Gece yarısı araç hareket etti. Pek kimse yok. En arkadaki sıradayız ve orta sıralara kadar tek kişi var bizden başka. Ama araç buz gibi. Sanayinin olmaması berrak bir gökyüzünün olmasına olanak sağlamış.
Bir koltuk öne kaçıyorum. Buradaki kalorifere ayaklarımı yaslıyorum, yetmeyince ayakkabılarımdan firar ettirdiğim ayaklarımı. Çağlar’da az bir zaman sonra aynı şeyi yapıyor gördüm kadarıyla.
Yol üzerinde bir durakta uzun süre duruyoruz. Dışarı çıkan camekanlı mekana koşuyor. Ne kadar doğrudur bilinmez ama sıcaklığı veren panoda -4 yazmaktaydı.
Yola devam. Marakeş ile Fez arası yedi saatten uzun sürmekte. Elbette trenler de var ama biz tercih etmedik. Gerçi trenlerde güvenlik ile ilgili sıkıntılardan bahsedilmekte. Çağlar ve ben bunu pek önemsemiyoruz. Olacak bir şey nasılsa olur. Bize çatan hasarsız atlatacaksa zaten evden çıkmamak daha iyisi felsefemize göre.
Sıklıkla uykuya dalıp uyanıyorum. Kah yorgunluktan kah kaloriferin yakmasından ayaklarım epey sızlıyor. Bir yerde acayip yer şekilleri görüyorum uyku sersemi. Böyle bir yerden bahsedildiğini duymamıştım. Peynir gibi üstü delik deşik bir şeyler görüyorum. Çağlar sesleniyor da anlayabiliyorum gördüklerimi. “Kar” Kar kaplı her yer. Yükseklerden karla beraber iniyoruz. Yol üzerinde küçük göletler ve çevrelerinde Avrupai tarzda, üzeri kar tutmayan dik çatılı evler var.
Sabahın kör saatlerinde Fez ‘in banliyölerine giriyoruz. Yol kenarlarında çeşitli tiplerde ve yaşlarda kızlı, erkekli çocuk grupları kendilerini okullarına taşıyacak araçlar için bekleşmekteler. Bir ulusun kaderini sırtlayacak insanlar bu çocukların arasından çıkacak iyi yada kötü. İran’da da yazdığım gibi bu hammaddeyi nasıl işleyecekler yada neye göre işleyecekler? Mesele galiba bu…
Neyse… Haydi tarih dersine girelim artık. Tüm dünya bu ülkenin halkına Morokkon, Moroki gibi ifadeler uygun görürken biz neden ülkeye Fas halkına Faslı diyoruz.
İspanyollar kuzeydeki liman kentlerini ele geçirirler. Fas’takiler diğer kentleri de yitirmemek için çabucak İspanyollarla anlaşırlar. Artık her krallık İspanyolları kendi taraflarına çekmek için ödünler vermekle meşguldür. Bu sırada Türkler korsanlar vasıtası ile belirmeye başlarlar Afrika’nın bu köşesinde. Türk korsanları iyi savaşçıdır ama bir o kadar da iyi diplomat. Tatlı dil, kılıcın keskin yanı ve tehdit gibi unsurlarla pek çok ada yada liman kentinde pekte sağlam olmasa da üsler kurmaya başlarlar. Ama Barbaros Hayrettin‘in Cezayir ‘i Osmanlı’ya verip beylerbeyliği ünvanı ile kıtaya dönüşü her şeyi değiştirir.
Barbaros ‘un Gazavatnamesi pek çok şeyi açıklar bu coğrafyada. Türk burada sevilmez. Ama Türk Tanrı’dan aldığı görevi yerine getirmek için didinir durur. Anadolu’nun bağrından ve Ege Adaları’ndan on binler boşalır gelir kıtaya.
Tunus ve Cezayir’de yerleşik bir otorite oluşunca Türkler batıdaki Arap şehirlerine sultanın hükmünü tebliğ ederler. Araplar için iyi savaşan cahil korsanlardır Türkler ve İspanyollar gibi de bir destekçileri vardır.
1558 ‘de Fez Sultanı İspanyollar ile anlaşarak Osmanlılar ‘ın elinde bulunan Tlemsen şehrine saldırır. Mantıklı bir harekettir bu. Çünkü şehir Türklerden beş seneliğine İspanyollarca geri alınmıştır ve Türkler geri alalı iki yıl ancak olmuştur. Şehri Hasan Paşa başarıyla savunur ve 30,000 kişilik Fas ordusunu püskürtür.
Rüzgar dönmüştür. İstanbul emri verir. Fas alınacaktır. Salih Reis ve deniz destekli birlikler ile kısa sürede Fez Türklerin eline geçer. Fakat Fas Sultanı 2. Muhammet İspanyollarla anlaşmıştır bile. 45,000 kişilik Türk ordusu aşağı yukarı aynı kuvvete sahip Fas birliklerini alt eder. Ama İspanyollar Cezayir’e yüklenmeye, cephe gerisine sarkmaya başlar. Türk ordusu geriye döner. Bundan istifade eden Faslılar başkentlerini geri alır ve diğer Türk kalelerini kuşatmaya koyulurlar.
Bizim tarihçilerin pak yazmadığı bir konuda aslında bizimkilerin de Venedikliler kadar olmasa da suikast, kumpas, casusluk gibi konularda da usta olduğu. Fas sultanı suikaste kurban gider. Faslılar çözülür. İspanyollar savaşta tek kalırlar. Tlimsen ‘i alamayacaklarını anlayan İspanyollar Mostaganem ‘e yönelirler ama Hasan Paşa ‘nın birlikleri İspanyolları çevreler. Sonuç olarak 15,000 İspanyol ölür ve artık meydan Türklere kalır.
Faslılar bunu anlamıştır. Bu kez Osmanlılarla anlaşırlar. Fas Osmanlı toprağı olmaz ama bir Polonyadan farklı değildir statüsü. Fas Osmanlıya vergi ödemeye başlar. (Bazı ümmetçi arkadaşlar Kuzey Afrikada Osmanlının ele geçiremediği tek ülke Fas diye atıp tutmadan önce çeşitli kaynaklardan tarih okursa faydalı olacaktır.)
Tabii hayat değişimlere açıktır ve Araplarda değişimlerden istifade etme konusunda ustadır. Osmanlıya vergi ödemekten vazgeçerler. Ama bu sırada da Portekizde 18 yaşında bir genç tahta geçer. İsa ile görüştüğünü, Hristiyanlığın şanlı günlerine dönmesi için Müslümanlara bir savaş açılması gerektiğinin kendisine tebliğ edildiğini düşünür.
Fas ‘a kuzeyden girer. Bu kez Fezliler Osmanlı ile anlaşırlar ve çok büyük bir meydan savaşı yapılır. Osmanlı ordusu savaşın sonlarına doğru Fezlilerin yanında kendini gösterir. O karmaşa da herkes birbirini keser. Portekiz kralı zaten pek kullanmadığı kafasını kaybeder. Marakeş Sultanı ile diğer bir sultan daha hayatların kaybedenler arasındadır. Osmanlı ordusu Fezliler’in kazanmasını sağlar ve Fezliler belirli bir haraç karşılığı bağımsızlıklarını korurlar.
Portekiz özgürlüğünü kaybeder. Sahipsiz Portekiz’i komşu İspanya sahiplenir.
Nasıl Avrupalı kendilerine yanaşan Marakeşlilerden yola çıkıp “Morocco” diyorsa biz de benzeri bir nedenle uğraştığımız “Fez Sultanlığı” nedeniyle “Fas” diyoruz bu ülkeye. Faslılar ise halen neden Fas dediğimizi sorar durur. Cevabı budur…
Terminalde indik. Görevlilere bizi merkeze götürebilecek bir toplu taşıma aracı sorduk ama net bir cevap alamadık. Ana cadde üzerindeki duraklardan geçen otobüsler o kadar kalabalık ki girmek ne mümkün. Zaten nerede ineğimiz hakkında bir bilgimiz yok.
Kös kös yokuş aşağı inip bir taksi tutuyoruz. Taksici Avrupalı tipli bir adam, bizimle konuşmuyor hiç. Bize Fez medinasına giriş yapılan ana kapıya bırakıyor. Yokuş aşağı ilerliyoruz. Henüz sabahın kör saatleri olduğu için dükkanlar daha yeni yeni açılmakta.
Medinanın ana kapısında yani Bab el Mahruk ‘ta bizi bıraktı adam. Parasını aldı ve sorun çıkarmadan, hiç bir şey demeden çıktı gitti.
Bakımsız mekana daldık. Bizim Antep çarşısını andıran ama ondan bin kat bakımsız ve dökülen bir pazarlar labirenti bahsettiğim yer. Toplamda 90 km den uzun olduğu iddia edilen devasa bir ticari kent. Gerçi ne kazanıyorlar nasıl geçiniyorlar kısmı benim için halen bir muamma. Dediğim gibi Faslı mantalitesi de çözülemedi benim için.
Sokaklar oldukça dar dolayısıyla tam olarak nerede olduğunuzu kestiremiyorsunuz. Ayrıca geniş açıdan da başarılı bir şekilde fotoğrafta alınamıyor bir türlü.
Sokaklar dar olduğu için araç giremiyor. Ama Ortaçağ ‘ın araçları halen devam etmekte. Arada “Balak, balak” diye sesler duyacaksınız. Burada nakliye işleri halen ve mecburiyetten eşeklerle yapılmakta.
Neyse sabahın gayet erken saatlerinde vardığımız için henüz uykusunu açamamış esnafın saldırısından kurtulmuş olduk. İlkin ilk fırsatta dar sokakları aşıp küçük bir pastaneye zıpladık ve günün ilk öğününün hallettik. Allahtan geçmişten sağlam bir ders almış olduğumuz için devasa çantalar yerine küçük sırt çantaları ile düşmüşüz Fas yollarına.
Pastanede güzel tatlılar vardı. Fakat ülkede bu tip esnaf mekanlarında sigara içildiği için üzerimize sağlam sindi kokusu.
İşkembeyi doldurmaktan çok kesif sigara dumanından sıyrılmanın coşkusu ile yollara düştük. İlk girdiğimiz yer meşhur Kairuan Camii. 859 yılında Tunuslu mülteciler tarafından inşa ettirilmiş ardından 12 yy da Almuravvidler burayı genişletmiş. Müslüman değilseniz giremiyorsunuz. Buraya da girdik. Kapıda vızıldayan bir arkadaşı da Türk pasaportunu suratına sallayarak sepetledik.
Zemin, yeşil, beyaz, kahverengi ve siyah taşlardan oluşan zelişlerle bezenmiş ortasında küçük bir de havuzu olan avluda. Avluyu çevreleyen revakların koyu yeşil çatıları yapıya bir olgunluk katmış bence. Faslıları ne kadar eleştirirsem eleştireyim ahşap oymacılığında çok ama çok iyi olduklarını yadsımak mümkün değil. Mükemmel işler çıkarmışlar bu konuda.
Yakınlardaki Attarin Medresesi’ne giremedik. Kapalı dendi. Kapıdaki eleman medrese nedir diye bize anlatmaya kalkışınca para istemesin diye topukladık oradan.
Fez kentinin en çılgın atraksiyonu dericiler… Deri ustaları gayet ilkel şartlarda, eski yöntemlerle deri tabaklıyor ve boyuyorlar. Bunların yapıldığı yerlerin fotoğrafları da gayet hoş. Delikler içinde rengarenk boyalar ve bu deliklerin etrafındaki daracık kısımlarda ekmek parasının derdindeki insanlar. Eğer Tanrı beni sabırsız ve aceleci bir koç olarak yaratmış olmasaydı buralarda takılıp ödül alabilecek onlarca fotoğraf çekebilirdim.
En üst kata çıktık. Daha adamlar aşağıda yeni yeni iş başı yapıyorlar. Zemindeki çukurların ancak bir iki tanesi boyayla dolu. Fotoğraf çekecek bir ışıkta yok. Bizi yukarı çıkaran genç bizden 20 euro istedi. Olmaz dedik. 8 ‘e kadar düştü. Çekecek ve görecek bir şey o saatte olmadığı için daha sonra geliriz diyerek çıkıverdik ortamdan.
Tekrar yollara attık kendimizi. Gayet avare dolaşan bir İtalyan’a denk geldik ama o kadar mıymıntı bir herifti ki ilk fırsatta sepetleyerek iki kafadar yolumuza devam ettik.
Endülüs Meydanına vardık. Burası labirentlerin ulaştığı orta boyutta bir meydan ama nerelerden geçtiğiniz konusunda az da olsa bir fikir sahibi olabilmenize olanak sağlıyor. Duraksadık. Yorulmuşuz. Neyse ki Çağlar uyum konusunda dört dörtlük bir adam. Etrafı seyrettik, insanları izledik. Medinalardaki Faslılar ile yeni kurulan şehirlerdeki hemşehrileri üzerinde konuştuk.
Yapacak bir şey bulamadık bir türlü. Dönüp Meknes ‘e zıplayalım diyoruz. Halbuki standart plana göre bu gece burada kalacaktık. İyi ki direkt otele giderek eşyaları bırakmamışız. Kim ne derse desin dünyanın en büyük, en uzun çarşıları burada dense de Kapalıçarşı’yı gören, Tahran çarşısını adımlayan, Tebriz’inkini de bakınan, Halep ve Şam’da kaybolan, İsfahan çarşısında çarpılan bizler için hafif kaçıyor kusura bakılmasın.
Dönüş yolunda Bou İnania Medresesi’ne girdik. (20 md). Burası da diğerleri gibi zelişlerin ağırlıklı olduğu, harikulade ağaç işçiliği ile kendini gösteren bir mekan. Benzerleri gibi avlulu bir yapı. Bizden başka kimse olmadığı için biraz çömelip dinlendik.
İlerideki Merenid mezarlarına gidip gitmemek konusunda kararsız kaldık. Elimizdeki rehber kitaplar bu bölgenin hırsızlarca mekan tutulduğu, gaspların alışılageldik olduğu konusunda uyarmaktaydı. Başta takmadık, Avrupalıların tırsıklığı olarak nitelendirdik durumu ama yorgunluğumuz ve mesafenin çokluğu ancak taksi ile yolumuza devam edebileceğimiz gibi bir seçeneği geride bırakıyordu. Taksicilerle polemik yaşamaktansa ultra zoom ‘un yeteneğini konuşturmanın zamanı geldi. Gerçi yeni makinamın randımanından hiç mi hiç memnun değilim. Gene de işimi gördüm.
Biraz sağda solda takılıp yakaladığımız bir taksiye atlayarak CFM ‘in terminaline geçtik. Yol üzerinde yani yeni kent kısmında oldukça düzenli ama zerrece ilgimiz çekmeyen bir yapılaşma olduğunu söylemeliyim.
Şansımıza iki saat ara yokmuş. Biletimiz aldıktan sonra (25 md) kaderimize ağlayıp yemek işini halledelim diye şehre doğru yürümeye başladık gene. Yolda yerlilerden biri geldi. Bu kez tetikteyiz ama bu adam bize yemek yiyecek yerleri gösterip vedalaştı. İngilizce konuşarak yanımıza yaklaşan her tipten gol yediğimiz için tedirginiz.
Bu ülkenin insanı garip. (İlerleyen zamanlarda bu düşüncem daha da derinleşti.) İlginç bir durum anlatayım. Mc Donalds’a gitmeye karar verdik. Burada hiç alışık olmadığımız hamburgerler olduğunu görmüştük sokaklardaki reklam afişlerinde. Epeyce yol almamıza rağmen varamayınca sormaya karar verdik. Kızın teki durmadan bana bakıyordu, Çağlar “abi sor şuna neredeymiş” deyince kadına seslendim. “Pardon madam” diye. Kız bana baktı ve adımlarını hızlandırdı bende hızlandırdım. Kadın neredeyse koşayazmaya başlayınca bıraktım takibi. İyi ki bağırmamış.
Neyse otobüs durağındaki sevimli bir kızın Mc Donald’s ın hemen beride olduğunu göstermesiyle ulaşabildik mekana.
Fez’deki McDonalds oldukça ilginç. Buradaki hamburgerlerde değişik bir tat var. Burnum gözlerimin aksine oldukça iyi olmasına rağmen ve tat alma duyumun da bunu destekleyecek derecede başarılı olması bile bu baharatların ne olduğunu anlamamı sağlayamadı.
Sağlam vakit öldürdük burada. Arada tuvalete zıpladım. Aynadaki görüntüm içler acısı. Neyseki Biblos’ta aldığım jöle yardımıma yetişti de saçlarımı insanı standartlara geri döndürebildim.
Aynı yolu tekrar yürüdük. Neyse ki güneş var ama sıcak çok yok. Aralık ortasında olunmasına rağmen bahar havası hakim ülkeye. CFM ‘de oturuyoruz ama aracımız ortalıkta yok. Arkamızdaki TV ‘de Fas liginden bir maç var. Muhtemelen tüm kaliteli Faslı futbolcular Fransız ve Belçikalılarca toplandığı için pek iyi bir şey kalmamış.
İleride gelen kız grubu bize bakınmakta. Biz ise onların arkasındaki, cam bölmenin dışında namaz kılan adama bakıyoruz. Tahminen bir arkalarındaki adama bakarken kızlarda onlara baktığımızı düşünmüş olmalı. Faslılar Maliki mezhebinden. Erkeklerin namaz kılışı bizim bayanlarınkini andırıyor. Allah kabul etsin. İşimiz başkasını eleştirmek değil, Allah herkesi en doğru yolda yürütsün.
Meknes ‘e geçiş bir saat kadar sürüyor. Gene CFM biletçileri bizi arabanın arkasına attılar. Saçma sapan bir saatte otobüs olduğu için Meknes ‘i gezemeyeceğiz ama sadece konaklayabileceğiz. Monoton bir yolculuğun ardından CFM bizi caddede bırakıverdi. Fasta ilk kez şehir merkezine yakın bir CFM terminaline denk geldik. Medinaya değil elbette yeni kente tabii ki.
Bir gün artımız var. Plana göre yarın Meknes ve Volubilis’i bitirip Rabat’a geçeceğiz. Rabat’tan Assilah ‘a mı gidelim, bir yerde mi kalalım onun kararını verebilmek için önce CFM ‘de bir kaç soru sorduk. Sonrasında tren istasyonuna doğru ilerledik. Nedendir bilinmez istasyona kadar gitmeye üşenip alacakaranlıkta dönüp otel bulmak için geldiğimiz yolu dönmeye başladık.
İşte burada şimdiye dek görmüş olduğumuz en güzel esmeri gördük. Bunu Fasta göreceğimi daha önceden söyleseler kahkahalarla gülerdim ama gerçek bu. Biz hatuna baktık ama o bize neden baktı bilinmez. J
Fas insanı çok rahat. Oysa ben kendimi oldukça rahat sanırdım. Mesela Faslının çişi geldi mi sakınmaz; çıkarır işer. Kimse de çıkıp “höst ayı buradan başka Meknes yok” gibi bir şeyler diyerek çıkışmaz berikine. Böyle bir ülke işte burası.
Mantalitesi bize taban tabana zıt. Biz aylak olarak bir yerlere gitsek bile koşuştururuz. Biri bize çarptığında homurdanırız. Çok neşeli ama çabuk parlayan bir milletiz. Burada ise acele diye bir kavram yok. Sinirlenme az. Genelde Faslılar istedikleri şeyler istedikleri gibi olmadığında yada size bir şeyi satamadıklarında sinirleniyorlar.
Neyse, şehrin ana caddesi üzerindeki Majestik Otel’de bir yer bulabildik. (iki kişilik oda 342 md) Ne yaptıysam adam umursamadı, indirim yapmadı. Gayet basit, loş ve soğuk bir odada kalacağız. Fas’ta kaldığımız hiç bir odanın ısıtma sistemi yoktu. Sakın, “kardeşim, Afrika’dasın, neyin ısıtması” demeyin. Geceler, o katran karası geceler çok soğuk oluyor bu ülkede.
Biraz toparlanıp dışarı çıkıyoruz. Gece yaşamı var bu kentin. Sanki az önce yorgunluktan laf eden ve vızıldayan biz değilmişiz gibi sokaklarda yürüyoruz. Esnaf lokantası tadında bir mekanda köfte yiyorum ben. Gerçi resme göre bunun biftek olması gerekiyordu ama yapacak bir şey yok. Çağlara gelen sosun gene tadı yok.
Buradan ilerideki bir kafede nane çayı içiyoruz. Bu tip mekanlar nane çayını size demlikle veriyor ve adam başı iki üç bardak çıkıyor bu içecekten. Çokta sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama gene de kanaatkar davranıyorum.
Otele doğru yürümeye başlıyoruz. Hava soğumaya başlamış. Adım atmakta zorlanıyorum.