Yorucu günümüz sabah erkenden Hopa’dan ayrılarak Rize girişindeki bir çay fabrikasına girmemizle başladı. Burada çay hakkında epey bir bilgi aldık. Toparlamam gerekirse; Seylan çayı bizimkinden biraz daha kaliteli ama içerisinde ilaç vb gibi pek çok kimyasal da bulunmakta. Oysa Rize’de çay bitkisinin doğal düşmanı olacak bir haşerat bulunmadığından ilaçlama da gerekmemekte. Bu da bizim çayın daha sağlıklı olmasını sağlamakta.
Çay yılda üç kez, mevsim iyi giderse dört kez hasat edilmekte. Çay ilginç bir bitki. Yakından gözlemleme imkanım oldu. Aslında şimşire benzemekte. Yani isterseniz çay ağacından evinizin önüne dekoratif setler yapabilirsiniz. Ağaç diyorum ,eğer budanmazsa otuz metreye kadar boyu uzayabilmekte. Fakat bizde yeni uzayan yeşil filizler koparıldığı için boy atma imkanı olmamakta. Bitkinin mandalinaya benzer, kalın kabuklu içinde iki üç tane malta eriği çekirdeğine benzer çekirdeklerinden ibaret tohumu da var. Ekmeme rağmen başarılı olmadım.
Çay toplanır toplanmaz serender denilen kulübelerde saklanıyor. Serender ; Doğu Karadeniz’e özgü, yerden kütük ayaklar sayesinde yukarıda tutulan odacıklar, hem depolanan yiyecekleri zararlı hayvanlardan koruma amaçlı olarak yerden yüksek yapılırlar, hem de saklanan ürün ve erzağın nem almasını sağlıyor. Fırtına Deresi boyunca yolculuk ederken sıklıkla görüyorsunuz zaten. Çay narin. Toplandığında hemen serilmesi gerekiyor. Sıkışması, havasız kalması kararmasına ve tadının bozulmasına sebep olmaktaymış.
Fabrikaya geldikten sonrası rutin işlemler. Sadece bazı detaylar var. Poşet çaylar aslında posa olan tozlardan geliyor. Yani aslında çayın en kalitesiz kısmını en pahalı şekilde satın alıyoruz. Ayrıca çayla beraber gelen ve sonrasında atılan dallar çaya oldukça kırmızı bir renk verebilmekteymiş.
Buradan da ayrıldıktan sonra turdaki en meşhur noktaların başında gelen Uzun Göl’e geldik. Resimlerdeki meşhur caminin yanında jandarma ötesinde ise biri tarihi, tek gözlü, kemerli ,diğeri modern ve bir şeye benzemeyen iki köprü var.
Buradan yine yolu berbat olan, adını tam olarak hatırlayamadığım ama lostra benzeri bir şey olması muhtemel bir yaylaya minibüslerle çıktık. Yükseldikçe aşağıda kalan gölün manzarası güzelleşmekte. Yoksa sahilden baktığınızda alelade bir yer gibi görünmekte.
Yine çıkarken kullandığınız o bozuk, mıcır kaplı yoldan aşağıya iniyorsunuz. Ama iniş sırasında bir iki noktada açı o kadar iyi ki pek çok yerde gördüğünüz heyelan gölünün o meşhur manzarasını alabiliyorsunuz.
Tekrar yola çıktık. Sürmene’de aracımız lastiği tekrar patladı. Tamirat sürerken fırsattan istifade arkadaşım Serkan ile yolun karşısına geçerek çay bahçelerinden birine daldık. Çayla ilgili izlenimlerimi paylaşmıştım. Burada ilginç olan Karadeniz kadınının karakteri. Misal, çay bahçesinde yaşlıca bir kadın bizi gördü. Normalde erkek halimle ben bile bahçemde iki kişiyi görsem temkinli yaklaşırım. Kadın istifini bozmadı. Bir elini beline dayayarak kısa bir öz geçmişimizi aldı, nereden gelip nereye gittiğimiz bilgisini edindi. Güvenini kazanmış olacağız ki sanki bir yakınını görmüşçesine gülümseyerek yanımıza yaklaşıp İstanbul’daki tanıdıklarını tanıyıp tanımadığımızı sordu. Buna benzer durumu yüz metre ötede tekrar yaşadım.
Sürmene’de tepeden baktığınızda pek çok Karadeniz kasabasında da görülebilen türde küçük balıkçı limanları var. Ayrıca kasabanın bitiminde hoş bir cami var. Yeni bir camiymiş. Ben Dolmabahçe Camii’ne benzettim doğrusu.
Yola devam ediyoruz. Zamana karşı bir mücadele içindeyiz. Kapanmadan Sümela Manastırı’na varmak istiyoruz. Önce Maçka’dan geçiliyor. Maçka büyükçe bir ilçe. İsim kökeni ile ilgili net bir bilgi bulamadım. Buradan yolumuza devam ediyoruz.
Yaklaşık 20 km kadar gittikten sonra milli park olmuş bir yere giriyorsunuz daha doğrusu giriş parası ödüyorsunuz. Restoran gibi bir yerden inip minibüslerle yola devam ediyorsunuz. Restoranların olduğu yerden de yol üzerindeki bir yerden de güzel görüntü alınabilmekte. Ama genelde hava kapalı olduğundan üçayak kullanılması bence gerekli.
Minibüslerden inip dar, toprak bir patikadan yürüyorsunuz. İşte Sümela. Burada bir 5 YTL daha ödüyorsunuz. Bu arada bildiklerimi anlatayım çünkü pek çok müze ve ören yerimizde de olduğu gibi burada da bulacağınız bilgi oldukça muğlak.
400’lü yılların hemen başlarında Atinadan gelen Barnabas ve Sofionos adlı iki rahip gizlice bu kayalık alana ilk kiliselerini inşa etmeye koyulurlar. Kilisenin asıl yunanca panaghia tou melas olup yıllar içerisinde sumelaya dönüşmüş. Türkçesi aşağı yukarı Kara Meryem gibi olmalı. Manastırının oyulmuş olduğu kayalar siyahtır. Melas kelimesi de yunanca siyah, koyu gibi anlamlara anlamlarına gelmektedir.
Justinianus zamanında manastırın önemi artar. Ama asıl önemini Komnenos Hanedanlığı zamanında alır. İmparatorlar taçlarını burada giyerler yada buraya sürülürler. Yunanistan’daki Aynaroz’un Anadolu’daki işlevsel karşılığı haline gelmiştir. 18. yy da tekrar elden geçirilmiş, Gürcü ressamlara freskler tekrar onartılmıştır.
Merdivenleri çıktığınız zaman geldiğiniz taraçanın karşısında, yamaca yaslanmış duran su kemeri manastırın su ihtiyacını giderir. 6 katlı olan yapı kompleksi 72 odayı ihtiva eder. Bir büyük kaya kilisesi, şapeller, mutfak, ayazma ve kütüphaneden oluşan parçalarının hemen hemen tüm odalarında İncilden bölümlerin resmedildiği görünür. Fresklere zararı yakından göreceğiniz gibi günümüzde turistler, eski dönemde Rum halk vermiştir. Fresklerin şifalı olduğuna inanan halk kazıdıkları parçaları içerek emellerine ulaşmaya çalışmıştır.
Buranında Hristiyanlıkta önemli bir yeri var. 1453 te İstanbul alınınca Hristiyanlar durum değerlendirmesi için bir konsül toplarlar. Aya Sofya elden gidince statü olarak Bizans (Roma) olan bu kilise merkez seçilir. (Dikkat ederseniz Vatikan henüz tam anlamıyla en tepede değil). Manastırın rahipleri konuklarını siyah cüppelerle karşılarlar. Bu o güne dek Hristiyan tarihinde bir ilktir. Siyah cüppe İstanbul Türklerden alınıp Aya Sofya’da ilk ayin yapılacağı gün çıkarılacaktır. Böylelikle siyah rahip cüppesinin daha çok uzun yüzyıllar kilise modasını vazgeçilmezi olarak yerini koruyacağını çıkarabiliyoruz J
Maçka sınırlarında yine böyle dağlık bir alanda kurulu Vazelon Manastır’ı adında başka bir Ortodoks manastırı daha olmalı.
Mutlaka görülmesi gereken manastırdan ayrılıp Hamsiköy’e yöneliyoruz.
Hamsiköy benim için ilginç bir yer oldu. Ben ilçenin deniz kıyısında balıkçılık yapan bir yer olduğunu sanıyordu. Halbuki Zigana Dağları’nın tepesinde duruyormuş. İsmi Arapça beş anlamına gelen hams’tan türeme. Vakti zamanında beş köyün birleşimi Hamsköy gel zaman git zaman Hamsiköy ‘e dönüşmüş.
Yörenin sütlacı meşhur. Benim gibi sütlaca burun kıvırır, beğenmez birisini bile mest etti. Nasıl etmesin ki? Sütlaç güveçte geliyor. Yoğun sütlacın üzerinde nefis bir kaymak (Ben normalde kaymaktan tiksinirim) Kaymağın üzerinde de bir parmak fındık kırığı. Anlatması zor.
Fakat bu sütlacı yemek için gideceğiniz yol çok meşakkatli. Yollar daracık ve yan taraf şarampol. Bu üstelik yeni yol. Eskisini karanlıkta hayal meyal ancak görebiliyorsunuz.