Tura Cuma gecesi başladık. Artık tur seçenekleri içerisinde sabah kalkışlı turlarda söz konusu. Ama biz standartlara uyduk ve gece yarısı yola koyulduk.
Tur otobüsünün neredeyse yarısı boştu. Yolculuk boyunca aracın ortalarında bir yerde yer aldık ve tüm bu zaman zarfında diğerlerinden ayrı bir havada gezimizi sürdürdük. Genelde aileler yada orta yaş üstü grupların yer aldığı tur için iyi geçtiğini söyleyebilirim. Bununla beraber gezilecek mesafenin uzunluğu (yaklaşık 4600 km), gezilecek yerlerin sayısının fazlalığı bazı yerlerin pas geçilmesine yada şöyle bir geçilmesine neden oldu.
Gelelim tekrar turumuza. Gece boyu sarsıntısız, rahatsız bir yolculuk yaparak seyahat ettik. Yine uyuyamadım. Gece yolculukları ne yazık ki beni dayak yemişten beter etmekte.
Geçen Safranbolu turundan farklı bir rota ile öncelikle Amasra’ya uğradık. Sabahın körü denilebilecek bir saatte kuş kayası yol anıtının yanına çıktık.
Her tur rehberinin kendine göre bir üslubu, bilgi birikimi var. Bu kez oğlumla beraber anıtın yanına dek çıkabildik. Oğlumun 3,5 yaşında olmasına rağmen hevesli olması çok hoşuma gitti. Anıtın yanında ince , bir metre genişliğinde bir yol uzanmakta. Vakit darlığı nedeniyle yolun nereden başlayıp nereye gittiğini tespit edemedik. Ama aslında tarihi Amasra yolu işte bu daracık yol.
Fettan kadın Amastris ‘in memleketine saat 6 gibi vardık. Kumsal bomboş, sokaklarda in cin top oynamakta. Standart olarak Amasra içinde sahilden başlayıp çarşı içerisinde yapılan geziyi bizde yaptık. İtiraf etmeli ki gündoğumunda özellikle sahil kısmında çok tatlı bir sarı tonu ağırlığını hissettirmekte. Bu da olabildikçe güzel fotoğraflar alınabilmesine olanak vermekte.
Şehrin surları da restorasyon görmüş. Ama İstanbul ‘dakiler gibi sırıtmıyor. Dış surların etrafında ince bir gezi yolu mevcut. Türlü buluntu spoyler olarak kullanılmıştır.
Gezinin ardından tekne turuna katılmak yerine açık bulduğumuz tek kahvenin içine girip simit yedik. Yöresel simit ince ve susamları da pek pişkin değil.
Sabah Karadeniz tahmin ettiğim gibi hırçın ve dalgalı değildi. Denizin tüm sakinliğine karşın denizden görülecek alanın darlığı tekne yolculuğu için keşke bile dedirtmedi.
Kasabanın pazarı dediğim gibi oldukça sakin bu saatlerde. Ama yine de tezgahlar dükkanların önünde ve sadece üzerileri naylonla örtülü. Buradan kasabanın güvenli ve hırsızlığın olmadığı kanısına varıyorum.
Saatin erkenliği nedeniyle küçük harika “Amasra Müzesi’ni” gezemedik. Şehrin doğusuna uzanan yolu takip ederek Safranbolu ‘ya doğru yola koyulduk. Bu noktadan kasabanın görünümü Bakacak noktasına nazaran kat be kat daha güzel. Ama kasabanın çılgınca yapılaşma fırtınasına tutulduğu görülmekte.
Su kemerleri, kasabaya Mehmet İzzet Paşa ‘nın hediyesi. 30-40 yıl öncesine dek kasabaya su, bu kemerler vasıtasıyla getirilmekteymiş. Kemerler, altından zayıfça bir suyun akmakta olduğu, oldukça derin bir vadinin üzerine inşa edilmiş. Kemer oldukça yüksek ve dar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse restorasyon oldukça iyi yapılmış.
Kemerin üzerindeki dar yolun üzerinden yürüyerek karşıya geçebiliyorsunuz. Bu dar yolun üzerinden aşağıya bakmak heyecan verici ama annesinin elinden tutup sarkarak aşağıya bakan küçücük çocuğunuzu görmek daha beter bir heyecan, kaygı hatta korku kaynağı.
Bundan 20-30 yıl öncesine dek çayların daha bir gür aktığı dönemlerde, yöredeki su değirmenlerinde halkın buğdaylarını öğüttüğünü anlattı ihtiyar taksi şoförümüz. Oysa günümüz teknolojisi ile el ele tutuşan kuraklığın etkisiyle bu su değirmenleri teker teker kapanarak devre dışı kalmış.
Kasaba merkezine döndüğümüzde ilkin baba-oğul Mehmet İzzet Paşa Camii ‘ne, ardından içinde tamirat işleri yapılan Köprülü Camii ‘ne gidip fotoğraf çektik. Çok aşırı bir sıcaklık olduğu için kale ve saat kulesine gitmekten vazgeçip çarşı içerisinde bir şeyler atıştırdık.
Bir sonraki hedef Kastamonu. Fakat bu yolculuk sırasında öğle yemeğinin alınması için bir yere gittik. Zayıfça akan bir dere (belki de zamanında bir çay) yanında yemekler alındı. Biz nispeten tok olduğumuz için pek bir şey yemedik ama oldukça yoğun ve lezzetli ayrandan bardak bardak içtim.
Kastamonu yolunda bir iki ilginç şey var. Biri yolun solunda yer alan tümülüs benzeri tümsek. Diğeri ise Araç ilçesinde yer alan kale. Yanından çok hızlı geçtiğimiz için pek inceleyemesem de oldukça sağlam bir yapıya benzediğini söyleyebilirim.
Yolculuk sonunda saat 16 gibi Kastamonu şehrine vardık. Söylemeliyim ki Kastamonu tahminlerimin ötesinde, büyüleyici bir şehir.
Kastamonu Türklerin eline geçtikten sonra asla başka bir güç tarafından işgal edilememiş. Bununla beraber Kastamonu fiilen işgal edilmediyse de Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları’nda çok fazla kayıp vermiş. Yetişkin erkek nüfusunun %60’ına yakını kaybeden şehrin özellikle Araç ilçesinde bu oran %90’a ulaşmış. Bunun sonucunda şehir kendi dinamiklerini kaybetmiş. Öyle ki Mustafa Kemal “Bana her ilden bir yiğit getirin Kastamonu’dan tuttuğunuzu getirin” diye bir söz sarfetmiş. Günümüzde bazı soysuzlar bu lafı da yozlaştırmış. Ama gerçek araştırıldı mı bulunabiliyor hala…
Yolun solunda tahta minareli eski bir cami var. Eski bir görünümü olan caminin adı İsfendiyaroğlu Camii. Müzeden emekli yaşlı bir amcanın dediğine göre restorasyon sonucu kalan tek orijinalliğin ahşap minarenin külahının ucundaki rüzgar gülü imiş. İçeride özgünlük kaybolmuş. İçine girebilme imkanım olmadı. Yöredeki kimi tanınmış camilerin ortak özelliği içerisinde sadece ahşap malzemenin kullanılması. Bunların en meşhuru ise Kasaba Camii. Bağlantıların bile sadece ahşap çiviler ile sağlandığı sekiz yüz yıllık camiye gidebilme imkanımda olmadı.
Cami girişinden yolun karşısına baktığımda Kastamonu’nun meşhur konaklarından bazılarını da görebildim. Şehrin cumhuriyet döneminde göç verip küçük kalması nedeniyle modern mimari denilen ucubelik şehre fazla nüfuz edememiş, dolayısıyla konaklarda yaşayabilmiş. Çok sayıda konak var. Ama fırsat bulup da gezemediğimiz için Safranbolu yada Cumalıkızık’taki benzerleri ile kıyaslama imkanımız olmadı.
Şehrin bence en büyük zenginliklerinin başında müzesi gelmekte. Yine 19.yy tarzı ama kapı girişindeki sütun başlıkları daha önce hiç görmediğim bir özgünlükteki yapının içine giremediğim için içerideki eserleri göremedim. Ama iyi yürekli ve hoş sohbet müze görevlisinin izni sırasında bahçeyi rahatlıkla gezebilme fırsatı buldum. Onca eser içerisinden özellikle dikkatimi çekenlerin başında hemen kapının girişinde yer alan aslan heykeli ve girişe göre sağdaki çimenlikle duran ve belli bir açıdan bakıldığında bir kadın ve erkeğin yan yana görüldüğü kaya kabartması gelmekte.
Kastamonu meşrutiyet ile beraber şahlanmış bir şehir. 1900 ‘lere değin İstanbul’un Anadolu yakasınında aralarında bulunduğu çok geniş bir alan üzerindeki pek çok yerleşim biriminin merkezi olan şehrin üniversite binasının kitabesi de müze bahçesinde bir duvara yaslanmış bir şekilde dururken görebiliyorsunuz.
Müzeden şehri tanıtan bir kitapçık ve harita temin edip Ilgaz Dağları’ndaki otele gitmek için otobüse yetiştim.
Otel, Ilgaz doğal parkının kayak pistlerinin hemen bitiminde yer almakta. Ama yol boyunca özellikle yükseklik arttıkça ormanlık alan yoğunlaşmakta ve yeşilin çeşitli tonları sizi sarmalamakta.
Dağda iki pist var. Ama pistler kısa ama dik değil. Buda amatör ve gırgırına kayanlar için ideal bir yer olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki en kaliteli karın Ilgaz’da olduğu söyleniyor. Yaz mevsiminde ise kampçılık ve yürüyüş için önerilen yerlerden.
Ankara Üniversitesi’nin oteli olduğunu sandığım mekanda fena değil. Oldukça kısa olan pistlerin bitiminde üç-dört otel var. Piste en yakın otel ya kapalı ya da tadilattaydı. Mevsim itibariyle kayak alanı oldukça ıssızdı. Belki çimlendirilerek yazın ve baharda çim kayağı da yapılabilir. Ama kesif ağaçların arasından sızan ay ışığının şavkı, kışın burada oluşan görüntüler için fikir vermekte. Kışın mutlaka gelinmesi gereken bir yer.
Yorgunluk ve sessiz ortamın verdiği huzur nedeniyle kütük gibi uyumuşum.