günde iğrenç kokan bir akarsuyun –ki Porsuk Çayı oluyor bu- yanından geçtiğimizi hatırlıyorum. Şehrin tarihi çok çok eski. Bin seneden fazla Romalılarda kalmış. O dönemdeki adı Dorylaeum. Öncesinde Frigyalılar var ki onlardan kalanlar çevre şehirlere de ayrılmış. Frig Vadisi denilen coğrafya tıpkı Kapadokya andıran özelliklere sahip ve yeni yeni turizme açılıyor.
1074 ‘te şehir bizim elimize geçiyor. Öncesindeki Arap istilaları gibi durumlar şehrin büyümesini engelliyor. Fakat şehir önemli bir noktada olduğu için elde tutmak ve ele geçirmek amaçlı pak çok savaşa da neden oluyor. İlki 1097 ‘de Selçuklu ve Danişmentli ittifakının Haçlı ordusuna karşı yaptığı savaş. Bu tarihte iki dinin yaptığı ilk büyük meydan savaşı. Fransız aristokrasi tam tekmil Anadolu’daki Türk aristokrasisine karşı burada savaşıyor. Merak eden detaylarını araştırır. Ama bu savaş benim nazarımdaki dünyadaki en çılgınca savaştır. Türk tarafı Türk olmanın tüm unsurlarını döker. Hız, fedakarlık, okçuluk yeteneği gibi artılar geri çekilmedeki beceriksizlik ile harmanlanır. Haçlı tarafı ise büyük bir satranç ustası gibi hamleleri karşılamaya çalışır ve kayıplarına rağmen de başarılı olurlar. Düşünürüm, eğer burada Araplarla karşılaşsalardı Haçlı birlikleri çok düşük bir zayiat ile yollarına devam ederlerdi. Burada Haçlıların ikinci kolu Selçukluları sarar ve Kılıç Arslan hazinesini de bırakarak ordusunu zorlukla kurtarabilir. Sonuçta Haçlılar kazanmıştır. Önce sultanın hazinesini ardından en yakındaki şehir olan Eskişehir ‘i yağmalarlar. Türkler ne kadar çevik, hızlı ve fedakar olurlarsa olsunlar ağır süvari karşısında oklarla başarının düşük olacağını anlarlar ve gerilla savaşına başlarlar. Kollara bölünerek ilerleyen Haçlı birlikleri yakılıp, yıkılan bir Anadolu’da vur kaç saldırılarının altında ilerlerler. Milyonluk ordudan ancak altmış bini Kudüs ‘e ulaşır. Bizim tarafın kaybına gelince… Orasını Tanrı bilir ama bu toprakları asla herhangi birisine bırakamayacağımız kadar çoktur.
Şehir bundan sonrasında hep Türklerde kalır. Arada İngiliz ve Yunan işgalini görür. Osmanlının son zamanlarında şehir Bağdata dek uzanan demiryolu hattının önemli bir istasyonudur. Dolayısıyla işgal edilir. İngilizler Mondros ‘a dayandırarak şehri işgal ederler. Bizimkiler İngilizleri sepetler. Ateşi kendisi tutmayacak kadar akıllı olan İngilizler bu işi fason olarak gördürmek için Yunanları ileri sürer. Yunan ordusu İngilizlerden bir sene sonra şehre girer. Ölüm kalım mücadelesinde Yunanlar Anadolu’dan def edilirlerken tüm şehri yakıp nispeten küçük çaplı bir katliam yaparlar.
Mustafa Kemal zekidir. Eskişehir ‘in kıymetini bilir. Kurtuluş Savaşı’ndaki beş büyük savaşın üçü bu şehirde geçmiştir ve nedeni de açıktır. Bu nedenle şehre yatırımlar yapılır. Tren ve lokomotif fabrikasını kurdurur. İlaveten bir de uçak fabrikası kurulur. (İkinci Dünya Savaşı öncesi kendi savaş uçağını yapan bir ülkeden bahsediyoruz burada) Neyse gezimize dönelim. Şehre girince doğrudan Odunpazarı’na geçtik. Odunpazarı şehrin tarihi merkezi. Osmanlı zamanında şehrin dışında kalan mahalle dağlardan getirilen odunun satıldığı pazardan almış adını. Pek çok şehirde olup dikkat çekmeyen evler burada onarılmaya başlanmış.
Buradaki ilk durağımız Atlıhan. Burası da son yüzyıl içerisinde bir kervansaray olarak inşa ettirilmiş. Küçük klasik Osmanlı kervansaraylarından birisi. Günümüzde ise içinde hediyelik eşya satan dükkanların yer aldığı küçük çaplı bir alışveriş merkezi haline bürünmüş. Unutmadan ekleyeyim Eskişehir ‘e geldiğinizde magnet vb gibi klasik hatıra yada hediye eşyalarının yanı sıra lületaşından yapılmış biblolar ve özellikle pipolar alınabilir. Lületaşı dünyada çok az yerde çıkan özel bir taş. Bu az sayıdaki yerden en çok çıkanı işte Eskişehir’de.
Bundan sonra kendimizi Odunpazarı evlerinin arasına bırakıyoruz. Sizde tıpkı böyle yapın. Nasıl olsa yollar sizi bir müzeye yada galeriye ulaştıracaktır istemeseniz bile. Fakat nereye gittiğiniz konusunda kasmayın. Bırakın onarılmış ve pastel boyalar ile süslenmiş onlarca evin arasında, bir ona bir buna bakarken sırasını bekleyen evlere denk geldiğinizde “bu ne zaman yapılacak?” diye kendi kendinize sorun. Arada caddeye yaklaştığınızda dünyayı yöneten bir kültürün yaptığı evlerden dünyaca güdülen bir toplumun yaşadığı şekilsiz ve ruhsuz apartmanlara doğru bakın. Çok bakmayın çünkü o zaman olduğunuz yerden çıkmak istemeyeceksiniz.
Öğle yemeği dendi şimdi. Acıkmadım desem yalan olur da buradan çıkasım yok hiç mi hiç. Eskişehir denince insanın aklına ilk önce Çibörek gelir. Çiğbörek demez bizimkiler hatta şıybörek de derler. Ana yemek değildir ama besleyicidir, doyurucudur. Göçebe tatarın o koşuşturmaca sırasında hızlıca yapabileceği kadar pratik ama bir öğün daha yemek yapılmasını engelleyip vakit kaybının önüne getirecek kadar da doyurucudur. Eskişehir, atalarımın Rus soykırımından kaçıp sığındıkları Ak Topraklar dedikleri Anadolu’daki en önemli merkezdir. Osmanlı esnafı, taciri işe yarar kitleyi sur içinde, şehremininde tutup diğer Kırımlıları başta Eskişehir olmak üzere Anadolu’ya paylaştırır. Gelenekler gelmiştir anavatandan. Bir de hayaller. Halen Eskişehirspor’un maçlarında turkuaz zemin üzerine sarı tarak damgalı bayrağımız açılır Kırım niyetine.
Nereden nereye geldik. Umarım gün olur, işte o gün çibörek’i Kırım’da yer onu yazar bir başka yazıda. Madem Eskişehir’deyiz o zaman şehrin yerel bir tadını, “Balaban köfte”yi anlatayım size. Öncelikle, şehirde öğünler bol kepçe ve epeyce de ucuz. Eskişehir esnafı pek çok şehirde olduğu gibi öğrenci ve turistleri sağmak yerine sürümden kazanmayı tercih etmişler sanırım. Zaten çok sayıda öğrenci var. Turistler için de ekstradan bir bindirme yapmayı gerekli görmemişler.
Balaban köfte şekil olarak Bursa’nın çiçek şeklindeki yoğurtlu köftesini andırıyor ama üzerine yağ konmadığı gibi konan yoğurt biraz daha serin. Tadını anlatmak güç. Eskişehirlilerin bu tadı benden yıllarca saklayabilmiş olmalarını da esefle kınıyorum.
Yemek yediğimiz yerin karşısında “Haller Gençlik Merkezi” var. Tarihi süreci içinde zerzevat hali ve mezbelelik gibi süreçleri tamamladıktan sonra belediye başkanı İstanbul’daki meslektaşları gibi araziyi satacak bitli bir Arap bulmak yerine burayı bir şekle sokmaya çalışmış. Başarmış mı derseniz “başarmış” diye yanıtlayacağım gönül rahatlığı ile. Onarımı çok iyi olmuş. Sofya’da gördüğüm benzerinden çok daha iyi. İçerisinde sağlı sollu hediyelik eşya satan küçük dükkanlar ortada ise insanların bir şeyler yiyip konuşup vakit geçirebileceği güzel bir alan var.
Mevlevihane kısmında kimi zaman ney kimi zaman kanun ile dinletiler yapılıyor. Ama o kadar çok giren çıkan oluyor ki bir şey anlayabilmek o kakafoni içerisinde epey güçleşiyor. Koridorlarında ise sergi salonu, hediyelik eşya satılır bir halde düzenlemişler. Böylece bu kısımlar hareket kazanmış.
İmaret ve aşevi kısımları ise günümüzde cam çalışmalarının yapıldığı mekanlar olarak kullanılıyor.
Külliyenin içinde dolanırken Eskişehir’in soğuğunu hissediyorum. İleride görünen dağların, tepelerin dorukları halen karla kaplı. Yerli halk kanıksamış soğuğu. Kışın buranın soğuğunun İstanbul’un o nemli soğuğundan beter olabileceğini anlıyorum.
Odunpazarı’nın biraz üzerindeki tepede Şelale Park denilen bir park var. Buraya ulaşmak için fakir bir mahallenin ve uçsuz bucaksızmışçasına görünen bir mezarlığın yanından geçiyoruz.
Buradan başka bir parka geçtik. Burası Kent Park. Porsuk üzerinde yapılan ve sonrasında mantıksız bir bahaneyle kaldırılan meşhur plajın da olduğu yer. Devasa bir göl haline getirilmiş bir alan ve onun çevresinde yürüme yolları, bir şeyler atıştırabileceğiniz bir başka yer. Göl içinde boy boy, renk renk balık yüzmekte. Kenarına ilerlediğinizde şeffaf, henüz üzerinde en ufak bir rengin bile emaresinin olmadığı milyonlarca yavru balık. Çılgın dünyadan uzak bir vaha daha. Bir yirmi, bir elli yıl sonra o ağaçların daha da boy attığını canlandırıyorum aklımda. Ülkemde bu tarz yerleri görebilmek gurur veriyor bana. Bırakın büyük Avrupa şehirlerini kıçı kırık Balkan kentlerinde bile görüp gıpta ettiğim parklardan bile daha iyisinin istendiğinde olabildiğini görüyorum. İstendiğinde, niyet edildiğinde ve hepsinden önemlisi de çalışıldığında hala Türklerin yaşadıkları şehirlere zarif şeyler katabildiklerini görebilmek mesut ediyor beni.
Evet çamur rengi bir su akmakta. Birkaç gündür yağıp şansımıza bugün kesilen yağışlar nedeniyle suyun debisi ve dolayısıyla taşıdığı yük artmış. Zaten bundan dolayıdır ki çayda işleyen teknelere ve gondollara sefer için izin verilmemekte. Zaten Tuna gibi , Sava gibi devasa bir genişlik yok burada. Ne de olsa çay. On metre var yok. Ama istenirse bir şey yapılabileceğinin kanıtı, çevre düzenlemesi, süslü köprüleri ile Eskişehir’in bu kısmı.
Çayın kimi kısımlarındaki toprak alan çimlenmiş ve gençler inip gruplar halinde oturmuşlar. Heykelleri, köprüleri ile tam anlamıyla medeni bir şehir.
Şöyle bir çarşısına girdik en son. O sırada da birileri bir şeyleri protesto etmek için yürüyüş yapıp bağırıyordu. Hiç bir şey anlayamadık. Fakat yerli halk bu tip yürüyüşler sanki hayatın olağan bir parçasıymış gibi tepkisizdi. Polisler -ki sayılarında hiç bir anormallik yoktu- uzaktan göz ucuyla bakınıyorlardı sadece. Gördüğüm kadarıyla sadece biz şehir dışından gelen turistler merakla bakınıyorduk. Başladığı gibi de bitti.
Sözün özü Eskişehir canınızın her sıkıldığında gidebileceğiniz (elbette ki kışın değil) zevkle gezebileceğiniz bir şehir. Evet, buraya gelirken çok büyük bir tarihi iz beklemeyin. Bir Antalya değil. Ama parkları, medeni yaşamı, imkanları ile de Antalya’dan fazlası vardır ama eksiği çıkmaz.