Kutubiye Camii’nden gelen sabah ezanının sesi beni uyandırdı. Allah’ım bu kadar kötü bir ezan olabilir mi? Muhtemelen Fransızlar millet dinden soğusun diye bu formata sokmuş olmalılar. Yataktan kalkamadım ama. Afrika’da olmamıza rağmen öyle bir soğuk var ki yatağa yapışmamıza neden oluyor. Yan yataktaki Çağlar’dan gelen kımıldanmalarda benzeri bir durumda olduğumuzun göstergesi. Yataktan çıkmıyorum. Donmaya niyetim yok pek.
Ama gene de saat 9 gibi yola çıkıyoruz her şeyimizi hazırlayıp eşyalarımızı otele emanet bırakarak.
Marakeş Fas ‘ın günümüzdeki turistik başkenti. Ama ülkenin kraliyet başkentleri denilen üç kentinden birisidir ve Avrupalıların Faslılara “Maroccon” gibi isimler takmalarının nedeni bu şehirden kaynaklanır. Berberi dilince “Tanrı’nın toprağı” anlamına gelen “murnakuş” kelimesinden türediği iddia edilmektedir. Fakat genelde mimari yapısındaki kırmızımsı rengin hakimiyeti nedeniyle “kırmızı kent” olarak anılmakta günümüzde.
Son bin yıldır önemli bir kent statüsünde. Defalarca işgaller görmüş, yaşamış; ticari açıdan her zaman önemli bir rota olmuş. Günümüzde de ülkenin turistik başkenti konumunda.
Doğruca meydana çıktık. Sabahın erken saatleri gibi olsa da halen yılan oynatıcıları ve garip giyimleri ile şerbetçiler devriye gezmekte. Fazla oyalanmadan bulduğumuz kalbur üstü bir mekana girip kahvaltı olayını aradan çıkardık. Nane çayı ve gözlemeden ibaret kahvaltı iki kişi için sadece 20 md verince biraz keyfimiz geldi yerine.
Dün gece, Djema el Fnaa ‘ya uzanan sokaklardan birinde hınca hınç insanla dolu yolda dolanırken iki ufak çocuk peşimize takıldı. Başta önemsemedim. Ama gözüm takıldı. Bir iki kez arkadan iteklemelerini de büyütmedim ayrıca. Kontrollü bir şekilde ilerlerken aniden durdum, çocuklardan uzun olanı fotoğraf makinasının çantasına sertçe bir vurdu ve bir şeyler söylenerek yanımdan geçip ilerledi. Güleyim mi kovalayıp yakalayıp döveyim mi kararsız kaldım. Hap kadar iki veledi dövmek şahsi tarihimde bir artı kazandırmayacağından uzatmadım ama geriye dönüp baktığımda çantamın kapağının açık olduğunu fark ettim. Yaşlanma belirtilerim var, bazı detayları umursamazlıktan yada gerçekten unuttuğum için unutuyorum son zamanlarda. Çantayı kapatmıştım. Çağlar’a soruyorum, o ise alışılageldik pozitifliği ile çocukları suçlamamın büyük bir vebali olabileceğinden bahsediyor.
Dün apar topar çıktığım için her zaman ki gibi tuvalet kağıtlarını almamıştım yanıma. Bu eksikliği havalimanın tuvaletindekileri toplayıp foto makinasının içine tıkıştırarak giderebilmiştim neyse ki. Abartmış olmalıyım epeyce doldurmuştum. Çocuklar ellerini atmışlar içeri ama tuvalet kağıtlarından oluşan katmanları aşarak konventör lenslere ulaşamamışlar. Alttaki fermuarlı gözü de yoklamışlar ama açarken hep bir dişe takıldığı için saydırdığım fermuar bu kez benim filtreleri kurtarmamı sağlamış.
İleride veletler bana bakıp el kol hareketi yapınca dellendim. Bir ara gözüm karardı, yakalayıp parçalayayım diye düşündüm ama uzatmadım, sabrettim.
İstanbul çocuğuyuz hesapta, uyanığız. Çıktık şehirden kestik, biçtik, dünyayı yönettik söylemleri Marakeş sokaklarında yer ile yeksan oluverdi anlayacağınız.
Daracık sokakta kimi zaman motosiklet yada bisikletler geçtikçe heyecan yaşıyoruz ama buna da alıştık. Söylemeyi unuttum dün gece ara sokaklarda dolanırken bir motosiklet arkadan ayak bileğime kadar çıkmıştı. Ben adama baktığımda adam sadece gülümsedi. Ben şoktaydım, İstanbul şartlarında tekme tokat girişme ile sonuçlanacak bu durum burada gayet doğal karşılanır bir durum.
Yolda ilerlemeye devam. LP ‘nin haritası çoktan hükmünü yitirdi. Biz de aslında çabuk havlu attık. Yolun sonundaki Yahudi Mezarlığına ulaştığımızda küçük refakatçimiz halen yanımızdaydı ve mezarlığa da bizimle beraber giriverdi.
Büyükçe, yüksek duvarlarla çevrili bir alandayız. Pek ağaç yok. Tek tük de diyebiliriz rahatlıkla. Girişe göre sağ tarafta, ufuğa sırtını vermiş dağlarda kar kendini gösteriyor. Arkası çölmüş. Mekanda bir tane orijinal kıyafetleri ile Yahudi, yanında ise modern kıyafetli bir Avrupalı var sadece. Ufaklık geride bir yerde kaldı. Yahudi bize epeyce bakınınca bir “şalom” çakıverdim. Umursamadan baş salladı.
Marakeş gibi ticaret hayatının sağlam olduğu şehirlerde Yahudi nüfusu aslında büyük oranda bizim korsanlarımızın eseri. İspanya’daki Katolik teröründen kaçırılan Müslümanlar ve Yahudiler öncelikli olarak hemen karşı kıyıya bırakılmış. Onlarda bu tarafta hatrı sayılır bir ticari güce ulaşmışlar. Şimdi ise bu sayı oldukça azalmış duyduğumuza göre.
Neyse, mezarlıkta taş lahit tarzı bir yapılaşma görünüyor. Kimilerinin üzerinde İbranice yazılar var ama bizim Romanyotların mezar taşlarındaki ince işçiliği aramak elbette ki hayalperestlik olacaktır. Epeyce dolandık mezarlıkta… İçeride cemaatin önde gelenleri için yapılmış daha görkemli, çardaklı mezarlarda yok değil.
Çıkışta ufaklık gene peşimize takıldı ama baktı ki olmayacak az biraz takip ettikten sonra yakamızı bıraktı. Bizse bu yaşta bir çocuğun küfür ve beddua dağarcığının sağlam olmamasına güvenerek yolumuza devam ettik.
Marakeş ‘in sinagog ‘una girdik. Küçük avlulu bir yer. Neyseki buradaki görevli bize gösterdiği şeyler için para istemedi. Zaten gösterdiği de bir iki şamdan, öndeki duvardaki kapakçığın ardındaki torah kitapları vb. Çağlar burada bir iki kuruş bir bağış yaptı. Ben elbette ki içimdeki cimrinin önerisine göre devam ettim yoluma.
Çıktık. Gençten bir çocuk yapıştı bu kez. “Tamam” falan diyerek geçiştirirken koşarak bir başka yöne geçti. Huzursuz olmadık değil. Güvenlik önlemi sayılabilir bir nedenden ötürü bizde başka bir yöne sapıp aslında daha da ıssız ve normalde girilmeyecek dar bir sokağa daldık. Mantıken saçmalığın sınırlarını zorladık. Bilmediğimiz bir şehirde peşimize düşülürse yapılabilecek en iyi kaçış dev çemberler çizmek şeklinde olabilir benim düşünceme göre (bknz Budapeşte macerası). Gene de bu durum belki de daha iyi oldu diyebiliriz. Böylelikle daha otantik sokaklar girdik.
İlginç sokaklarda turladık. Normalde turlar elbette ki bu tip sokaklara salmıyorlardır müşterilerini. İnsan tipleri, bakışları ilginçlik uyandırıyor.
Saraylardan birine denk geldik. Bizim gezginler sınıfta bırakmış ama biz gelmişken girelim diyor dalıyoruz içeriye. Bu saray Bahia Sarayı. Bahia güzel demek. (20 MD)
Uzun, asfalt bir yoldan yürüyoruz. Solda turunç ağaçları, sağda başka bir duvar. İlerideki küçük kapıdan içeriye girdiğimizde önce bizi bir sağanlık karşılıyor. İçeride bir şey yok. Ama ülkede ahşap ve alçı işlemeciliği oldukça iyi. Endülüs etkileşimi kendini hemen belli ediyor. Çok zarif bir iş çıkarmışlar. Ayrıca “zeliş” denilen mozaik işleri de oldukça güzel. Özetle İran’daki rezidanslarda cam işçiliği neyse bunun Fas’taki karşılığı ahşap işçiliği kesinlikle.
Sarayın içi bir çember çizilerek geziliyor ve dediğim gibi ahşap ve zelişler dışında sergilenen bir şey yok. Ama bizim gezginlerin aksine mutlaka gezilmesi gerektiğini söylüyorum. İşçilik çok iyi ve sadece bunu görmek için bile gelmekte fayda var.
Buradan çıkıp Saadi Mezarları’na doğru yürüyoruz. LP mutlaka görülmeli dediği için şüphelerimiz var elbette. Gene de Çağlar sorduğunda “gelmişken girelim” diyorum. Soldaki sur kapısından içeri giriyorum. Her çatıda bir leylek var neredeyse. Caddenin fotoğrafını çekiyorum. İlerideki polis minibüsü yaklaşıyor hemen bize. Nazik bir üslupla ama emir şeklinde, resimleri silmemi söylüyor.
-“Türk’üm” diyorum içgüdüsel olarak.
Umursamıyor adam ve “sil” diyor ve bunu kendi yapmak için makinama uzanıyor eli. Makinayı kaçırıp adama göstere göstere aracının çıktığı kareleri siliyorum. Aslında yeni makinamda ilk kez bir silme işlemi yapıyordum ve yanlışlıkla tüm resimleri silseydim gidişat ne olurdu bilemiyorum. Resimleri silince adam teşekkür ediyor ama sanki sesinde “nasıl da dediğimi yaptın kuzu kuzu” gibi bir ifade saklı.
Saadi Mezarları’nı buluyoruz. (20 md) Eski bir cami olan Kezbah Camii’nin bahçesinde, yüksek duvarların arkasında, zelişlerle kaplı zeminin altında çok sayıda Saadi hanedanlığının mensubu yatmakta. Kimi bahçede, kimi güzel işlemeli mekanların içinde.
Pek bir numarası olmadığından bizi daha fazla ilgilendiren sokaklara atıyoruz kendimizi. Hedefsizce yürüyoruz nispeten kenar mahallelerde. Okul dağılmış, çocuklar koşturuyor. Kimsenin bize aldırış ettiği yok. Sevdiğim mekanlar. Karar veriyoruz. Sakata gelmemek için CFM ‘in ofisine gideceğiz ve bileti alıp şehre döneceğiz. Haritaya göre iki km yürümek yeterli olacak.
Yola devam. Bu kadar uzak olduğunu tahmin etmemiştik. Çağlar biyonik olmalı ama ben Basileusların ölümlü olduğu zamanlara ait olmalıyım. Ayaklarım bitti. Su toplamasının ilk emareleri var. Sonunda ileride sağda şehrin kırmızımsı olmayan tek yapısı olan tiyatro binası görülüyor. Tipler değişti. Medina içindeki kapalı kadın ve kızların yerine göreceli olarak daha iyi giyimli hatunlar aldı.
İlerideki sergi salonunun oradan içeri süzülüverdik ve yol bizi önünde insanların bekleştikleri Fransız elçiliğinin önüne getirdi. Az biraz öteden cfm ‘e ulaştık ve akşam için otobüsün en arkasına bizi yerleştirdikleri araca bileti aldık. (140 md)
Taksilere bulaşmadan dönmeye karar verdik. Yürüyerek elbette. Önce öğle yemeği niyetine terminalin karşısındaki büfeden ıvır zıvır bir şeyler aldık. Hemen ayakkabıları çıkarttım. Su içinde ayaklar. Ama daha da kötüsü omurlarımdan birisi korkunç ağrıyor. Bastırdım, belin biraz yukarısı. Hastalık hastası durumum depreşti ve buralarda felç geçirirsem ne yaparım diye düşünmeye başladım. Sırbistan’da olsam Dr. Babiç bir şeyler yapar beni 100 m koşacak hale getirir ama burada bu adamlar böbrekleri kapar da, bana geride bir şey bırakır mı düşündüm de düşündüm…
Artık bambaşka bir dünyadayız. Gelmeden önce baktığımızda planlarda yolumuzun düşmeyeceğine inandığımız “City Nouvelle” yani “Yeni Şehir” kısmındayız. Düzenli, Fransız usulünce tanzim edilmiş, birbirini dik kesen sokak ve caddeler, bakımlı binalar ve parklar. Parklardan birinden çıktığımızda özel okullardan birine denk geliyoruz. Amerikan filmlerinin Fas versiyonu olmalı bu. Bakımlı kızlar, oğlanlar. Bir gün önce Kazablanka’da gördüğümüz filmin Marakeş versiyonu olmalı bu. İçimden geçiriyorum, “bunların içinde bizim iki saat önce adımladığımız sokaklara girmemiş var mıdır ?” diye. Olmalı. Arkadaşıma Kazablanka’da kaldığımız yerden bahsettiğimde kızın tepkisi, “orada otel mi varmış?” olmuştu. Ki orası şehrin ana caddesinin üzerindeydi. Yorum yapamıyorum burada. Eski Yunan sitelerindeki gibi sanırım. Oradaki aristokratların yerinde burada zenginler – belki de Fas ‘ın aristokratları, bilemiyorum- farklı bir güruh gibi toplumun diğer kısmından soyutlamışlar kendilerini.
Bu bölüm Fransız bohemlerini de çekmiş kendisine. Majorel Bahçeleri, biraz ötede sur içinde kalan Mamunya Otel gibi yerlerin yakınından geçip uzaktan bakarak geçiyoruz yakınlarından.
İşte olan orada oldu. Havalimanından beri yavaş yavaş yırtılan pantolon bu sefer özgürlüğünü ilan etti. Sol baldırımın hemen üzerinde, arkadan boylamasına bir yırtık oluştu. Hava kararana kadar saksı gibi oturup milleti seyrettik ve artık görünmezliğe kavuşunca tekrar yola düzüldük.
Kutubiye ‘nin etrafında başkaca parklarda var. İnsanlar gün batımında buralarda dolanıyorlar. Parkların büyük olması ve yeşil örtüsü sevgililerin daha rahat hareket etmelerine olanak sağlıyor bu ülkede de…
Aç değilim. Açım ama yani idare edebilirim. Ama Çağlar standart gözü karalığı ile dalalım diyor. Hemen hemen her dükkandan çıkan çığırtkanlar tarafından sağa sola çekilmekten ambale olmuş şekilde üç, dört tur atıyoruz meydanda. En sonunda bir tanesinde karar kılıp oturup arkadaşımın “muhteşem bir şeydir, mutlaka yemelisin” dediği “tajin” de karar kılıyoruz.
Fas mutfağı ile ilgili çok sayıda program izledim. Çok ilginç şeyler var. Mesela tuz yada şekerde kristalize edilmiş limonlar çeşitli yemeklere katılıyor. Genelde güveç tarzı, yüksek ateşte uzun süre pişirilen şeyler tercih ediyorlar. Gene de bana itici ve uzakta gelse zengin bir mutfak olduğu aşikar. Gene arkadaşıma göre Avrupa’dan çok sayıda insan Fas ‘a gastronomik eğitim almak için gelirmiş. İnsan üzülüyor elbette. Fas gibi bir ülke bile yemek kültürü ile insanları kendine çekebiliyorsa neden benim ülkeme gelen insan sayısı bu denli az…
Kısa bir süre sonra ana yemek, tajin de sofraya getiriliyor. Enlemesine kesilmiş kalın patates dilimlerinin altında üzerinde çok az et bulunan kemikleri görünce hayallerim yerle bir oluyor. Yemekte tuz namına bir şey yok. Fas’ta yemeklere tuz konmuyor pek.
Pek bir şey yiyemiyorum. Sağa sola bakıp vakit geçiriyorum. Çağlar‘ın keyfi yerinde. Götürüyor o. Gittiğim coğrafyalarda, hiç sorgulamaksızın bana destek veren ve gelen dostum önce Allah’a sonra bana emanet. Fas biraz hayal kırıklığına uğratmış ona da. O kadar yere gidip geldik ki artık konuşmak bile yersiz oluyor. Ama ana hayal kırıklığı son iki haftada hayale dönen Sokotra seferi elbette. Sokotra ve Yemen insanın avuçlarında tuttuğu kumlar gibiydi ama parmaklarımızın arasından kayıpta gidiverdi kısa sürede.
Geç bir saatte otele girdik. Yapacak bir şeyimiz yoktu. Şansımıza otelci çocukta boşta laflıyoruz. Fas’ta ortalama gelirin 250 euro olduğunu, insanların fırsat yakaladıkça Belçika, Hollanda yada Fransa’ya kapağı attığını ve bu nedenle Faslılara çok zor vize verildiğinden bahsediyor. Fas’ta üniversiteye giden öğrencilere devlet desteği yapıldığından bahsediyor bizde ise öğrencilerin devlete ödeme yaptığını duyup şaşırarak.
Sonra konu politikaya geliyor. Sahrada petrol olduğu için Cezayirle aralarının bozuk olduğunu söylüyor. Araplar birbirleri ile ortak hareket etmiyorlar. Müslümanları yönetecek bir Türkiye var diyor. Ama Arap olmadığınız için sizi kabul etmezler diyor. Fas’ın çok zengin bir ülke olduğunu ama bu zenginliğin sadece zenginlerin olduğunu ekliyor. Demek ki her yerde durum aynı.
Konu kızlara geliyor her erkek muhabbetinde olduğu gibi. Çocuk “sizde evli olmayan çiftler bir arada kalabilir mi?” diye soruyor. Fas’ta kalamazmış. O yüzden hassas işlerin peşinde koşanlar otelcileri görmek zorunda kalırlarmış yada ev tutarlarmış. Avrupalıların tatil mekanlarında evler tutarak Faslı kızlarla işlerini gördüklerinden polislerinde buna göz yumduklarından bahsediyor. Fakirliğin ve eğitimsizliğin sonuçları bunlar. Düşünüyorum. Eğer Atatürk ve ona inananlar olmasaydı, manda yada sömürge sisteminde biz ne olurduk. Kaynaklarını kullanamayan, cahil bırakılan kitlelerin kaçınılmaz sonu bu olsa gerek. Kendini ezip hor gören tarafından beğenilmek ve en kısa yoldan dünya malına sahip olup farklılaşabilmek… Bilge Kağan ‘ın taşa kazıttığı gibi, “seller gibi akan, dağlar gibi yığılan kemiklerin” karşılığında ulusal bir gururumuz oluşabilmiş. Bu durum belki kendi ülkemizdeyken fark edilemiyor ama yabancı bir ülkeden bakıldığında görünenler oldukça farklı oluyor. Ama bu elbette bu durum doğru yolda olduğumuz göstermez. Sadece en doğru yola nispeten biraz daha yakın bir yerlerde olduğumuzu gösterir bence. Daha kat edecek çok yol var.
Çocuklarla vedalaşıyoruz. Kaldığımız onca yer içerisinde Salsabil en iyi yerdi. Marakeş ‘e gidildiğinde önerebileceğim oldukça otantik bir mekan.
Gece karanlığında bir taksiye atlıyoruz. Fas’ta akşam sekizden sonra taksiciler gece tarifesi uyguluyorlar. Gece tarifesi yüzde elli kadar zamlı. CFM terminaline varıp içinde on kişi ancak olan aracın arkasındaki yerlerimize geçiyoruz.
Marakeş anlatıldığı kadar etkilemedi beni. Ama gene de kendine çeken, şahsına münhasır özellikleri ve yaşattıkları ile iyi yada kötü hayatımda pek çok yer ayıracak kendisine.