İnebolu ‘dan önce Cide‘ye gidiliyor. Hareket saati 9:30 . Bizse sekiz gibi otelden çıkıp İnebolu yollarına düştük. Tarihi İnebolu Evleri’ni görüntüleyebilmek için tepelere yöneldik.
Çok sayıda ahşap bina var. Kasaba bu konuda çok şanslı. Kasabanın üstlerinde yarım bir çember çizip ilerlerken İnebolu limanını da görebilme imkanımız oldu. Bu liman bir türlü bitirilememesiyle ünlü. Üç padişah ve tüm cumhuriyet hükümetleri bir türlü bitirememiş bu limanı. Bitirmek RTE ‘ye nasip olmuş. Bu ne kısmet…
İnebolu öyle böyle küçük, çabuk gezilir bir yer değil. Her şeyiyle gördüm diyebilmek için en az üç saat gezmek gerekir. Biz üzerinde manastır kalıntıları olan Geliş tepesinin eteğine dek gittik ama zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle çıkamadık.
Geldi sıra Cide ‘ye gitmeye. Yine bir minibüsün içinde ama bu kez en arkasındayız. Araç tepeleme dolu. Tepeleme diyorum çünkü aracın üzerinde halılar, denkler, akıllara ziyan ne düşünürseniz (hatta benim çantamı bile oraya koymuşlar) yer almakta. Kalkışa dek yağmur başlayınca birde bunların üzerine branda serip halatlarla bağladılar.
İnebolu Cide arası yaklaşık doksan km. kadar. Adam başı 15 YTL ücret. Başlangıçta pahalı geldiyse de yolun yapısı ve yolculuğun süresi göz önüne alınınca parayı helal ediyorsunuz. Yolculuk dört saate yakın sürüyor. Bu kadar mesafe nasıl bu sürede gidiliyor anlatacağım.
Yol türlü türlü ağacın oluşturduğu sık ormanların arasında keskin virajların bir aşağı bir yukarı süre geldiği bir zemin burada. Virajların keskinliği, yolun bozukluğu, bir yanınızda gördüğünüz derin uçurumlar aracın yavaş gitmesinin başlıca nedenleri arasında. Araçtaki kadınlar ve çocuklar kusmakta. Şoför ise robotlaşmış bir ifade ile arkasına siyah naylon torbaları uzatmakta. Yapacak bir şey yok. İstifrağ sesleri ve kesif kusmuk kokusu bizi de çarpmakta. Pencereyi açtıysak da pek fayda etmedi. Koku burnumuzun dibinden süzülerek çıkmakta dışarı.
Yaklaşık seksen dakika sonra Doğanyurt isimli fakir, garibanın garibanı bir yerde yolcu indirildi ve bahaneyle de bir süre mola verildi. İyi de oldu. Hem minibüsün içi havalandı hem de biz taze hava ile ciğerlerimizi doldurduk. O kadar çok sağa sola dönmüşüz ki ayakta dururken bile epeyce başım dönüyordu.
Yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çocuklar uyuyakalmış. Kadınlar ise iyice güçsüz düşmüş olacaklar ki kusacak halde bile değiller. Yolda virajı alamadığı için uçmuş ve sık meşe ağaçlarının arasında ters dönmüş bir otomobili gördük. Yapacak bir şey yok. Ağaçlar düşüşü yavaşlatmış olmalı ki adamlar bir şey olmaksızın araçlarından çıkabilmişler.
Ormanın ve denizin, yeşilin ve mavinin kah harika kah korkunç kontrastı eşliğinde Cide ‘ye vardık.
Cide küçük bir yerleşim. Ama özellikle İstanbul’da çok sayıda Cidelinin olması ve onların memleketleriyle olan bağlarını koparmaması pek çok yerel otobüs firmasının varlığının nedeni.
İstanbul ‘a giden bir otobüse yerleştirildik. Bindik demiyorum çünkü minibüs şoförleri bizlere yardımcı oluyor hep. 13 ‘te araç harekete geçecek. Kurucaşile ‘ye dek koltukta sonrasında ise Amasra sapağına dek otobüste bir yerde bir şekilde gideceğiz.
Yolculuğun hemen başında meşhur Gideros ‘tan geçiyoruz. C şeklinde gayet korunaklı, etrafı ağaçlarla çevrili bir koy burası. Tamam güzel bir yer ama gerek Ege’de gerekse Akdeniz’de bu tip çok koy var.
Bu yolda bir önceki kadar olmasa da virajlı. Manzara ise hep aynı. Bir tarafta deniz bir tarafta ise rengarenk ağaçları ile orman.
Kurucaşile ‘de koltuklarımızdan kalktık. Ben muavin koltuğuna oturdum uğur ise en önde koltukların arasındaki boşluğa oturdu. Görüş açısı muhteşem ama kimi virajları dönerken korkmadım desem yalan olur. (iki dönüşte öldüm öldüm dirildim) Yörenin şoförleri pek bir yaman, pek bir mahir. Şansımıza bu şoför de çok konuşkan çıktı ama ben adamın dikkatini dağıtmaktan korktuğum için pek konuşamadım bu kez.
Yollar hep virajlı. İnanın 200 m. bile düz gitmek mümkün değil. Sıklaşan ormanlık alanlarda yeşilin yetmiş yedi tonu birbirleriyle yarış edercesine kimi zaman aralarına sarı, kırmızı yapraklı ağaçları da barındırıp size bir renk armonisi sunuyorlar. Çamlar yağan son yağmurların etkisiyle yeni sürgünler çıkartmış. Öteki ağaçlar ise parıl parıl parlamakta. Zahmeti kadar keyfide çok fazla bu yolların. Allah bu yolun kaptanlarından kuvvet, sabır ve dikkati esirgemesin diye dua ediyoruz.
Amasra ‘ya doğru giderken geçen sene yapılmakta olan yolun tamamlandığını görüyoruz. Otobüs adeta şahlanıyor artık. Yolda bir erkek birde kadın turistin bisikletleriyle yolda gitmekte olduğunu gördük. Şoför, yollarda çok sayıda böyle gezen turiste rastladığını anlatıyor. Zaten bir biz Türkler bu ülkeyi gezmemeye inat ediyoruz.
Amasra sapağında şoförle vedalaşarak indik. Burada da köylü kadınlar tezgah açmış yerel ürünleri satmanın derdindeler. Bu noktadan minibüslerle Amasra ‘ya gitmek mümkün ama biz beklemek yerine 6-7 km. lik yürümeyi tercih ediyoruz. (Akılsız başın cezasını ayaklar çeker diye boşuna denmemiş zaten) İlk minibüs ne zaman geçecek bilmiyoruz ve satıcı kadınlara sorduğumuzda da tatminkar bir yanıt alamadık.
Bununla beraber ister inat deyin isterseniz bilinçsizlik zerrece ayaklarımızda yorgunluk hissetmedik. Amasra ‘ya iki km kala yolun kenarında bir otel var. Gürcüoluk Mağarası‘nın mülkiyeti de otele ait. Bunu ancak Amasra merkezinde gezerken öğrendiğimiz için mağaraya gidemedik. Bu bitmez yol üzerinde ilerlerken yolun sağındaki polis ve jandarma lojmanlarına doğru sapıp yolun sonuna dek giderseniz bedesten ‘e ulaşırsınız. Merkezden de ulaşması çok kolay. Tahminen Amasra‘nın bazilikasının parçalarından biri. 2. yy. ‘dan kaldığı tahmin edilmekte. Osmanlı zamanında da bedesten olarak kullanılmış. Kalın, kırmızı tuğladan duvarlar hala ayakta. Aslında bu bölge Amasra‘nın tarihi merkezi. Müzede sergilenen buluntuların önemli bir kısmı bedestenin yakınındaki küçük sanayi sitesinin inşaatı sırasında ortaya çıkarılmış.
Yolda yumruğum büyüklüğünde, altı bacaklı, parlak mor bir böcek gördük. Pek haz ettiğimi söyleyemeyeceğim J
Biz bedestene otele uğradıktan sonra gittik. Otelin yakınlarında da köylü kadınlar yerel ürünleri satıyorlar. Alan memnun satan memnun. Bir şey almasak da sadece onlarla konuşmamız, ürünlerini tatmamızdan bile hoşnut görünüyorlar. Ne güzel.
Gençlerin, yaşlı çiftlerin, turistlerin neşe ile dolaştığı Amasra sokaklarına bizde kendimizi bıraktık. Akşam hafiften çökmeye başlamışken dalgakırana yöneldik. Fransızca 1 Mai 1911 yazan taşı arıyoruz. Yok. Dalgakırana iki tarafından da baktık. Ayaklarımız yorgunluktan ve (bu kısım sadece bende vardı) yaralardan dolayı ağrımaktaydı. Ama merak insanı ayakta tutuyor. Günü yazıyı bulamadıysak da dalgakıranda batırdık.
Sonrasında yolumuzu kaleye çevirdik. Gün henüz batmış olmasına rağmen kale çoktan boşalmış. Tek tük insanlarla karşılaşılıyor. Millet çarşıda ve balık lokantalarında şu an. Şapeli, Fatih Camii’ni geçip Atatürk panosundan Amasra’yı seyrettik. Altındaki zindan denilen yerler kapatılmış. Zaten günün bu saatinde yanımızda fener bile yokken girecek halimiz ve cesaretimiz yok.
Buradan Kemere Köprüsü ‘ne doğru ilerlerken bir yerde yarasaların bir çember çizerek uçtuklarını gördüm. Çemberin ortasına girdim. Yarasaların kulaklarımdan vınlayarak geçişinden huzursuz olup çömeldim onlarda aynı şekilde alçaktan uçmaya koyuldular. Ben de dolgu flaşla görüntü almaya çalıştım. İlk patlamalarda çemberinde çapı genişledi. Ama makinanın kendini şarj ediş sürecinde tekrar yakından uçmaya başladılar. Bunu defalarca tekrarladık. İlginç bir deneyimdi.
Kemere Köprüsü’nde biraz oyalandık. Ardından köprüyü geçip sola sapıp terasa yerleştirilmiş banklardan Amasra ‘yı ve denizi izledik. Güzel bir yer Amasra. Ama benim gönlüm İnebolu ‘da kalmış.