Sabah erkenden kalktık. Tam tahmin ettiğim gibi gün doğumu muhteşem. Değişik ayarlarla pek çok fotoğraf çekebilme imkanım oldu.
Günün ilk durağı Boztepe. Trabzon’da da bu ismi taşıyan bir tepe var. Oranında manzarası meşhur. Neyse Ordu merkezinde de tarihi bir cami var. Sokak aralarına girip dolambaçlı yolları aşarak tepeye vardık. Manzarası güzel. Ama sadece panoramik bir görüntü, başka bir hayret verici yanı yok. Bir de gün ışığı şehir tarafından oldukça sert bir şekilde geldiğinden pekte verimli bir şekilde fotoğraf çekemediğimi belirtmek isterim.
Dikkatimi çeken, Ordu içerisinde bir iki hamam var. Fakat şehir dışında, kırsal kesimlerde epeyce bir yapı mevcut. Ama buralara ancak özel araçlarla gitmek mümkün.
Eski adı Kotyora. Fakat günümüzdeki adının kaynağı olarak Fatih’in Pontus seferi kaynak gösteriyor. Ordu, şehirde konakladığında çevre halkı bu kalabalığı görmek için “orduya gidiyorum” dermiş.
Yerel halkın “e”leri uzatıpta telaffuz ettiği söyleniyor. (Bana denk gelmedi ) Yanık dondurma diye bir dondurması meşhur, merkezdeki bir pastane bunun için işaret ediliyor.
Dünyanın en çok fındık üretilen yöresi. Zaten Boztepe’ye olsun nereye giderseniz gidin sağlı sollu fındıklıklardan geçiyorsunuz. Bunun yanı sıra günümüzde kivi üretimi de artmış.
Sonraki durak Giresun. İsmi şehirde yetişen kirazdan gelmekte. Kresson zamanla Giresun’a dönüşmüş. Eski fotoğraflarda Kerassunde diye de geçiyor. Ama bazı kaynaklar şehrin bir boynuz gibi denize uzandığı için Yunanca’da boynuz anlamına gelen keras kelimesinden de türemiş olabileceğini belirtir.
Burada da kalenin olduğu tepeye çıktık. Başta, gruptan ayrılarak her tarafını gezebildiğim kaleden anlatmaya başlayacağım. Sarp bir tepede de olsa kale ve iç kale pek büyük ve ele geçmez değil. Ama şehre ve yola oldukça hakim konum itibariyle.
Tepeden bakınca kuzeydoğuda Giresun Adası’nı görüyorsunuz. Adanın adı Aretias diye de anılmakta. Kiraz şenliklerinde teknelerle, takalarla halk adaya giderdi. Hatırlarsınız geçmiş yıllarda Karadeniz’de aşırı yolcu aldığı için batan bir tekne haberi almıştık. İşte o günden beri adaya insanlar turistik amaçlı olarak bile gidememekte. (Adada bazı kalıntılardan bahsedilmekte. Amazonlar vb derlerse inanmayın palavra. Bizans Manastırı olma ihtimali çok yüksek) Altın post efsanesinde Arganotların konaklayıp amazonlarla mercimeği fırına verdikleri yer tahminen burasıdır. Rivayete göre adadaki kalıntılardan günümüzde müze olarak kullanılan eski kiliseye bir yer altı tüneli var.
Tepedeki oklar civarda bazı mağaraların varlığına işaret etse de gidip bakma yada bilgi alabilme imkanımız olmadı.
Topal Osman’ın mezarı da kalenin tepesinde. Topal Osman pek çok cephede gönüllü olarak savaşmış. Balkan savaşlarında aldığı yara ile de topal kalmış. Savaşmadığı cephe yok. Topladığı gönüllü gençler ile Pontus çetecilerine ağır darbeler indirmiş. Fakat güncel yazarlar Topal Osman ve avenesinin yaptıklarını insanlık dışı bir şekilde anlatırken Pontus çetecilerinin katliamlarından bahsetmemekte inat etmekteler. Koçgiri ve dersim isyanlarında da çetesiyle beraber asilere haddini bildirir.
Topal Osman Atatürk’e fanatiklik derecesine bağlıdır. Mecliste ataya devamlı muhalefet eden Ali Şükrü’yü sessiz olması için uyarır. Uyarıyı kaale almayan Trabzon mebusunun cesedi birkaç gün sonra bulunur. Kısa bir çatışmadan sonra Topal Osman yakalanır ve idam edilir.1923 te 40 yaşında ömrünü tamamlar.
Tepeden bakıldığında Giresun dar bir sahil şeridine kısılı kalmış bir şehir olarak görünmekte. Bir detay daha, fındıkçılık kirazı geçmiş.
Gidemediğim ama adını duyduğum Giresun Arkeoloji Müzesi içinde bulduklarımı ekleyeyim.
Yapı dıştan dikdörtgen, içten bazilikal plan ile kubbeli haç planının birleştirildiği karma plan şeklindedir. Yapıda kullanılan taş malzeme, Giresun çevresindeki taş ocaklarından çıkarılmıştır. Batı cephesinde ana giriş kapısı bulunan yapının, güney ve kuzeyinde de iki ayrı tali kapısı mevcuttur. Doğu cephesinde ortada daha geniş ve yüksek, yanlarında ise daha küçük yapılmış üç adet apsis vardır. Yapı tamamen kesme taştan yapılmıştır. İç mekânda 4 adet yuvarlak, 4 adet köşeli sütunun taşıdığı çatının tam ortasında yüksek kasnaklı bir kubbe bulunmaktadır.
Kırma çatının üzeri alaturka kiremitle kaplıdır.
Müze binası olarak kullanılan yapının hemen kuzeyinde bodrum üzerine üç katlı tarihi bir bina daha vardır ki burası da papaz evi olarak bilinmektedir.1993 yılında burası da orijinaline uygun olarak yeniden yapılıp müzenin idari binası olarak hizmete açılmıştır.
Müze içerisinde eski tunç çağı, Hitit, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi eserleri ile yöresel etnografik malzemeler teşhir edilmektedir. 390 adet arkeolojik, 561 adet etnografik eser, 1 adet mühür, 2840 adet çeşitli dönemlere ait sikkelerin tamamına yakını teşhir edilmektedir.
Giresun’dan devam ettiğimizde büyük sayılabilecek bir kasaba daha karşımıza çıkıyor. Burası Tirebolu. Üç yerleşimden oluşmuş. Bu nedenle üç şehir anlamına gelen Tripolis adı verilmiş. Tirebolu’nun iki kardeşi daha vardır. Lübnan’da Trablusşam, Libya’da Trablusgarp.
İlçede büyük bir kale var. Hospitallerin burada eğitim aldığı söyleniyor ama bana inandırıcı gelmedi. Düşünün hospitallerin kalesi Bodrum’da. Korsanların cirit attığı denizlerden mi gelinir yoksa Türkmen aşiretlerinin gezdiği Anadolu bozkırlarından mı?
İlçe çıkışında haç dağı diye anılan bir yerde manastır kalıntılarının varlığından bahsedilmekte.
Yolumuza Trabzon’a doğru giderek devam ettik. Yol üzerinde geçtiğimiz beldelerden birisi de Vakfıkebir. Kanuni Trabzon valisi iken annesi deniz yoluyla oğlunu ziyarete gelmeye çalışır. Vakfıkebir açıklarında gemi fırtınaya kapılır ve bin bir güçlükle kıyıya ulaşır. Yöre halkı bu Tanrı misafiri kazazedelere elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır. Hanım sultan tekrar Trabzon’a doğru yola çıkarken yöre halkına bu yapılan iyiliklerin karşılığını kat be kat ödeyeceğini söyler. Gerçekten de kendi kesesinden bir vakıf inşa eder.
Kasabanın ekmeği ve tereyağı meşhurdur. Rivayete göre Osmanlı Sarayı’nın mutfağına giren tereyağı buradan gönderilirdi.
Yol üzerimizdeki başka bir kasaba olan Akçaabat’ta öğle yemeği için mola verdik.
Ayrıca Akçaabat’ın horonunun namını duyduk. Horonların en hızlısı ve zoru olarak anlatıldı. Bilmeyenin , beceremeyenin denememesi gerektiği söylendi. Her şeyi taklit etmeye çalışan yunan zihniyeti aynı oyunu atsiapat adıyla oynamaya çalışıyormuş.
Trabzon’a dönelim. Trabzon zengin, kalabalık, büyük bir şehir. Kısa sürede gez gez bitecek bir yer değil. Görüntü itibariyle pek çok sürprize açık sokakları, mahalleleri ile İstanbul’u anımsatıyor. Tabii sakin kafayla düşünüldüğünde pekte şaşırtıcı değil. Şehri büyüten, bir imparatorluk başkenti haline getiren Komnenoslar İstanbul’dan gelmişti.
Trabzon kentinin kuruluşu, İstanbul’dan hatta Roma’dan bile daha eskiye dayanır. Şehir, 276 yılında tüm Doğu Karadeniz bölgesine akınlar yapan Gotların saldırısına uğramış, bu saldırıda tüm kent yakılıp yıkılmıştır.
Araplar 8. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’ya düzenledikleri baskınlarda Doğu Karadeniz ve Trabzon’a gelmişlerdir. Osmanlılar şehri 1461 yılında ele geçirirler. Trabzon 16. yüzyılda, merkezi Batum olan lazistan sancağı ile birleştirilerek eyalete dönüştürülmüş ve bu yeni idari birimin merkezi olmuştur. 1867 yılında Trabzon’da büyük bir yangın çıkmış, bir çok kamu binası da bu sırada yanmış ve kent daha sonra yeniden düzenlenmiştir. 1868 yılında vilayet olmuş, merkez sancağı dışında lazistan, gümüşhane, canik sancakları da buraya bağlanmıştır.
1917’de Rusya’da bolşevik devrimi olur, çarlık yönetimi yıkılır. Bunun üzerine Rus ordusunda büyük bir panik başlar. Bu Rusların Trabzon’dan çekilmesine de yol açar. Öte yandan, batıdan doğuya doğru kayan ve Karadağ’da toplanan Türk çeteleri, Akçaabat’a inerek Yüzbaşı Kahraman Bey’in komutasında üç koldan Trabzon’a doğru yürürler ve 24 şubat 1918 tarihinde Trabzon’a girer.
4.Haçlı seferi sonucunda İstanbul düşünce aristokrat ailelerden Komnenoslar Gürcü prensliğin desteğiyle bir şekilde bir devlet kurdu. Devlet çok fazla gelişemese de lokal zaferler ve kilisenin etkisiyle dağlık yörenin yerel halkının desteğini alarak ayakta durabilmiş.
Kurdukları çeşitli ama isabetli ittifaklar ve sağlam şehir surları özellikle Selçuklulara karşı şehri başarıyla savunmuş. Fatih’in orduları bile oldukça zorlanmış. Rumlar, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ile evlendirdikleri prenses vasıtasıyla kurdukları ittifaka çok güvenseler de imdatlarına yetişen kimse olmamış.
Şehir, günümüzde Maçka kasabasına adını veren Matsukalı gençlerin tüm direnişlerine karşın Türklerin eline geçer. Şehrin yakınlarındaki Adakale bir yıl daha direnirse de mukadderat değişmez.
Fatih şehri ele geçirince buradaki Aya Sofya kilisesini camiye çevirir.Yapı, kral 1.Manuel tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılmıştır.
Sonunda bir müddet depo olarak kullanılan yapı 1964’te müzeye dönüştürülür. İlginçtir ne zaman camiye dönüştürüldüğü muamma gibi. Bakındığım pek çok kaynak farklı yanıtlar vermekte. Eğer alınır alınmaz camiye çevrildiyse çan kulesi ne zaman yapıldı. Yada 1583’te camiye çevrildiyse neden o zamana dek dokunulmadı.
Bahçesinde çan kulesi olarak inşa edilen bir yapı daha var.Taş işçiliğinin tarzı Ermeni ustaların elinden çıkmış izlenimi vermekte.
Yapı dışarıdan büyükçe bir görünüme sahip.Alışılmadık bir tarzdaki sütun başlıklarının taşıdığı kemerlerin üzerinde zamanla nispeten silikleşmiş yazılar ve kabartmalar incilden çeşitli sahneleri betimlemekte. Ama en üstte Komnenosların tek başlı kartalı yer almakta.
Revakların üzerinde de görüldüğü gibi taş işçiliği oldukça iyi. Kuzey ve batıdaki revak ceplerinde görülen geometrik geçmeli bezemeleri içeren madalyonlarla, batı cephesindeki selçuklu taş işlemelerine benzemekte.
Ortada, kubbenin tam altında üstünde gezilmesi engellenmiş mozaik kaplı bir alan var. Kilisenin duvarları, tavanı, her bir parçası silikleşmişte olsa incilin özellikle eski ahidin adeta resimli bir canlandırması halinde.
Ana kapıya göre solda, demir bir merdivenle çıkılması mümkün olan, ama buna izin verilmeyen bir odacık var. Çıkmayı denediysem de görevlilere yakalandım.
Yapının narteksinde fresklerin görünümleri yada restorasyonu oldukça başarılı. Kilisedeki fresklerin bulabildiğim kadar açıklamalarını aşağıda paylaşıyorum.
Binanın en görkemli cephesi güneyidir.. Burada adem ile havva’nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde anlatılmıştır.
1. sahnede; adem ile havvanın yaratılışları
2. sahnede; adem ile havvanın cennette yaşayışları
3. sahnede; yasak elma
4. sahnede; adem ile havvanın cenneten kovuluşları
5. sahnede; ilk cinayetin tasviri (kabilîn habil‘i öldürmesi) yer almaktadır..
Güney cephesinde ki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzonda 257 yıl hüküm süren komnenosların sembolü olan tek başlı kartal motifi bulunmaktadır. Benzer bir kartal tasviri ana apsisin dışında doğu tarafta yer alır.. Bu cephede, kentaur – grifon gibi mitolojik varlıklar, güvercinler, merkezlerinde yıldız ve hilal bulunan kare panolar, içleri bitkisel motifli madalyonlar yer almaktadır..
Yapının ana kubbesinin altına rastlayan kısmında opus-sectula tarzında çok renkli mermerden yapılmış bir yer mozaiği bulunmaktadır..
Kubbede ana tasvir hz isanın tanrısal yönünü aksettiren pantakrator isadır.. bunun altında bir kitabe kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunur.. ana kubbenin pencere aralarında isanın on iki havarisi tasvir edilmiştir.. pandantiflerde değişik kompozisyonlar yer almaktadır.. isanın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiştir..
Kilisenin hemen arkasında eskiden vaftizlerde kullanılan bir çukurluk var. Tahminen dağ köylülerinin kitleler halinde vaftizleri sırasında kullanılıyordu. Kilisenin etrafında dolaşırken doğu cephesinde bir kartal figürü daha var.
Bahçede çok sayıda Osmanlı dönemine ait mezar taşı ve taş sanduka bulunmakta. Bazılarında ilginç isimler varsa da bu kişiler kimdir bulamadım. Aslında pekte araştırmadım.
Müze girişindeki gişede şehri tanıtan broşürlerde (istenildiğinde) veriliyor. Bu broşürlerde şehir merkezinin bir planı da var. Müzeye giriş 5 YTL.
Şehirde kazzaziye ve telkari denilen bir tür kıymetli metal işçiliğine dayalı bir sanat var. Bunları yapan dükkanlardan birine girerek bu sanat hakkında bilgi aldık. Gümüş çekilerek çok inceleştiriliyor. Bu ince tellere şekil verilerek küpe, toka benzeri süs eşyaları yapıyorlar. Çok ince bir iş.
Öte yandan dükkan sahibiyle yaptığımız kısa sohbette çok ucuza elmas, yakut vb sattıklarını öğrendik. Bu değerli taşların kaynağını da öğrendik. Trabzon’un eski ve köklü ailelerinin yaşlı kadınlarının bu tip değerli taşları olurmuş. Taşların miras kaldığı değerbilmezler (yada gerçekten müşkül durumda olanlar) bu taşları kuyumculara satarak paraya dönüştürüyorlar. Taşlar dükkanlarda işlenip cilalanarak sertifikalı olarak tekrar ama bu sefer başka sahiplere satılmak üzere piyasaya sürülüyor.
Trabzon 1800’lerden sonra oldukça varsıllaşmış bir şehir. Şehirde dört tane Amerikan kolejinin varlığını, çok sayıda ülkenin sefaretinin mevcudiyetini biliyoruz.(19 ülkenin sefareti varmış.). Boztepe yakınlarında beş katlı, oldukça görkemli bir metropolitlikden bahsedilmekte. Çarşı tamamen Ermeni ve Rumların kontrolündeki bir ticaret sahası olmuş. Türklerse ya cephede yada tarlada yaşamına devam etmeye çalışmış. Bu durum mübadeleye dek devam etmiş.
Azınlıkların zenginliğini Atatürk köşküne gittiğinizde daha iyi kavrıyorsunuz.
Şöyleki, şehrin zengin armatörlerinden Konstantin Kabayanidis köşkü aslında kendisi için yaptırır. İtalyan mimarlar köşkü 1902-13 yılları arasında inşa ederler. Trabzon ve civarında elektrik yokken kuğu gibi bembeyaz olan köşk jeneratörler aracılığıyla aydınlatılıyormuş. Ayrıca köşk gördüğünüz zarif kalorifer petekleri tarafından merkezi ısıtmalı olarak ısıtılmaktaymış.
Mübadeleden sonra kamulaştırılan yapı Mustafa Kemal’in şehre ikinci gelişiyle kendisine hediye edilmiş. Yüce liderimiz 1936’da şehre üçüncü kez gelişinde ikinci kattaki çalışma odasında vasiyetini kaleme almış. Ama burada geçirdiği zaman içerisinde yaptığı en önemli iş, Dersimde devletimize karşı ayaklanan Kürtlerin isyanını bastırmak için gerekli olan askeri harekatı tasarlamak olmuş. Üst kattaki holün duvarında çok detaylı bir harita var. Söylenene göre dönemin Türkiyesi’nin tüm köyleri bile haritada mevcutmuş. Sadece iki adet üretilmiş. Dikkatli bakıldığında parantez içinde kimi yerleşimlerin eski isimlerini görebiliyorsunuz.
İçeride fotoğraf çekmek yasak. Ancak valilikten alınan özel izinle iç mekanlarda fotoğraf çekmek mümkün.
Dört katlı, bembeyaz, kuğu gibi köşkten çıkıp otobüsümüze bindik.
Trabzon’da kısmen surlar ayakta. Surların hemen dışında Kızlar Manastırı görülüyor. Bu manastır Sümela’nın küçük bir modeli. Manastır 14. yüzyılda 3. Aleksios tarafından yaptırılmıştır. Aleksios’un oğulları Anrokinos ve Manuel burada gömülüdür. Mübadeleye kadar kullanılan manastır, daha sonra terkedilmiş.
Kalın kesme taşla yüksek bir duvarla korunan manastırın kaya kilisesinin girişinde 3. aleksiosun annesi irene, eşi thedora kantakuzenos betimlenmiştir. Manastır alanının en yüksek yerinde konstantinosun gömütü bulunmaktadır. Anıt gömüt, dört sütunun taşıdığı kubbeyle örtülü taş lahitten oluşmaktadır. Kubbenin iç yüzünde isa ve dört incil yazarı betimlenmiştir.
Ne yazık ki gidip manastırı ve -duruyorlarsa- lahitleri göremedim.
Ayrıca kiliseden dönüştürülen yada Osmanlı döneminde inşa edilen çok sayıda pek çok cami var. Zaman darlığı nedeniyle içlerine giremedim. Ama yanlarından hızla geçtiğim camiler için özet bazı bilgiler edindim.
Şehirde bulunan en büyük cami, Trabzon’da valilik yapmış Hazinedarzade Osman Paşa tarafından 1839 yılında yaptırılmış.
Ortahisar Camii; Trabzon’da, panaghia chrysocephalos virgin kilisesinin camiye çevrildikten sonraki adıdır. Fatih camii adıyla da bilinir. Bir başka kilise camii de yeni cuma camiidir. Bizans dönemindeki adı hagios eugenius kilisesidir. Bir başka devşirme cami de Kudrettin Camiidir. Bir de Gülbahar Hatun camii var.
Şehirde ve civarında pek çok kilise ve manastır bulunmakta. Çoğu yıkıntı halinde ve kullanılmasa da yine de anılmaya değer. Zaten Trabzona manastırlar şehri de denilmekteymiş.
Bunlardan biri Kuştul Manastırı. Meşhur manastırlardan bir diğeri de Kaymaklı Manastırı.
Bir sonraki durağımız olan Rize’ye giderken Trabzon’un ilçeleri Sürmene ve Of’u aşıyoruz. Sürmene’de dönüşte mecburi olarak durmak zorunda kaldık. Detayını sırası geldiğinde anlatırım. Ama Sürmene’nin kama ve bıçakları meşhur. Bu bıçaklar sadece kesicilikleriyle değil delicilikleriyle de meşhur. Rivayete göre ihtilal sırasında diğer tüm silahlar ile bir tutulup imha edilmiş yada halk bunları örfi idareye kaptırmamak için sağa sola saklamamış yada atmış. Bilumum Karadeniz dizisindeki konaklarda Sürmene’de yer almaktaymış.
Of ise insanları fıkralara, şarkılara konu olmuş bir kasaba. Of, Oflular için dünyanın merkezi. Belde-i mukaddes. Oflular kendilerini Trabzon’a bağlı görmüyorlar. Of onlara göre direkt Allaha bağlı zaten. Oflular tutucu kişiler. Genellikle de hoca olarak görülüyorlar. Zekalarına da güvenmekteler. Ofluların şeytana bile pabucunu ters giydirdiği hikayeler şarkı olmuş çoktan. İlginçtir kaynaklar kasabanın Bizans döneminde de papaz yetiştirdiğini ve çok sayıda kilise ve manastırı olduğunu söylemekte. Eski Yunanca Ofis (yılan yada dolambaçlı) kelimesinden gelmiş adı.
Rize’ye geliyoruz. Pastacı ve müteahhitleri ile ünlenen şehrin pastacılarının marifetlerini göremesek de ince sahil diliminde, yolun arkasında gördüğümüz on-on iki katlı, denize sıfır apartmanlar “Rizeli müteahhit” deyiminin kaynağını gösteriyor.
Rize’de yaylalarıyla meşhur. Ovit, Ayder, Kavron gibi pek çok yayla var. Anzer balıda burada üretilmekte. Oldukça pahalı bir bal bu. En çok yağış alan il olduğunu sık ormanlarının koyu yeşil renkleriyle göstermekte. İsminin yunanca dağ eteği anlamına gelen rhisa kelimesinden türediğine inanılıyor.
Rize’de Rize bezi denilen bir tür kumaştan üretilen eşarp, gömlek tarzı ürünlerin satıldığı bir dükkana girdik. Eşarplar yöre kadınlarının günlük hayatlarında kullandığı yerel bir örtü. Kendilerine has bir bağlama stilleri var. İzlediğimde öğrenmiştim ama şimdi anlıyorum ki unutmuşum. Bağlama tarzları kadının evli, bekar, dul vb olduğunu belli edermiş. Rize bezine feretiko da denilmekte. Feretiko kendirden el tezgahlarında üretilmekte. Kendirden üretildiği için sağlıklı kumaşlar. Ama kendir Romanya’dan ithal edilmekte ve genelde ancak bir kez dokunabilmekte.
Ayrıca buradan çay kolonyası aldık. Kokusu biraz değişik ama hafif. Kesinlikle rahatsız edici değil.
Buradan yolumuza Fırtına Deresi’ni takip ederek Ayder Yaylası’na varmak üzere devam ettik. Fırtına deresi debisi yüksek bir akarsu. Palovit ve hala derelerinin birleşmesiyle oluşuyor. Bunu suyun renginden ve derenin içerisindeki iri kayalardan anlayabiliyoruz. Rafting de yapılabilen derede su miktarı biz geçerken azalmış görünüyordu.
Bir aralar dere üzerinde bir baraj ve hidroelektrik santrali yapılması gündemdeydi. Çeşitli yeşil örgütler ve yörenin doğal sit alanı olması gibi faktörler bu doğa katliamını engelledi yada belki de geciktirdi. Vadide yaklaşık beş bin dolayında endemik bitkinin varlığından bahsedilmekte. Derede de sadece bu dereye mahsus bir balığın varlığından bahsedilmekte.
Uzun bir süre dereyi izleyerek gün batımından sonra otele ulaştık. Otelin arkasında, küçük bir çağlayan vardı. Yüksek volümlü uğultu zamanla ve yorgunluğumuzun etkisiyle uyumamıza yardımcı oldu.