Sabah Çağlar iyi olduğunu söylüyor. Durgun olduğunu gözlemliyorum ama böyle durumlarda olayı üstelemek moralleri bozmaktan öte bir etki yapmaz. Tetikteyim ama dışarıdan muhtemelen umursamaz görünüyorum.
Aşağı iniyoruz. Kaldığımız odanın alt katlarında dersaneler vb var. Şımarık genç kızlar, çocuklar bize bakıp dalga geçercesine sırıtmakla meşguller.
Yakınlardaki bir kafeteryaya gidip biraz Fransız usulü bir kahvaltı yapıyoruz. Ben kahve ve kruvasan ile gayet Parisien bir başlangıç yapıyorum güne. Çağlar dünü umursamaksızın dev bir çikolata topu ile başlıyor. Tamamız.
Medinaya kadar uzanan 5. Muhammed Caddesi’nde ilerliyoruz yolumuza. Medinanın duvarları karşımıza çıktığında sağa dönüp bir parkın içinden geçiyoruz. Hoş bir yer denilebilir. Buradan çıkınca nispeten biraz daha kırık dökük bir semte ulaştık. Fransız koloni dönemi yapılardan burada bolca var ama sağlamlıkları tartışmaya açık.
Devam ederek 2. Hasan Kulesi ‘nin olduğu tepeye varıyoruz. Daha önceden dediğim gibi burada daha önceden dünyanın en büyük camii yapılmak istendiyse de yarım kalmış. Yarım da demek hoş görü olacaktır sanırım. Kolonlardan oluşan bir orman var kuleye doğru uzanan. Kuleye uzanan yıkı duvarlar sanki burada bir cami en azından bir yapı varmış dedirtiyor. Kule ise minare olabilir, emin değilim. Ama kaynaklar korsan gemilerini izlemek için yapılmış diye yazmakta. Ben de inatla buna karşı çıkıyorum. Zaten karşı kıyı Sale… Korsanların kenti.
İçeride, cami kalıntılarının tam karşısında meşhur 5. Muhammet ‘in türbesi var. 5. Muhammet ülkeyi Fransız işgalinden akılcıl hamlelerle kurtaran kişilik. Kare planlı, yeşil çatılı, dışarıdan küçük görünen bir yapı burası. Çok güzel mimari bir hileye başvurulmuş. Oldukça takdir ettim.
Şöyle ki… Hem yapıya hem de içeride yatanlara (5. Muhammet’in yanı sıra ardılı 2. Hasan da burada yatmakta) haşmet katmak için merdivenlerle çıkılıyor. Bu kısma kadar her şey normal. Ama içinde zekice bir hamle ile zemine girilmiş ve yapıya dışarıdan görüldüğünden kat be kat fazla bir hacim kazandırılmış.
İçerisinde devamlı Kuran okuyan bir hafız var. Tam ortada, büyükçe, taş bir sanduka içerisinde 5. Muhammet yatmakta. Faslılarda bizdeki gibi mumyalık denilen bir kavram var mı öğrenemedim. Yapının duvarları zelişlerle bezenmiş ki gerçekten harikulade. Öte yatan tavan İranlılarla yarışacak derecede ışıltılı ve kaliteli ayna mukarnaslarla bezenmiş.
Kendimle denk görmesem de buranın kraliyet ailesi için de dua edip çıkıyorum.
Kapıdaki nöbetçi askerin fotoğrafını çekeceğimi söylüyorum. Sorun çıkartacağını ummuştum ama aksine toparlanıp poz bile verdi. Ben de saf saf döner ayak Fas ‘ın olumlu yüzünü az da olsa göreceğimizi düşünmeye başladım. Gerçekten safmışım.
Yandaki camiye bakalım dedik. Güzel ahşap işçiliği var. Girişte bizi durdurdular. Türk ve Müslüman olduğumuzu söyledik ki Tanrı’ya şükür de öyleyiz. Kaba saba olan ve bizi durduran adam yol verdi yapıya girdik. Tam biraz daha ilerleyecektik ki ak saçlı, kılığı kıyafeti düzgün başka biri peydahlandı.
Üstelemedik, bu coğrafyada her yapı zaten birbirinin aynısı diye camiden çıktık.
“Artık tamam çıkalım yapının kendisinden” dedik. Tam çıkmıştık ki, yılanımsı vücutlu bir kadın bize geldi. “İnsanlarla fazla konuştuğun için bize yapışıyorlar” diyen Çağlar’a inat karışmıyorum. Bir Türk grubu bizden önce gelmiş buraya ve bu kadın gruptan birine kına yapmış. Gitmeden söylemeliyim Fas kınası epeyce meşhur. Her neyse kadına 10 TL vermiş hemşerimiz. Kınacı kadın ısrarla bunun euro değerini sordu Çağlar da söyledi. –Sessizim ben- Kadın bunun üzerine Çağlar’ın eline kına yapmak istediğini söyledi. Başta Çağlar duraladı, kadın para almayacağını söyledi ve Çağları ‘ın elinin üzerine bir akrep çiziverdi. Çizer çizmez ilk iş olarak da hemen 1,5 euro iste. İster istemez ödedi parayı Çağlar.
Sessizce yakınlardaki tramvay durağına gittik. Daha kötü ne olabilir sorusunun peşindeyiz, daha ne olabilir. Evet, önceden gerçekçi bir şekilde gezen dostlarım uyarmışlardı beni. Dinlememiştim elbette ki. Sale ‘ye gidiyoruz. Dediğim gibi, “olacak olan olur ve olacaksa olmasına engel olunamaz”
Sale ya da eski adıyla Colonia Sala adıyla kurulmuş bir Roma kenti. Fakat modern zamanlara bir korsan cumhuriyeti olarak gelmiş. Anlatalım hemen, ne de olsa Akdeniz’deki korsanlık tarihi benim konum, alalım sazı…
Sale ufak bir balıkçı kasabasıdır. Fakat İspanya’dan 1600‘lerin başında kalabalık bir göçmen kitlesi gelir Endülüs’ün son damlacıkları olarak. Yaşamak zorundadırlar ve de nefret doludurlar. Kural tanıyacak halleri de yoktur. Cezayir’de tutunamayan yada hayallerini gerçekleştiremeyen korsanlar için biçilmiş bir kaftandır. Çünkü kural yoktur ve olsa bile uygulayabilecek bir otorite de yoktur. İşte bu dönemde bizde Murat Reis olarak bilinen Jan Janzson gelir ve 1624 ‘te otorite boşluğunu varlığı ile doldurur. Büyük Amiral unvanı ile başa geçer. Rabat’taki otoriteyi direkt tehdit ederek oturma iznini alır ve durumunu yasallaştırır. Fakat artık kendini kanıtlamış bir isimdir ve Osmanlıya transfer olarak Cezayir ‘e geçer. Yıl 1627 ‘dir.
Kalanlar akılcıl bir şekilde Rabat Sultanı’nın otoritesini tanıyan bir anlaşma yapar ve ardından bir cumhuriyet seçerler. Belirli kesimlerden 14 yada 16 kişi seçilir ve her yılın Mayıs ayında değiştirilir. Tabii 1630 ‘da problemler başlar. Kan gövdeyi götürür. 1668 ‘de kağıt üzerinde geçerliliğini yitirir bu sistem ama 1830 ‘larda bile gemileri vurdukları bilinir. Defalarca Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar topa tutarlar ama nafiledir.
İlginçtir dünyada ABD nam devleti bağımsız bir otorite olarak tanıyan ilk ülke Fas Sultanlığı’dır. Yanlışlıkla bizim ile imzalandığı sanılsa da aslında ilk anlaşma Faslılarındır. Sale korsanları Akdenize girmeye çalışan Amerikan gemilerini kaçırmış, bunun üzerine de Amerikalılar bir anlaşma yapmak durumunda kalmış. Tabii Fas Akdeniz’in tek otoritesi değil elbette. Amerikalılar Akdeniz ‘in doğu kıyılarına ulaşana dek sırasıyla Cezayir, Tunus ve Trablusgarb‘ın korsanlarınca hırpalanır. Amerikalılar kindar ve akıllıdır ve Akdeniz ticaretini koruyabilmek için günümüzde 6. Filo olarak bilinen filotillayı tesis ederler. Amerikan deniz piyadelerinin marşındaki Tripoli ifadesi de o günlerden alınan bir intikamı anlatır. Anlamak isteyene elbette…
Tramvaya atladık. Fazla bir kalabalık yok. Oldukça güzel bir vagon ile yolculuk ederek nehri aşıyoruz. Nerede ineceğimizi anlamadığımız için sonuna kadar gidiyor ve aynı araç ile dönüyoruz.
Sale ‘nin surları tam karşımızda. Dışarıdan bakımlı görünmekteler. Bab Khebaz’dan içeri dalıyoruz. Herhalde birkaç yüzyıl önce olsa adını bile mırıldanmazdık buranın.
Girişte bakımlı ve çağdaş diyebileceğimiz evler var. Yol üzerinde lağım akıyor olabilir, yerli halk kedi ile oynarmış gibi sıçanlarla takılıyor olabilir. Varsın olsun. Bakan bir ikisi de sabit sabit bakıyor. Ötesi yok ben de bakıyorum.
Biraz ilerleyip de o dar ve ara sokaklara girince işin rengi değişti. Büyük Çarşı ‘nın etrafı artık iyice oryantal görüntülere büründü. Çöpler, birbirleriyle sağlam kapışan çocuklar. Ne kadar sert yetiştirilmiş olsa bile oğlumun bu barbar sürüsünün birbirlerine attığı yumruklara direnebileceğini düşünemiyorum bile. Ama bu çocuklar yumruğu yiyor, kimi zaman yere kapaklanıyor ve tekrar bir şey olmamış gibi ayağa kalkıp başka birini yumruklamaya yada bir başka yumrukla tanışmaya devam ediyorlar.
Yol üzerinde 1333 yılında yapılmış olan Ulu Cami ve medreseye denk geliyoruz. Bir görevli bizi içeri davet ediyor ama bu davetlerin pahalıya mal olduğunu öğrenecek kadar Faslı olduk artık. Arkada başka ve sahipsiz bir kapı daha olacak. Bunu da öğrendik ve haklı çıkıyoruz. Güzel, temiz bir cami. Ama standart mimari söz konusu.
Devam ediyoruz. Tıpkı Rabat gibi bulunduğumuz yer ve okyanus arasında uçsuz bucaksız bir mezarlık alan var. Giriyoruz içine. Otlar tarafından kimi yerler işgal edilmiş. Ama o denli doluyuz ki gerçek bir işgal ordusu gibi ilerliyoruz. Kabir ziyaretine gelmiş bir iki kişi garipseyerek bize bakıyor.
Kıyıya varıyoruz. Okyanusu sağımıza alıp kumsala dek ilerliyoruz. Yine bir iki kadın daha gelip bir şeyler satmak istiyor ama sepetliyoruz. Aslında çokta güvenli bir alanda değiliz. Öğle güneşi yakmakta. Çağlar ayakkabılarını çıkarıp okyanusa doğru ilerleyerek giriyor. Benim ayaklarımın altı balonlarla dolu. Mikrop kapmak yada meşhur şanssızlığım ile kumsalda bulacağım bir taş yada midye ile hacamat olmak istemiyorum. Ama itiraf etmeliyim ki Çağlar’a bakıp gıpta etmiyor değilim.
Bu kumsal korsanların gemilerini denize indirdikleri yer tarihi olarak. Günümüzde dalgakıran ile güçlendirilmiş olan ağız kısmına dev dalgalar çarpıyor. Ben anlıyorum ki karaya ait birisiyim. Geçmişte benden korsan olamazmış. Muhtemelen benden dedelerim gibi iyi bir süvari belki çıkarmış ama denizci mümkün değil. Buradan, Anadolu’nun bağrından kopup gelen Türk korsanlarına selam edip dua okuyorum ruhlarına. Erkek olmak, yiğit olmak, Türk olmak bu demekmiş, hiç bir zorluğu umursamaksızın yollara düşmekmiş, bilmediği memleketlerde ölebilmeyi göze alıp dönmemeyi tercih edebilmekmiş. Sevdiceğinden, sevdiğinden , ocağından uzaklarda bir sonraki günü beklemekmiş.
Geldiğimiz yolu yürüyoruz. Aslında sakin kafayla düşünürsek pek tekin ve güvenli yerler değil burası. Başka bir yoldan giriş yapıyoruz kente. Daha garip kişiler, daha pis mekanlar. Geçmişin korsan yatağı beni hiç tatmin etmedi. Geçmiş geçmişte kaybolmuş. Ama geldim buraya. Hayal bile edemezdim geleceğimi. Beni buraya davet eden ve eken arkadaşımı aramaya karar veriyorum. Ama sonra…
Yine dar sokaklarda ilerliyoruz. Yiyecek işini Rabat’a tehir ediyoruz. Haritaya göre bir bahçe var. Giriyoruz. Kendimize güvenimiz geldi. Ama öyle bir yere girdik ki, hani Amerikan filmlerinde sahipsiz evler, ıssız mekanlar vardır, önlerinde dökülmüş arabalar, paslanmış alet edevat görülür. Aynı öyle bir yere girdik. Cesaretimizi göstermek için ilerledik. Huzursuz olmadım değil. Ama cahilane bir cesaret ile devam ettik.
Boş bir bina ve neredeyse tüm camları kırılmış bir limonluk. Başımıza bir şey gelse kimsenin haberinin olmayacağı bir mekanda artık dönelim diyerek çıkmaya karar verdik. Kimi camlardan belli belirsiz bakan insanların silüetlerini gördüm tam girdiğimiz kapıdan çıkarken…
Rabat’tan bir yere gidemeyeceğiz bugün. Yani gezmek için. Yoksa Kazablanka’ya döneceğiz. Yemek işini hallediyoruz önce bir kafeteryada. Sakata gelmemek için pizza ile geçiştiriyoruz öğünü.
Bende yandaki kızla konuşmaya başladım. Yorgunuz ama yapacak bir şeyler arıyoruz. Chellah denen bir yer var burada. Derdim bu yorgunlukla gitmeye değer mi değmez mi onu öğrenmek. “Çelaa” diyorum. Kızın suratındaki ifade uzaylı ile karşılaşmış bir dünyalı gibi. “Roma kenti diyorum, şehrin dışında sanırım”.
Gülümsüyor, “Şelaa” diyor. O sırada jeton düşüyor bende. Bize dünya dili diye yutturulan İngilizcenin burada hükmü yok ki. Burada dünya dili Fransızca. “Ch” benim için “ç” olsa da buradakiler için en süslüsünden “ş” elbette.
Çıkıyoruz. Kız her ne kadar bize taksi ile gidin dediyse de elbette her zamanki gibi önerilenin zıttını yaparak yürümeye başlıyoruz.
Önce önü kadınlarca ana baba günü olan bir camiye denk geliyoruz. Ayakkabıları çıkarıp içeri dalıyoruz. Hep aynı. Hayret kimse imanometreleri ile gelip zındık olup olmadığımızı tespit etmeye çalışmadı. Ama gene de kıl kıl bakan insanlar yok değil.
Fazla ilgimizi çekmedi ama tabanlarımın serin mermerlerde rahatladığını, hastalık hastası olmama rağmen mikrop kaparım düşüncesine kapılmadığımı da söylemem gerek. Çıktık buradan da.
Epeyce ama gerçekten epeyce yürüyerek önce şehir surlarını aştık vebir kaleyi andıran Chellah ‘ı otobanın öte tarafında gördük.
Chellah benim Sale ile karıştırdığım Roma kenti, Colonia Sala ‘nın ta kendisi. Aslında şehir Fenikelilerce kurulmuş. Romalılar 40 ‘lı yıllarda ele geçirmişler burayı. 1200‘lerde sahildeki Sale yükselişe geçince unutulmaya yüz tutmuş. Sultanlardan biri mekanın etrafına duvarlar ördürüp dışarıya bir mezarlık yaptırmış.
İçeri giriş adam başı 10 md. Tam biz girerken badem bıyıklılardan bir Türk grup geldi. Uçakta da alışılagelmedik tipler vardı ve anlayamamıştım. Biz de Türkçe konuşuyor olmamıza rağmen tipimizi tıpkı Faslılar gibi “ladini” bulmuş olacaklar ki bizle ne konuştular ne selamlaştılar.
Girdik içeri. LP her ne kadar pek uğranılan bir yer değildir diyor olsa da bence yeterince kalabalıktı. Ama mekan alabildiğine sahipsiz. Roma döneminden sütun başlıkları, sütunlar gelişi güzel şekilde duruyor sağda solda. İslami dönemden kalan minare ve diğer yapılar da benzeri bir durumda. Minareler gene burada leyleklere bırakılmış. Bahçenin içinde narenciye ağaçları kök salmış. Arada görevliler sağa sola çıkanları vb haşlıyor ama sadece sözde kalıyor her şey. Hoş bir yer bence.
Dönüş yolundayız. Aklıma çılgınca bir fikir geliyor her zaman ki gibi. Dün akşam herifçioğluyla atışırken kaçırdığımız gün batımı atraksiyonunu yapalım diyorum. Çağlar hazır kıta. Yol oldukça uzun ama yürüyeceğiz.
Koç burcunun en iyi yanlarından biri inatçı ve sıklıkla proje üretebilmesi olması. Ama muhtemelen en kötü yanlarından biriyse en mükemmel planı yapsa bile ilk fırsatta planını değiştiriyor olmasıdır. Yol üzerindeyken duvarlarının dibinden yürüdüğümüz sarayın içine en azından gezilebildiği söylenen bahçesine girelim dedim. Çağlar buna da “eyvallah” dedi.
Kralın sarayı tam nerede kalıyor anlamış değilim. Ama müştemilat olduğunu sandığım yerlerde rengarenk donlardan, atletlerden oluşan çamaşır görüntüleri hala aklımda canlı olarak yer tutmakta. Alelade birkaç ağaç ve ıvır zıvırdan bir kaç çiçeğe bakıp fotoğraf çekmeye dahi tenezzül etmeyerek çıktık mekandan. Bukaleon Sarayı’nın şu günkü görünümü bile daha ilgi çekici.
Güneş tepeden aşağıya düşmeye başladı. İnat ediyoruz. Yılmaksızın. Attığım her bir adım işkence adeta. Ama inat ettim. Çağlar yetişemeyeceğimizi söylüyor ama sonuna kadar gidecek. Kıçıkırık bir gökcisminin bizi yenmesini kabul edemeyecek kadar şuursuz bir durumdayız. Önce tren istasyonuna varıyoruz. Kalabalığı yarıp yola devam. Medinanın kapısındayız, durmak yok. Mezarlığın yanından dönüp sahile ulaşıyoruz. Güneş neredeyse suya değdi değecek, gücünün önemli bir kısmını da yitirmiş durumda.
Randevuya zorlukla yetişebileceksiniz. Koşmanız, uçmanız gerekiyor. Çünkü bu tip durumlarda her zaman sorunlar çıkar. Hiç bir zaman işler İsviçre saati gibi tıkır tıkır gitmez. Buluşacağınız yere koşarak gidersiniz. Özenle taradığınız saçlarınız rüzgardan dağılmış, büyük umutlarla üzerinize sıktığınız parfümünüz çoktan yerini ter kokusuna bırakmıştır. Umursamazsınız, çünkü bir hedefe yönelmişsinizdir. Bir köşeyi döndüğünüzde o orada olacaktır. Şayet geldiyse, şayet gelmeyeceğinizi düşünüp zamanını beklemeksizin çekip gitmediyse…
Burada iki son bırakıyorum size. İlki, “yar” oradadır ama hayalinizdeki gibi değildir artık. Hatırladığınız gibi değildir, zaman size davrandığından daha acımasız davranmıştır yada aklınız onu öyle tutmuştur ki kafanızda keşke görmeseydim dersiniz. Ya da yanında çocukları ve eşiyle beraber eski bir dosta merhaba demek için gelmiştir sadece, sizin gibi eski bir aşka “yeniden başlayalım” demek için değil.
Biz de köşeyi döndük. Dünkü sakin havadan eser yok. Önce sert bir rüzgar bizi sarstı ama durmadık. Dünün sakin denizinin yerini alan dev dalgaların kayalara çarpmasından kaynaklanan su zerreciklerinin epeyce yukarılarda olmamıza rağmen bizi ıslatması da kaale alınmadı bizlerce. Ama uzaklarda, güneş sadece sislerin arasından hafif bir kızıllıkla denizin ardında kayboldu ya… İşte o an bizim bittiğimiz andır.
Terminale dalıp Kazablanka biletini aldık. Çağlar bir portakal suyu aldı. Hatırladığı kadarıyla epey pahalıya mal oldu. Üst kata çıkıp kafeteryalardan birinde vakit öldürmeye çalıştık. Sipariş almaya gelen çocuğu başlangıçta klasik, “diğer arkadaşları bekliyoruz. Gelsinler, topluca sipariş vereceğiz “diye püskürttüysek de zamanla bu pembe yalanımız tesirini yitirdi ve kelimenin tam anlamıyla finali mekandan kovularak yaşadık.
Aşağıya indik. Rabat’tan çok sayıda tren çeşitli yönlere gidiyor. İnsan kalabalığı çok çeşitli. İki katlı, çok bakımlı trenler de var, içi insanla tıkış tıkış, Hindistan’daki trenlere rahmet okutacaklar da. Kalite trenler ve nispeten derli toplu tipler Kazablanka yönüne gidiyor.
Trene atlıyoruz. Bir yer bulduk ve kurulduk koltuklara. Konuşacak halimiz bile yok. Bir iki kişi ile biraz çene çaldığımızı hatırlıyorum ama ne konuştum zerrece aklımda değil. Saçmalamış dahi olabilirim. Muhammediya’dan geçtik. Kolpacı arkadaşımızın yaşadığı, zenginlere ait, sahil kasabası burası.
Son durak Casa Port. Hangi akla uyduk ve yürür gideriz dedik bilemiyorum. Ama kendimizi yolda yürürken bulduk. Şuursuzca yürüdük. Civarda büyük otel zincirlerinin isimlerini taşıyan mekanlar var ama cebimdeki parayı onlara dökesim yok hiç. Yürüyoruz ama nereye. Yürüyoruz ama nerede? Hiç bir fikrimiz yok. Haritaya göre Medina taraflarına gideceğiz ama bir iz yok. Soru soracak kimse yok.
Neyse iki adama denk gelip soruyoruz. Onlar bize bir yol gösteriyor. Dedikleri yönde ilerliyoruz. Art neuveau binalar çıkıyor karşımıza. Çağlar’a diyorum, “bu tip binalar merkezlere yakın yerlerde olur”. Buna bende inanmak istiyorum. Bir köşe dönüyoruz ve tramvay yolu. Takip ediyoruz ve nihayet 5. Muhammet Caddesindeyiz.
Balık Pazarının yanındaki batakhanemsi mekanlardan birinde loş bir oda buluyoruz.(22 euro) Adama “tenzilat ya tacir” diye sesleniyorum en neşeli sesimle. İnsanı ürperten bakışlarla beni süzünce uzatmıyorum. At hırsızı kılıklı herifler.
Odaya çıkıyoruz. Tuvalette ışık bile yok. Penceresi olmaması ise şansımız. Dışarıdan gelen ışık ile nerede ne yapacağımızı keşfedebiliyoruz. Kazablanka haritasına bakıyorum usulca. Nasıl bir ahmaklık ederek gardan çıkıp sola gitmişiz? Eğer ilk sağdan bir sol yaparak dümdüz gidebilseymişiz çoktan buraya varmış olacakmışız. Boşuna dememişler, “akılsız başın cezasını ayaklar çeker”.