Sabah 8 gibi uyandık. Dün geceden su toplamış ayak parmaklarım hala iyileşmemiş durumda. Ama idare edeceğimi umarak yollara düşüyorum gene. (Zaten başka seçenekte yok) Planımıza göre Sinop’taki belli başlı noktaları gezip İnebolu ‘ya geçmek; orada belki bir iki saat gezindikten sonra Bartın yada Amasra ‘ya geçmek vardı. Meğer ne büyük bir hayalmiş bu……
Önce çantalarımızı otele emanet bırakıp otelin hemen karşısında yer alan abideye uğradık. Sinop Baskını sırasında şehit edilen askerlerimize ait kemikler anıtın altındaki bir odacığa yerleştirilmiş. Rusların, Batum limanından dönerken fırtınaya yakalanıp Sinop Limanı’na sığınan on iki gemilik filotillayı yok etmesi sonucu 2,700 şehit ve on bir gemiye mal olmuş.
Denize düşen askerlerimizin üzerine Rusların yağlı ve neftli bezler atarak öldürdüklerini okuyunca Ruslara olan nefretim bir kat daha arttı.
Sinop Müzesi ikinci durak. Sinop Şehitleri Anıtı’nın yanında, adliye sarayının ardında yer almakta.
İki katlı müzenin üst katı idari bölümleri içermekte. Müzede çeşitli kazı ve rastlantılar sonucu bulunan çeşitli parçalar sergilenmekte. Özellikle iki aslan tarafından parçalanan geyik heykeli dikkat çekici. Ayrıca çok sayıda büst ve değişik mezar şteli de görülebilir. Öyle ki iki mezar ştelindeki işlemeler son dönem Osmanlı mezar taşlarındaki desenleri andırmakta.
Ayrıca salonun sağında, üzerindeki kabartmaları hayli belirsizleşmiş olsa da iki adet yelkenlinin işlendiği bir lahit de mutlaka görülmeli.
Müzenin en harika yeri ise fotoğraf çekilmesine müsaade edilmeyen ikona galerisi. Sadece bu galeriyi görmek için bile onca yol çekilir.
Sinopta on iki kilise olduğu söylenmekte. Bunlar zamanla tahrip olmuş. Bunlardan toplanan bu ikonalar 18 ve 19. yy ‘a tarihlendirilmekte. Genel olarak boyutları 50*80 cm civarında suntamsı tahtanın üzerine pastel renkler kullanılarak dini temalar resmedilmiş.
İsa ‘nın yüzü burada da değişik. Vaftizci Yahya ise iki-üç yerde kanatlı olarak temsil edilmiş. Bir anlam veremedik , zaten bununla ilgili açıklayıcı bir şeyde bulamadık.
Müzenin orta salonunda Sinop’ta bulunan bir yer mozaiği sergilenmekte. Ayrıca duvarlarda da çeşitli mozaik plakalar asılı.
Fakat bahçedeki en önemli nesne Serapis Mabedi ‘nden kalanlar.
Müzeden çıkınca bir karar vermek zorunda kaldık. Ya Balatlar Kilisesi’ne gidecektik ya da pas geçecektik. Müze görevlisinin tarifi gözümüzü korkutunca sahile yöneldik. Tam bu sırada bitirim bir arkadaş “ madem fotoğraf çekiyorsunuz yukarıda tarihi bir kilise var, ona da gidin “ dedi. Afalladık. Yerin yakın olduğunu söyleyerek yolu da tarif etti.
Merakımıza yenik düşerek kiliseye gittik. Burası Bizans dönemine ait bir kilise. Büyükçe bir alana yayılmış bir yapılar topluluğu aslında. Duvarlarda az sayıda fresk kalmış. İnsan boyunda olan yerlerdeki freskler grafitici zulmüne uğramış.
Sahili adımlayıp tarihi surların etrafından geçip yolumuza devam ederken balıkçıların ağlarını temizledikleri alanda tek bir sütuna rast geldik. “Rast gele” diyerek balıkçıların yanına rampa ettik. Sanırım amcamın bahsettiği limandaki antik kalıntılardan kala kala bir bu kalmış.
Sahilden hapishaneye gidiyoruz. Gidiyoruz da yine bize yolda ahşap evler, boy boy çeşmeler ve hamamlar eşlik etmekte.
Hapishane merkeze uzak değil. Aslında Sinop oldukça küçük bir şehir olduğu için herhangi bir yerden başka bir yere gidiş pek zor olmamakta.
Yaklaşık bir yılı çok az bir zaman geçtikten sonra tekrar Sinop hapishanesine dönmüş bulunuyorum. Bu kez kendi başımıza gezmenin avantajı ile hemen hemen her yere girdik. Çekilen diziden sadece baş gardiyanı oynayan aktörü idari binanın balkonunda görebildik.
Bir de hapishanede çekim yapılan koğuşların içine eşyalar konmuş. Kapılar sürgüsüz ve kilitsizdi. Ama kapalı olduğundan açmayı ve içeri girmeyi uygun bulmadım. Ama kapının üzerindeki o küçük, sürgülü delikten içeri baktığınızda sanki hala mahkumlar varmışçasına eşyaları görmek epey etkileyici. Ne diyelim Allah düşürmesin.
Hapishanede olumlu değişikliklerde var. Örneğin hücrelerde artık fotoselli lambalar kullanılmakta. Ayrıca bu kez mahkumların zanaat öğrendikleri kısım ile çocukların tutulduğu binaya uğradık. Bu son binaya üşendiğim için ben girmedim ama Uğur epeyce turladı.
Sinop ‘un bir başka önemli yapısı da Alaaddin Camii ‘nin ardında kalan Pervane Medresesi. Burası günümüzde turistik bir mekan olmuş. Sinop’taki turizm bürosu da burada ama tatil nedeni ile kapalıydı. Medresenin girişe göre saat bir yönünde Gazi Çelebi ve kızına ait iki de mezar var.
Bundan sonrası artık bir nevi dönüş aşaması. Turumuzun İstanbul ‘a en uzak noktası Sinop. Dünyanın başkentinden tam yedi yüz km uzaktayız. Ama bundan sonrasının bu denli zorlu ve masraflı olacağını hiç aklımızın ucundan bile geçirmemiştik.
Sinop’tan İnebolu ‘ya sadece günde bir kez oda sabah on gibi sefer var. Onun dışında sahilden Ayancık yada Türkeli ‘ne gidebiliyorsunuz. Her saat başı Ayancık ‘a yeni otogardan gidilmekte. Burası şehrin epeyce dışarısında olduğundan minibüslerle ulaşılabilmekte. Buradan kırk, kırk beş dakika süren bir yolculuk ile Ayancık ‘a varabiliyorsunuz.
Karnımız aç, hayal kırıklığımız ise tarif edilemez. Uğur , Kastamonu ‘ya oradan da Bartın ‘a gidelim diyor ama ben sahilden gitmeyi gurur meselesi yaptım. Hiç bir tur firmasının gitmediği, gidenini de duymadığım bir rotadan sapmamam gerektiğini bir ses içimden tekrarlıyor. Aracımızın kalkış saatine dek Ayancık ‘ı dolaşıyoruz. Ayaklarım yaralı olduğu için tam bir işkence oldu bu. Ama bu yaptığımız kısa gezintide bir iki güzel binayı resimledik. İnsanlar çevredeki diğer evlerinde yerlerini bizlere tarif ediyorlar ama ne yazık ki vaktimiz yok gitmeye.
Bununla beraber burada meşhur bir kilise var. Sinop’tan gelirken yolun sağındaki kereste fabrikasının üzerindeki ormanlık alanda sağlam bir durumda olduğunun bilgisini aldık.
Türkeli minibüsü dolu. Türkeli ‘ne dek giden yolda inenin binenin haddi hesabı yok. Gerektiğinde –ki hep gerekiyor zaten- tabureler devreye giriyor hemen. Bir saatlik yolculuk sırasında Akgöl ‘e ve birde İnaltı Mağarası’na giden yolu gösteren okları gördük.
Bunun dışında yolculuk gayet eğlenceli gitti. Çok rahat ve atak bir tip olmamın sonucunda yolculuk izafi olarak kısaldı. Minibüsün arkasından her lafa girip herkese laf yetiştirirken zaman su gibi aktı gitti. Ama insanlarda bundan memnun olmalı ki kadını, erkeği, genci herkesle bol bol sohbet ettik.
Türkeli ufak bir yer. Otogarda, bu saatten sonra İnebolu ‘ya gitmenin mümkün olmadığını öğrendik. Sonra yazıhanedeki adam bana bir telefon numarası verip aramamı söyledi. Yapmam gereken numarayı aramak ve Türkeli otogarında iki kişi olduğunu söylemekten ibaret. Yaptım elbette. Şunu söyleyeyim eskiden bindiğim otobüs yada minibüs küçük yerleşimlere girdiğinde delirir, söylenirdim. Artık hoş görmeye başladım.
Neyse, minibüs bizi önce Çatalzeytin isimli bir kasabaya getirdi. 16:30 ‘a dek yaklaşık kırk beş dakika kadar buradayız.
Çatalzeytin güzel bir sahil kasabası. Arada derede yamaç üzerinde bir iki ahşap ev görülebilir. Ayrıca şansımıza kasabanın pazarına dek gelip gezdik. Daha ne olsun.
Yine Kastamonu‘ya dönelim mi ikilemi başladı. Benim kararım belli ama Uğur Kastamonu ‘ya oradan da Zonguldak ‘a geçelim diyor. Yazıhanede Zonguldak ‘a itmek isteyen başka birinden bu saatte Kastamonu ‘ndan Zonguldak yada Bartın ‘a sefer olmadığını öğrendik. Son sözüm “işte macera ” oldu.
İnebolu ‘ya doğru yola çıktık nihayet. Yine şoförün yanındayız.
Yol üzerinde önce Abana ‘ya uğradık. Burasıda güzel bir kasaba ve yine güzel ahşap evler var. Buradan Bozkurt denilen başka bir beldeye gitmemiz gerekti. Burası Avrupa Birliği’nden çeşitli ödüler kazanmış, ağırlıklı olarak Kırım Türkleri ‘nden oluşmuş düzenli bir yerleşim.
İlk günün son durağı sadece bir iki saat uğrarız diye düşündüğümüz İnebolu oldu. Günün bu saatinde ne kadar sorup soruşturduysak da ötesi yok artık.
Bir otel bulduk. Adam başı 20 YTL. Sıcak su var, banyo iptidai.
Kurtuluş Savaşı’nın en büyük ve en önemli lojistik merkezi olan İnebolu ‘yu akşam itibariyle gezmeye koyulduk. Kasabanın belediye binasını ve yanındaki Hamamcı Salih Reis ‘in heykelini görüntüledik. İstanbul’dan yapılan silah sevkiyatında İnebolu halkını örgütlediği gibi bizzat yaşına başına bakmaksızın bombaları, mühimmatı taşımış.
Çarşının içerisinde içleri boş duran yada esnaf tarafından kullanılan pek çok rum binası var. Kurtuluş Savaşı sırasında yapılan tüm bu nakliyatta Rumların tepkisi ne olmuştu araştırılmaya değer bir konu.
Çarşıda biraz daha dolandık. Üç adet çeşitli büyüklüklerde eski cami var.
Gece gezisi sırasında İnebolu Postası gazetesinin yetkilisi ile karşılaştık. Ayaküstü, kısa ama oldukça sıcak bir sohbet yaptık.
Fakat ara sokaklarda fotoğraf çekerken, bizler gibi insanlar yüzünden yörenin sit alanı olduğu ve bu nedenle inşaat sektörünün durduğu şeklinde bir tepki veren bir adam tarafından engellenmeye çalışıldık. Bense bizlerin aslında bir fırsat olduğumuzu, bu evlerin restorasyonu ile inşaat sektörünün canlanacağını söyleyerek adamı savdım. Matrak bir andı.
Bu arada İnebolu yiyecek açısından tam bir cennet. İki karışık pide, bir kola ve birde ayran sadece 11,50. Daha ne olsun.