Kimi yerlerde epey yüksek yerlere çıkıyoruz sanırım. Otobüsümüzün ve kimi zaman karşıdan gelen araçların aydınlattığı yolda yerden kalkan sis bulutları bende bu fikri uyandırıyor. İlk mola yeri Erzincan Refahiye’de. Burada iniyoruz. İnsanı ısıran bir hava var. Bizim gibi bekleşen çok sayıda otobüsten biri İstanbul’dan ta Nahcivan ‘a dek gidecek olan bir otobüs. Tiplere bakıyorum. Tek bir genç kız iniyor.
Tesisin içine giriyoruz. Çağlar ısınmak için çay istiyor. Adam Çağlar ‘a belki de kendince çok olağan bir soruyu soruyor. “İçmek için mi istiyorsun?”
Birbirimize bakıyoruz. Çay ile başka ne yapılabilir. Aklımızı zorluyoruz ama mantıklı hiçbir sonuca ulaşamıyoruz. Kendimi fazla zorlamış olmalıyım ki tuvalete gitme ihtiyacı hissediyorum. Su içinde bir yer. Paçalarımı ıslanmamaları için katlıyorum. (Erzurum’da dönüşe doğru fark ediyorum paçalarımı bu şekilde katladığımı)
Erzincan garında aracın içi epeyce boşalıyor. Ön koltuğa geçip arada uyuklayabildiğim kadar yatmak için yayılıyorum. Gün doğana dek epeyce gün toplamış oluyorum. Camdan gayet kıraç olan coğrafyayı gün doğumu sırasında seyrediyorum Erzurum terminaline gelene dek.
Şehre ulaşmak için terminalden dümdüz ilerlediğinizde yolun ortasındaki heykelin oradan sola dönmeniz gerekmekte. Sağ taraflarda, uzakta sanırım kış olimpiyatları için yapılan atlama rampası görünmekte. Sola dönüp ilerliyoruz. Önce karşımıza bir havuz çıkıyor ve onu da geçiyoruz. Şu an şehrin ana caddesi olan Cumhuriyet Caddesi’nin üzerindeyiz.
Sabahın bu saatinde kimseler yok. Dükkanlarda henüz kapalı olduğu için kahvaltımızı erteliyoruz alışıldığı gibi. Önce Yakutiye Medresesi bizi karşılıyor. Üzeri desenli harika bir minaresi var. Taç kapısı da bir o kadar güzel ama giriş kapısının orijinali kim bilir nerede olduğundan şimdi yerine konan kapı aşırı sırıtıyor. Koni şeklinde bir kubbesi var. İlhanlılar döneminden , 1310 ‘lardan kalma bir yapı. Kapalı olduğundan içine giremedik.
Medresenin yanındaki standların arasından yürümeye devam ettiğimizde bu kez başka bir Osmanlı dönemi yapısı olan Lala Mustafa Paşa Camii ‘ni görüyoruz. Ardından biraz ötede oldukça hasar alıp yıkılmaya yüz tutmuş Cimcime Hatun Kümbeti ‘ni geçiyoruz. Yolun sağında şehrin Ulu Camii görülmekte. Bu da Yakutiye Medresesi gibi kesme taştan yapılmış ama gördüğüm kadarıyla pek özgün bir şey kalmamış. 1179 ‘da Saltuklular inşa etmiş. Tek minareli çok girişli bir yapı. Kapalı olduğundan buna da giremedik.
Ulu Cami ‘nin hemen yanında şehrin simgesi olan Çifte Minareli Medrese var. Burası da restore edildiği için kapalı ve etrafı sunta bariyerlerle çevrilmiş. Taç kapının her iki yanından da yükselen, işlemeli gövdeli iki minaresiyle tipik Orta Asya izlerini taşımakta. Elbette ki milli rengimiz turkuaz kendini göstermekte. Kimin yaptırdığı ortada kitabesi olmadığı için tam olarak bilinmese de tahminler mevcut. Alaaddin Keykubad ‘ın kızı yapmış olabilir denmekte.
Buradan iç mahallelere doğru ilerliyoruz. Fakir görünümlü evlerden çıkan insanlar bizi epey yabacı görüyorlar. Çevredeki çoğu bina son zamanlarda yıkılmış olmalı. Burada “üç kümbetler” var. Müze kart ile gezilebilen bu mekanda saat 9 ‘da açılıyor. Birbirine yakın üç tane büyük kümbet burada bir arada bulunuyor. Bunlardan birinin Saltukluların kurucusu Emir Saltuk ‘a ait olabileceği sanılmakta. İçeri giremediğimizden etraftaki parmaklıklara tırmanıp çekebildiğimiz kadar fotoğraf çekiyoruz. Kümbetlerden ikisi konik kubbeli ve bunların gövdeleri de tıpkı Çifte Minareli Medrese’ye bitişik olan kümbeti andırıyor. Öte yandan hafif bombeli kubbeye sahip kümbet hem daha zarif hem de gerçekten sekiz köşeye sahip.
Buradan kaleye doğru yönelirken bir tur otobüsünün de öteki yoldan döndüğünü görüyoruz. Şaşırtıcı iki durum var burada. İlki aslında sevindirici de. Bir tur firması buralara gelmiş. Ama biz Üç Kümbetler’den ayrılırken turdan kimseyi görmemiştik. Turdakiler her nasıl yaptılarsa biz dönerken hem gitmiş hem gezmiş hem de dönmüşlerdi.
Kalenin içine doğru ilerlemeden önce etrafında bir tur atıyoruz. 5. yüzyılda Theodossius yaptırmış kaleyi. Kalenin arkasından şehrin tüm çarpık yerleşimini görmek mümkün. Sonrasında kaleye giriyoruz. Burası da müze kartı olmayanlar için ücretli. Kalenin ortasında cami olarak kullanılan kümbet şeklinde kubbeli bir yapı mevcut. Tam köşede ise saat kulesi olarak da istifade edilen bir kule var. Muhtemelen zamanında bir minareydi. Buraya çıkılabiliyor ve buradan şehri güzelce görebiliyorsunuz. Kalede şu an kazılarda yapılmakta ve bu kazılarda minareden görülebilmekte.
İniyoruz kahvaltıyı yaptıktan sonra müzeyi ve gidebilirsek tabyaları gezeceğiz planımıza göre. Cadde üzerinde “Geleneksel 1.Ramazan Şenlikleri “ yazısının durup fotoğrafını çekiyorum. İlk kez yapılan bir şey nasıl geleneksel olabiliyor daha ilk seferinde halen çözebilmiş değilim. Neyse, ilk uğradığımız yer servis açmadıklarını söylüyor. Bunun bizim için problem olmadığını masamızı kendimizin silebileceğimizi söylüyorum ama yalvarırcasına bir tavırla patronunun görürse ceza vereceğini söylediğinde uzatmıyorum. Nasıl olsa biraz daha geride güzel görünümlü bir pastane takılmıştı gözüme.
Oraya gidiyoruz. Orada da durum farklı değil. Servis açmıyorlar. Ama yiyeceklerimizi alıp gidebiliyormuşuz. Nedenini sorunca görevli bayan bana, Ramazanı burada bu şekilde yaşadıklarını, bunu bilmemiz gerektiğini söyledi. Ben de elimden geldiğince nazik bir şekilde “Allah yaşanacak nice Ramazana kavuştursun da, sokakta yemesini ben de biliyorum. Orada beni yerken gören herkesin canı çekmeyecek mi?” dediğim de cevap vermiyor. Artık uzatmanın faydasız hatta zararlı olabileceğini benden önce kavramış olan arkadaşım beni uyarıp dışarı çıkıyor. Kalmanın anlamı yok. İlk otobüsle Kars ‘a geçmek için terminali arıyorum. Neyse ki yarım saat içinde bir araç var ve çarşıdan heykele kadar minibüsle gidip oradan da yürüyerek gara ulaşıyoruz.
Çağlar yolda gördüğümüz Çinli çiftin de aç kalacağını söyleyince Çinlilerin geniş bir yemek spektrumu olduğunu ve açlıklarını rahatlıkla doğadan temin edebilecekleri şeylerle dindirebilecekleri söylüyorum.
Şehre yaklaşınca uyanık kalmayı başarabildiğim anlarda konuştuğum ve beni içtenlikle yanıtlayan arkadaşa Ani ‘ye gidişi soruyorum. Elinden geldiğince anlatmaya çalışıyor. Hatta köyüne de davet ediyor ama gelmemizin mümkün olmadığını söylediğimizde yüzü asılıyor. Üzüntüsü ve hayal kırıklığı yüzünden açıkça okunuyor adamın.
Sonunda Kars’tayız. Meşhur Edirne’den Kars ‘a lafının (Her ne kadar artık Ardahan ‘a olmuşsa da) diğer bacağına da ulaştık. İlk izlenim olarak ilginç karmakarışık bir yere geldiğimizi düşündük.
Ani ‘ye gidiş ilk aşama. Öncelikle çarşıdan eski terminale yürüdük. Sırtta çanta kalabalık sokaklarda dolanmak pek hoş değil ama yapacak bir şey de yok. Buraya vardığımızda sadece taksilerin gittiğini öğrendik ki bu da 100 TL karşılığı oluyor. Bu kez köy minibüslerine yöneldik.
Köy minibüslerinin tek bir kalkış noktası yok. Pek çok yerden minibüsler kalkmakta. Ani ‘nin yakınındaki köye giden minibüsleri bulana dek epeyce bir turluyoruz. Burada artık daha farklı bir kültüre geçiş yaptığımız anlaşılıyor. Ama problem yok. Sonunda Ani ‘ye giden minibüsü buluyoruz. Aracın içi tıka basa dolu. Minibüsün üstünde ise eşyalardan abartısız küçük bir piramit oluşmuş. Bu sadece bir piramit için küçük yanlış anlamayın yoksa bir minibüs boyuna yakın eşya bağlanmış aracın üzerine.
Araçlar Kars’tan Ani ‘ye akşam gidiyor ve ertesi sabah dönüyorlar. Bense bu durumda bir evde Tanrı misafiri olarak kalırız nasıl olsa Anadolu’da kimse kapısını adam gibi çalan birini sokakta bırakmaz diye düşünmüştüm. Yanlış düşünmemişim ama ertesi gün bayramın ilk günü olduğu için Kars ‘a araç yok. Dolayısıyla iki gün kalmak zor. Belki zor değil ama zaman kaybı. Belki turistlere ait araçlar bulunabilir diyorlar ama kesin değil. Köyün gençleri bizi götürüp getirebilir diyorlar yaşlılar. Araya girip iki üç genç buluyorlar. Çocuklar 60 diyor bense yuvarlak 50 olsun diyorum. Suriye de biz giderken arkamızdan koşup tamam derlerdi ama burada kimse seslenmiyor arkamızdan. Kös kös dönüyoruz. Buraya kadar gelip Ani ‘yi görememek çok kötü olacak. Üstelik babam buraya gitmelisin diye bir nevi vasiyet koşmuşken. İçimden dışarıya belli edipte Çağlarında moralini bozup canını sıkmamak için saydırıyorum halime. Üç kuruşum daha olsaydı ‘dan başlayıp daha iyi bir yerde çalışsaydım daha çok kazanırdım ‘a uzanan hayıflanmalar bunlar.
Buradan çarşıya atıyoruz kendimizi. Arife günü olmasının da etkisi vardır elbette ama sokaklar ana baba günü. İnsanları yararak ilerliyoruz ancak. Arada Ruslardan kalma tek katlı yapılar kendilerini belli ediyorlar. Sonunda cadde üzerinde salaşın salaşı bir yerin üst katına çıkıp tavuk dürüm yiyoruz. Başta epey çekindim ama hayatım boyunca yediğim en güzel dürüm buradaydı. Tavuk incecik kesilmiş sanki baklava gibi. Oldukça beğendim.
Bu arada diğer kötü bir durumda yarın bayramın ilk günü olduğu için hiçbir yere araç yok. Ya çıkarsa diye dükkanlara girip girip çıkarken rastlantı eseri Ani turları diye bir yazıya gözüm takılıyor. Sorduğumda 80 TL diyor araç başı. Yüksek ama. Hoş Çağlar her kararıma uyacak gibi. Düşünmek düşünürken de gezmek için yollara düşüyoruz gene. Cadde de Erzurum’da karşılaştığımız Çinlilere denk geliyoruz.
Çağlar ‘a “konuşacağım bunlarla” diyorum. Maliyet yarıya düşecek ve gidebileceğiz .” Tamam abi” yanıtını almamla Çinlinin yolunu kesmem bir oluyor. Hızlıca bir tanışma faslının ardından Ani ‘ye yarın gideceklerini söylüyor bize. Bayram nedeniyle araç olmadığını söylüyorum. Panik halinde birbirlerine bakıyorlar. Sonunda onları da ikna ediyorum.
Yazıhaneye dönüyorum. Adam kısa sürede bize araç ayarlatıyor. 50 km gidiş iki saati aşan bir süre bekleyiş ve aynı yolun dönüşü araç başı 100 TL. Gerek Çinlilerle gerekse şoförle konuştuğumuz için zaman hızla akıyor. Çinliler evliymişler. Çocuk Uygur bölgesinden dolayısıyla bizim kültürümüz yakın, kız ise ülkenin güneyindeki bir şehirden. Üniversiteyi okudukları Belçika’dan 20 euroya yakaladıkları bir uçakla İstanbul’a gelmiş oradan da Anadolu’ya dalmışlar kısaca söylemek gerekirse. Bizim yerli turistin dahi gitmediği Çorum, Sivas, Erzurum ‘u dolaşmışlar. Sonrasında planları İran‘a geçmek. Ama İran ‘a geçene dek rotamız aynı. Düzgün tipler oldukları anlaşılıyor.
Ani ‘ye vardığımızda bizi önce şehrin yuvarlak burçları ve süslemeli duvarları ile surlar karşılıyor. Ermeniler için önemli bir merkez burası. Bildiğim kadarıyla dini açıdan Eşmiyadin ‘den sonraki en önemli merkez. Ayrıca burası çok önemli bir Ermeni krallığı olan Bagratlılara da başkentlik yapmış.
Neyse bizim tarihimiz burada Alparslan ‘ın şehri 1064 yılında alması ile başlıyor. Giriş kapısının yanındaki duvarlardan birinin üzerinde aslan rölyefi yerleştirtmiş kendi adına. Giriş kapısı şimdilerde ise metal desteklerle güçlendirilmiş.
Girişe göre solda 11 yada 12. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen küçük hamamın kalıntılarının civarında kafileyi yakalıyoruz. O kadar çok yıkıntı var ki. Yıkıntılara bakıldığında taşlardaki zarif işçiliği ve Ermeni alfabesiyle yazılı levhaları görüyorsunuz.
İlk gezilen yer dik bir yara çıkıntı yapan noktadaki Boyalı Kilise. Orijinal ismi Tigran Honents.1215 ‘te yaptırılmış. Bu tarih şehrin yönetiminin Ermenilerde değil de Gürcülerde olduğu dönem oluyor. Hemen aşağısında Ermenistan ile aramızda sınır teşkil eden Arpaçay yer almakta. Dolayısıyla karşı taraf artık Ermenistan. Ermenistan tarafında sadece taş ocakları ve boş araziler yer almakta.
Yapının dış cephesinde pek çok hayvan şeklinde işleme var. Bunların İlhanlılar tarafından eklendiği sanılmakta. İçine giriyoruz. İç tarafta Eski Ahit ‘e ait çok sayıda betimleme kilise duvarlarına resmedilmiş. İsa ‘nın Mecdelli Meryem ile olan ilişkisi ve yaşadığı toplumun tepkisine ait çizimler önemli bir yer tutmakta. Ayrıca kilisenin inşa edildiği günden kalan fresklerde Ermenilere Hristiyanlığı öğreten Krikor Lusaroviç ‘in hayatı da yer almakta.
Bir sonraki durak şehrin katedrali ve Anadolu’nun ilk Türk camii. Alparslan şehri aldığında katedrali camiye çeviriyor. İlk iş olarak kilisenin tepesindeki haçı indirtip ilk hilal alemi yerleştirilmiş. Günümüzde o kubbeden iz yoksa da yapının duvarları halen sağlam. Duvarlarda halen Ermenice yazıların yanı sıra süslemeler mevcut. Baktığımızda aslında yapının göründüğü gibi kesme taş değil de moloz taştan inşa edildiğini daha sonra dış yüzeye plakaların yapıştırıldığını fark ettik. Güzel, heybetli bir yapı. Burada grubun rehberine gidip kendi grubuna katılmak için izin istiyorum. Olumlu bir tip. Sorularıma sıkılmaksızın oldukça tafsilatlı cevaplar veriyor. Hatta turumuzun diğer duraklarında bakmam gereken detayları bile kısaca listeliyor.
Burada ilk Türk yapımı cami olan Manuçehr Camisi karşımıza çıkıyor. İsmini yörenin yönetimini AlpArslan ‘dan alan Selçuklu emirinden almakta. İç yapısı oldukça değişik. Kalın tonozların taşıdığı Helen sağlam görünüşlü bir yapı. Alt katında ise türbe kısmı var. Minare ise Harran’daki gibi Ortadoğu izleri taşıyan yanılmıyorsam sekizgen gövdeli bir kule. Keşke çıkabilseydim dediğimde görevli bana “Bu kalabalık olmasaydı çıkarırdım oraya ” diyor. “Buna şükür” diyorum teşekkür etmeden hemen önce. Gerçekten şükretmem gerek. Hiç gelemeyebilirdik. Burada tur dönüş yoluna koyuluyor ama bizim şehri gezmememiz için bir sebep yok. Devam ediyoruz.
Çinlilerle beraber fotoğraf çektirmeden önce yardan aşağı biraz iniyorum. Nehrin bizim tarafımızda tel örgülerden bir set oluşturulmuş. Beri tarafta herhangi bir şey yok. Nehrin üzerinde bir köprü yıkıntısı var. Çok eskilerde ipek yolunun üzerinden geçtiği böylelikle şehre zenginlik taşıyan köprü bu. Bizim kıyıda ilerilere dek irili ufaklı çok sayıda yapı kalıntısı uzanmakta.
Çok ilerilerde üç tepe var. Sanırım Erivan tarafları olmalı. Aşağılarda ise tepesi karlı yüksek bir dağ var. Biz Ağrı olduğunu sandık ama sorduğumuzda şoförümüz değil dedi ama sanırım Ağrı Dağı olmalı. Yol boyunca tepesi karlı tek dağ Ağrı idi.
En son Gagik Kilisesi’nin merkezi haç planlı kalıntılarının arasında dolanıyoruz. Çinliler gerçekten bilgililer ve anlayışlılar. Bu yörenin kendi geldiği yere benzediğini söylüyor erkek olanı. “Orası da bizim diyorum. Göçten sonra en benzeyen yere yerleşmiş olmalılar” diyorum. Faşizan bir cevap gelmiyor misafirlerden. Bilakis geçmiş dönem Türk – Çin ilişkilerine dalıyoruz. Geçmişi geçmişte kaldığını bilecek kadar tarafsızlıkla irdeliyorlar. Onlar da pek çok soru soruyorlar. Bana en ilginç geleni ise Çinlilere neden Çinli dediğimiz oldu. Soru “Çin’de o kadar çok hanedan geçtiği halde neden siz Çin hanedanının adını kullanıyorsunuz bizim için (Çing de bir hanedan adı) ”idi. Şaşırmadım çünkü Kazaklar da Çinliler için “Kıtay” kelimesini kullanıyorlardı. Tam cevabı veremedim ama sadece duvarı yapan Çinglerdi. “Atalarımız Oradan ayrılmadan önce Çingler vardı başta, ondan olabilir” diyebildim sadece.
Dönüş yolunda da sohbetimiz devam ediyor. Çinliler Kars balının namını duymuş. Buna ben peyniri ekliyorum. Şoför bize alışveriş yapabileceğimiz yerleri de gösteriyor Kars ‘a girdiğimizde. Kaz etini ise bu mevsimde lezzetsiz olur diyerek önermiyor. Halbuki heves etmiştik Çağlarla.
Kaleye yetişiyoruz. LP ‘ye göre bir kapanış saati var ve buna göre kapanmış olmalı. Biz iftar vaktini biraz geçe yetiştik. Top nasıl atılıyor diye seyrederiz demiştik. Kale henüz kapanmamış. Bununla beraber kale civarındaki yerleri sonraya atıyoruz. Zaten kaleye girmemizle birkaç ufak çocuk çevremizi sarıp birazdan kapatacaklarını söylüyorlar. Bende sadece silüet olarak kale duvarlarında oturan ve sadece neşeli sesleri bana ulaşan gençleri gösterip onlar durduğu sürece gezebileceğimizi düşündüğümü söyleyince çocuklarda gençlerden oluşan kalabalığı haşlıyorlar.
Kale 1153 ‘te Saltukoğulları tarafından yaptırılmış. Gerçekten iyi bir yeri var. Konum olarak Ankara kalesine benzetiyorum. 1386 ‘da Timur şehri ve kaleyi kuşattığında ona epeyce zayiat verdirmiş şehrin halkı. Şehri alınca da Timur yakıp yıkmış tüm nefretiyle.
Sonrasında yirmi yılı aşkın süre Ruslar şehri işgal eder. Bu kez Gazi Muhtar Ahmet Paşa ismi çıkar karşımıza. Güçlü ve kalabalık Rus ordusunu dört kez yener. Ruslar insan ve mühimmat takviyesi alırlar daima. Türk ordusu ise sadece dua. Sonunda Türk ordusu Erzurum ‘a çekilir ve Ruslar geri gelir. Kars ve çevresindeki köylerdeki 40,000 Türk katledilir ilk etapta. Suç bellidir. “Türk ordusu Kars ‘a girdiğinde sevinmek”
Kaledeki köpekleri ürkütmemeye ve karanlıkta başımızı derde sokacak bir kazaya neden olmamaya özen göstererek kalenin en yüksek burcuna kadar çıkıyoruz. Bir sonraki burca giden kapı kilitli.
İnişe geçiyoruz. Bagratilerden kalma cami yada eski adıyla Kars katedrali kapalı. Defalarca bir kilise bir cami olmuş yapı. Yarın bayram olduğu için teravih olmayacak. Bu nedenle herkes evinde sanırım. Şöyle bir bakıp aşağıya iniyoruz. Karanlık nedeniyle meşhur süslemelerini göremiyoruz.
Buradaki cami şehrin Ulu camii. 1643 yapımı. Gördüğüm en yeni ulu cami. Cemaatle söyleşiyoruz. Eşimin dedesine tıpatıp benzeyen bir adama denk geliyorum. Gümülcine nere Kars nere? İzin isteyip caminin içine girmeye çalışıyoruz. Gayet olumlu karşılanıyor isteğimiz. Yalnız Çinli kız duruyor ve başını kapatıyor. Cemaatten durumdan memnun olduklarını belli eden sesler yükseliyor. İçeri girip dolanıyoruz. Pekte farklı bir şey yok.
Sonrasında şehir merkezine gitmek için yolları aşındırırken ilk peynirciye dalıyoruz. Burada şansımıza bal da satılmakta. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmaksızın uzun süre burada takılıyoruz. Epeyce peynir ve bal tattıktan sonra hepimiz alışveriş yapıyoruz. Adamlar bir miktar peyniri de kahvaltıda yememiz için ücretsiz olarak yanımıza veriyorlar.
Buradan dükkan sahiplerinin önerdiği lokantaya gidiyoruz. Burada şuursuzca atıştırıp çok makul bir ücret ödedikten sonra bizimle beraber kader birliği eden Çinli çifti de öğretmen evine sokuyoruz.
Bize durmak haram. Tekrar çıkıyoruz yollara. Sokak sokak şehri dolanıyoruz. Tek katlı yada çok katlı, Rusların Baltık mimarisi denilen ve kırk yıllık işgal döneminden kalma yapılara bakıyoruz. Bize ait eski bir yapı ise günümüzde müze olan Gazi Muhtar Ahmet Paşa ‘ya ait mütevazı konak. Sokaklarda geziyor, insanlarla konuşuyoruz. Manavdan gelen kavun kokusu unutulmazlar arasında.