Antalya Sorgun’a doğru yola çıkıyoruz. Ultra her şey dahil denilen bir otele gideceğiz. All inclusive yani her şey dahil kavramı iyice cılkı çıkarak ultrası, plus ‘u ile turizm sektörümüzdeki yerini koruyor. Halbuki Yunanistan gibi ülkelerde oda+kahvaltı sistemi mevcut.
Otobüsle giderken Osmaneli ‘nin yanından geçiyoruz. Gece karanlığı içerisinden görülen lambalar aslında büyükçe bir yerleşim olduğunu gösteriyor. Halbuki gezerken pekte büyük gelmemişti bizlere.
Bilecik yolunda ilerlerken bizi sollayan firmanın otobüsüne takılıyor gözlerim nedense. Huzursuz oluyorum önce. Sonra bizim otobüsün ötekine epeyce yaklaşıp geçmeye çalıştığını ama ötekinin yol vermediğini görüyorum. Bir iki derken üçüncüsünde şiddetli bir çarpışma yaşanıyor. Araçtan indiğimde bizim aracın aynasının yamulduğunu görüyorum. Belki tamamen olayın suçlusu değil ama öteki aracın şoförü kısa ama özlü bir cümle kuruyor. “Yol benim. İstediğime veririm istemediğime vermem”
Aşağı yukarı tüm yolcular böyle bir kazayı atlatmanın şokuyla saçmalıyorlar. Şükürler olsun kimsede bir problem yok. İlginçtir yaşadığı ikinci otobüs kazası olmasına rağmen oğlum halen küp gibi uyuyor.
Tekrar yoldayız. Afyon ‘un beş yıldızlı termal otelleri devasa cüsseleri ile yol kenarında yer alıyorlar. Turizm burada da kendini hissettiriyor.
Sabah erken saatlerde otele varıyoruz. Güzel bir yer. Yüksek çam ağaçları arasındaki yapılar görüntüyü bozmamakta. Odalara giriş ikide olduğu için nasıl vakit geçireceğimizi bilemiyoruz. Çoğunluk spa merkezinde üzerlerini değiştirerek havuz ve denize gitmenin derdinde. Bizse önce kahvaltı olayını halledelim diyoruz. Her şey dahil sisteminin çılgınlığı gözler önünde. Onlarca peynir ve zeytin çeşidi, türlü türlü yiyecek. İnsan neyi seçeceğini, ne yiyeceğini şaşırıyor. Önceliğimiz oğlumuzun doyması. Ardından ben karbonhidrat ağırlıklı besleniyorum. Doyduğumdan olsa gerek sağa sola bakıyorum. İsrafın haddi hesabı yok. Şaşırmamak gerek. Hemen hemen neredeyse hiçbir yemek kültürü olmayan ülkelerden gelen bu Avrupalılar için ülkemiz tam anlamıyla bir cennet.
Halen çok zaman var. Eşim bekleyeceğimize Manavgat ‘a gidelim diyor. Otele gelmeden önce ulaşım bilgilerini almıştım. Öncelikle bunları teyit edip detayları öğreniyorum. Her on dakikada bir Manavgat ve Side‘ye minibüsler gitmekte. Otelin önündeki taksi durağında bekliyoruz. Eşimle taksicilerin fiyat listelerine göz gezdiriyoruz beklerken. Sorgun’dan ta Pamukkale’ye 300 euro ödeyerek gidilebiliyormuş. Kısa sürede aracımız geliyor.
Minibüs çokta dolu değil. Buna karşın bizden başka Türk de yok. Daha sonraki gezilerimizde de görüyoruz ki Ruslar ve bizimkiler tatile gittiklerinde çevrede ne var ne yok kesinlikle ilgilenmiyorlar. Buna karşın özellikle İngiliz ve Almanlar ( tabii ki orta yaş ve üstünü kastediyorum) mutlaka günlerini organize ederek gidilebilecek her yere gitmeye çalışıyorlar. Fakat bu adamlarda çocuklarını kucaklarına almak, birine yer vermek gibi kavramlar yok. Kişi başı ödemeyi sanki sıra başı gibi algılamış olmalılar ki her sırada büyük küçük fark etmeksizin tek başlarına oturuyorlar.
Neyse. Minibüs sanki yöredeki tüm sokakları, yolları gezdikten sonra Manavgat ‘a ulaştırıyor bizleri (adam başı 1.75 tl). Güzel, düzenli bir belde. Bu kısımları hiç hatırlamıyorum. Merkezde pek oyalanmaksızın şelalelere giden minibüse atlıyoruz (adam başı 1.50 tl).
Aslında iki şelale var. Küçük şelale büyüğüne giden yol üzerinde yer almakta. Minibüsle giderken lokantaların vb levhalarından fark edilebiliyor. Bizim hedefimiz büyüğü. Minibüslerin son durağı büyük şelalenin hemen girişinde. Her on, on beş dakikada bir minibüsler Manavgat’a ve yakınlardaki bir başka beldeye doğru hareket etmekte.
Çocukken gelmiştim. Çokta bir şey hatırlamıyorum. Hayal meyal gayet pejmürde bir mekandan şelaleleri seyrettiğimizi hatırlıyorum sadece. Şimdilerde ise düzenli, girişi ücretli ( adam başı 3 tl) bir sayfiye yeri haline gelmiş. İçerisinde güzel bir çay bahçesi ve çok sayıda hediyelik eşya yada giyim kuşam satan dükkanlar yer almakta.
Şelaleyi seyrediyoruz. Yaklaşık iki metreye yakın bir yükseklikten sular hızla akmakta. Muhtemelen çay burada suyun akışı nedeniyle derinleşiyor. Zaten suyun düştüğü yer bembeyaz köpüklerle kaplanmış. Çayın kıyıları ağırlıklı olarak çamlarla kaplı. 2007 yılında çay o kadar kurumuştu ki şelaleden damla su akmıyordu. Belki de bunda çayın yukarılarında yer alan Oymapınar Barajı’nın da etkisi var. Neyse bu kış her yer iyi yağış aldı.
Restoran kısmının kenarındaki sakin yerden yani şelalenin hizasından her şey daha net görünebiliyor. Suyun içindeki uzun yosunlar ürkütücü bir hava veriyor. Çayın yukarılarında alçak bir setten su yine dökülüyor ama debisi daha az ve yüksek olmaması nedeniyle ilgi çekmemesine şaşmıyorum. Yine de fotoğraflıyorum.
Dönüşte Manavgat ‘ı turluyoruz. Uzunca bir caddesi var. Tipik tek bir caddeden ibaret onlarca kasabadan biri. Bununla beraber yörede her şeyi temin edebileceğiniz bir yer olduğu bu kısa gezide anlaşılıyor. Bu kısmın merkezi Alanya’ya dek Manavgat.
Otele dönüyoruz ve deniz mevsimini açıyoruz. Aslında sadece belime dek giriyorum. Su çok soğuk, denizini ise sevemedim otelin. Havuzu yöneliyorum. Sıcacık suda bir müddet yüzüyorum. Sutopu oynayan kalabalığı izliyorum önceleri. Sonrasında sıkılıyor havuzun öteki kısmına doğru kulaç atıyorum. Saçkıran olmuş biri çocuğunu kucağın almış havuzun içinde. Bunu görmemle panik halinde havuzdan çıkmam bir oluyor.
Günün kalanında otelin büyük ve güzel bir çimle kaplı sahasında oğlumla oynuyoruz. Sonrasında bir Rus grup bizimle oynamak istediğini söylüyor. Başlıyoruz. Bir gol bulup öne geçiyorlar. Oğlum futboldan bi haber. Bir gol atıyorum. Oyun kızışıyor. Yorgunluktan ayakta zor duruyorum. İkinciyi yiyoruz sonra bir tane daha atıyoruz. Rastlantı eseri oğlum üst üste iki top çıkarıyor. Sevinçten bağırıyoruz. Rusların kalesindeki benim yaşlarımdaki adam da oyunun eğlencesinde. Gülüp duruyor. Fakat 8-9 yaşlarındaki bir çocuk önce oğluma bir şeyler diyor sinirli sinirli. Önce altı yaşımdaki oğlumdan Rusça bilmediğimin azarını işitiyorum sonrasında üçüncüyü yiyoruz. Çocuk benim oğlana yine bir şeyler saydırıyor kendi dilinde. Bu kez oğlum sorduğunda benle dalga geçtiğini söylüyorum. “Kimse babama ….. diyemez” diye bağırıyor. Aile olma bu diyorum içimden. Yorgunluktan ölüyorum ama üçüncüyü atıyorum bacak arasından.” Durma baba bu milli maç “ diye bağırıyor kaleden oğlum.
İşin rengi değişiyor. Ruslar birini daha alıyor oyuna. Benim boylarda atletik bir genç bu. Öteki ufaklık hala sıcak denizlere inmenin derdinde. Bizim takımdaki 11 yaşındaki ufaklıkla kapışıyorlar sahanın çeşitli yerlerinde. Kaleye geçtiğimden beri Ruslar bana bacak arası atmanın derdinde. Dert yaptılar kendilerine. Bir top bacak aramdan geçiyor ama topuğuma çarpıp kornere çıkıyor. Rus bir dahakine anlamında bir işaret yapıyor ama bizim ufaklıklar ona bir bacak arası atıp ilk kez bizi öne geçiriyor.
Adamlar o denli takıyorlar ki bacak arası meselesine sağa sola vurup üç dört gol atacakları yerde üzerime vurmaya devam ediyorlar. Hatta bir şutlarında top iki bacağımın arasında sıkışıp kalınca ufaklık bir tekme geçiriyor bana ki anlatamam. Mete de intikam amaçlı olarak çocuğu kovalıyor her pozisyonda. Bizimkinin futboldan dediğim gibi zerrece anladığı yok ama çocuğa öyle bir yapışıyor ki hareket edemiyor istediği gibi. Bu pozisyonlardan birinde Mete’den seken topla bizim öteki ufaklık farkı ikiye çıkarıyor.
Maç koptu. Adamlar hırs yaptı. Korner, aut, taç hiç biri yok. Uzaklara giden toplara koşan çocukların ikili, üçlü, dörtlü itişmelerini görüyoruz. Toptan çok artık etlere geliyor tekmeler, eller birbirlerinin tişörtlerini çeker durumda.
Neyse sonunda eşim gelip bitirin diyor. Ruslardaki ufaklık düşmanca bakıyor. Bacak arası attığım büyükleri ise sempatik bir adam, gayet dostça vedalaşıyoruz. Mete heyecanla yanıma koşuyor. “Baba” diyor nefes nefese, “Çocuğu gördün mü kız yaptım”. O kuytudaki itişmecelerde çocuğun apış arasına tekmeyi geçirivermiş.
Akşam yemeğinden sonra inip eğlencelere gönderiyoruz oğlanı. Grup içinde dans hareketlerine inanılmaz derecede uyumsuz. Bu da benden geçmiş anlaşılan yapacak bir şey yok.