Tur otobüsünde biz dahil otuz dokuz kişi var. Her ne kadar kendi başımıza gezmeyi düşündüysek de eşimin “Diyarbakır ve Mardin ‘de nasıl gezeceğiz?” demesi ve korktuğunu eklemesi üzerine bir tura katılmak durumunda kalmıştık. Arnavutluk ‘a gidelim diyen, “kimse senle gelmezse ben İran ‘a senle gelirim” diyen kadının herhangi bir yere gitmekten korktuğuna ilk kez şahit oluyordum.
Benim ise kendime has korkularım vardı. Daha önceden giden yolcuların özellikle açık içecekler için yaptıkları uyarılar gözümü korkutmuştu. Bir de iki sene önce aynı yolu Suriye ‘ye giderken çekmiş ve yolun bir türlü bitmediğini hissetmiştim.
Yola koyuluyoruz. Araç çok rahat. ETS bu işte gerçekten aşmış. Önce Bolu ‘da ardından sabaha karşı Niğde Ağaçlı ‘da mola veriyoruz. Hasta olacak gibiyim. Hafta başı aylardır kestirmeye kıyamadığımdan epeyce uzamış saçlarımı kestirmiş ve ensemin her esintide donduğunu hissetmiştim.
Araç Pozantı ‘yı geçerken çok sayıda viyadüğün üzerinden geçip tünelleri aşıyoruz. Çılgın manzaralar etrafımızda.
Pozantı ‘da ise şalgam suyu satan adamları izliyorum. İlerideki tepelerde halen doruklarda, yamaçlarda buzlar görülüyor.
Sonunda turun ilk noktası olan Adana ‘ya ulaşılıyor. Güneyin özelliklerini taşıyan büyük bir kent. Günümüzde ülkenin en büyük beşinci şehri olan Adana, Seyhan Nehri’nin kıyısına kurulmuş ve dünyanın en eski yerleşimleri arasında gösterilmekte. Adını ise Gök Tanrısı Uranos ‘un oğlu Adanus ‘tan almış.
Tarihi ise tüm Anadolu’nun ki ile neredeyse aynı. Hititler, Büyük İskender ve onun ardılı Selefkiler (her kaynakta Seleceudler diye yazar) derken elbette ki Romalılar. Sasaniler ve Bizanslılar arasında devamlı el değiştiren kent ilk kez 11. yy da Selçukluların eline geçmiş. Sonrasında ise 14. yy dan sonra Memluklerin elinde kesintisiz Türk yönetimine girmiş. Fransızlar ve onların maşası Ermenilerce işgal acısı yaşatılmışsa da 1920 ‘de kırsalda yerel kuvvetler düzenli Fransız birliklerini ve Ermeni milisleri tepeleyince Fransızlar bekledikleri çekiliş imkanını 1921 Ankara Anlaşması ile yakalamış ve anlaşma gereği bir yıl sonra defolup gitmişlerdir.
Önce saat kulesinin yakınlarında aracımızdan inip gezimize başlıyoruz.
Saat kulesi zarif bir yapı. Fakat saatin her yönündeki kadranlar paslanmış çoktan. Buradan Ramazanoğulları ‘nın inşa ettiği külliyeye giriyoruz. Ramazanoğulları bu bölgeye damgasını vurmuş. Zaten bu şehirde 1352 ‘de kurulan beylik 1517 ‘ye dek özellikle son dönemlerinde tabiri yerindeyse neredeyse ite kaka yaşamış ama yukarıda belirttiğimiz dönemde Yavuz tarafından Osmanlı devletine bağlanarak tarihten silinmişti.
Külliyenin ana yapısı Ulu Cami. Mısır’da, Suriye’de sıklıkla görebileceğiniz tarzda bir cami. Güzel bir taç kapıdan küçük bir avluya giriyorsunuz. Giriş kapısının sağında tek şerefeli bir minare var. Son cemaat yerinde çatıyı taşıyan kolonlar kim bilir hangi Roma hatta daha evveline ait yapıya ait bilinmez. Caminin içi ise Sinop’taki ulu cami gibi enine uzanan geniş bir sahanlığa sahip. İçinde de güzel işlemeler ve süslemeler görülmekte. İçinde gönüllü olarak rehberlik eden ama gerçekten yapı hakkında derin bilgi sahibi bir adam da bulunmakta.
Külliyenin diğer kısımlarında Ramazanoğlu beylerinin kimilerine ait türbeler mevcut. Cami girişinin karşısında ise günümüzde Adana Müftülüğü olarak kullanılan medrese binası da görülebilir.
Buradan ileride duran Sabancı Camii görülebilmekte. Zamanında Adanalılar toplanıp para biriktirip bir cami yapmaya karar verirler. Fakat planlanan cami oldukça büyüktür ve evdeki hesap çarşıya uymadığından toplanan para ancak yarısının inşasına yetince Sabancılara başvurular. Sabancılar şehre pek çok yatırım yapmışlardır ve cami içinde yardımcı olurlar. Tabii küçük bir şartları da vardır. Caminin yapı Sabancı Camii olacaktır.
Cami tipik bir modern dönem cami. Ülkedeki üç altı minareli camiden biri. Tam Seyhan Nehri ‘nin yanına inşa edilen cami gerçekten büyük.
Fakat buradaki asıl yapı Roma köprüsü. Aslında bu noktada pek çok kez köprüler inşa edilmiş. İlk Roma köprüsü imparator Hadrianus tarafından yaptırıldıysa da günümüzdeki köprü Justinianus ‘un emriyle döneminin mimarı Auxentius tarafından inşa edilmiş. 384 yılında inşası bittiğinde yirmi altı gözü ve üç yüz metreyi aşan muazzam bir yapı imiş. Sellerin akıntılarının, deniz taşkınlarının dalgalarının yıprattığı köprü pek çok kez tamir görmüş. Ama halen muazzam bir yapı.
Çocukken, çok çok küçükken hayal meyal şehrin arkeoloji müzesine gitmek için ailecek ağaçlıklı bir yoldan koşarak geçtiğimizi hatırlıyorum. Adana bu kez aklımda daha çok iz bırakarak geride kalıyor.
Antakya ‘ya uzanan yolda sonsuz yeşillikler, ekili alanları seyrederek ilerliyoruz. Suriye’ye giderken her yan ne kadar da kuraktı halbuki. Yılan Kalesi gene olanca heybetiyle yerinde. Bu kez bana daha bir heybetli, daha bir ele geçmez görünüyor nedense.
Yol boyunca iki yıldaki değişimi, gelişmeyi de görmek mümkün. Yolda, barajın etrafına çok sayıda rüzgar pervanesi yerleştirilmiş. İskenderun yukarıdan ufka uzanan denizin önünde çok hoş görülüyor. Geçen geldiğimde de gözüme takılan güzel, sevimli yerleşimleri bir bir geride bırakıp ilerlemeye devam ediyoruz.
Nihayet Hatay ‘a varıyoruz. Geçen gelişimizde farkında olmaksızın çoğu yerine ulaşmışız. Ama o koşuşturmaca içerisinde gözümüz bir şey görememiş.
Önce arkeoloji müzesine giriyoruz. Burası Tunus’taki Bardot müzesinden sonra dünyadaki en zengin mozaik koleksiyonuna ev sahipliği yapmakta.
Girişin solundaki odada güzel bir lahit var. Gerçekten güzel. Hayatınızın geri gelmeyecek dakikalarını sessizce sizi kendine esir ederek çalmakta olan inanılmaz güzellikte bir sanat eseri.
Buradan mozaiklere geçiliyor. Söylenecek pek bir söz yok. Hoş şehrin büyüklüğü ve zenginliği zaten bilinmekte ama bu mozaikler insana pes dedirten türden. Antakya zaten Çin Seddi’ni de sayarsak dünyanın gelmiş geçmiş en uzun üçüncü surlarına sahip. Dünyanın en eski kilisesine sahip bir kent. Ticaretten kazandığı paranın haddi hesabı olmazmış derler. O nedenle birbirine caka satmak, hava atmak isteyen ailelerin, zenginlerin sanatçılara şuursuzca para harcamış olması da kaçınılmaz.
Neyse mozaik salonları için anlatmakla olmaz gelip görmek farzdır diyerek kısa geçeyim. Burada her bir mozaiği anlatmak mümkün olamayacağı için ilginç detayları anlatacağım mümkün olduğunca
Müze içinde mozaik salonunun sonunda sarmal bir merdivenle yukarı çıkılan asma bir balkon var. Buradan tüm mozaik salonu görülebilmekte. Eşimle ben çıkana dek herkes uzak duruyordu. Bizden sonra ana baba günü olduğundan zor indik. Hatta balkonun sağlamlığını sorgulamadım değil. Sağlam.
Ayrıca mozaik salonunda Hatay’daki okul öğrencilerine yaptırılmış arkeoloji temalı resimler sergilenmekteydi ve müzeyi gezenlerin oy vermesi isteniyordu. Eşimle birlikte seçimlerimizi yapıp oyumuzu kullandık.
Her şey iyi olacak değil ya. Yurdum insanı mozaiklerin her bir parçasına dokunup mıncıklamadan tatmin olamıyor.
Müze gezimize devam. Mozaik salonundan geçerken soldaki salonda genelde Suriye’de görülen tarzda bazalt malzeme ağırlıklı heykeller ve sunaklar sağdaki odada ise yörede bulunan sikkeler ve buluntular dönemlerine göre tasnif edilerek sergilenmekte. Bulunan eserler yerine polisin el koyduğu eserlerde diyebiliriz. Çünkü neredeyse tamamı kaçakçılardan, define hırsızlarından kurtarılarak bizlerin görebileceği şekilde müzeye teslim edilmiş.
Burada da ilginç bir anekdot daha var. Bu odalara giderken sağda yer alan boş duvarın üzerinde Palmira’daki kule mezarların içerisindeki mezarların kapaklarındaki yüzlerden yer almakta. Tamam, İstanbul Arkeoloji Müzesi ‘nin üst katındaki Palmira mezar odası imitasyon. Orijinali Şam’da. Bunların orijinal olduğunu orada grup gezdiren bayan bir rehber söyledi. Gerçekliğinden şüpheliyim. Oradaki genç kız büstünü unutabilmem mümkün değil. Hatta Suriye gezi notlarımda da belirtmiştim. Ne Adriana Lima ne Rihanna ne de popüler kültürün dayattığı pahalı fahişelerden hiç biri bu büstteki yüzün o duru güzelliğinin yakınından dahi geçemez. Ve şundan da eminim, eğer o genç kız bu denli bir güzelliğe gerçekten sahipse, ölüm meleği bile görevini yapmadan önce belki bir an için duraksamıştır.
Müzenin bahçesine geçiyoruz. Ortada lahitler var. Genelde gerek lahitler gerekse mozaiklerin önemli bir kısmı sonra anlatacağım Harbiye yada eski adıyla Defne de bulunmuş. Bahçeyi anlatmak gerekirse genelde lahitler epeyce hasar almış ve aşınmış. Bu nedenle gözden çıkarılmış olmalı ki bahçede bırakılmışlar. Duvarlarda ise gene mozaikler var ama nispeten daha korunaklı bir yerde bulunan bir ikisi hariç genelde zemin ya da havuz süslemesi olabilecek şekilde geometrik desenlere sahipler.
Buradaki mozaiklerden birindeki insan yüzündeki gözlerin nereye giderseniz gidin tıpkı Mona Lisa ‘da da olduğu gibi sizi izlermiş gibi bir izlenime sürüklediği söylendi. Ya ben algısal açıdan çok kıtım yada mozaikteki arkadaş beni adamdan saymamış olacak ki izlemeye tenezzül etmedi.
Müzenin girişinde hediyelik eşya vb alabileceğiniz bir yer ve oldukça temiz bir tuvalet bulunmakta. Hatta müzeye girmeden dahi kullanabilirsiniz. Karışan, soru soran olmuyor.
Kıssadan hisse. Hatay ‘a sadece bu müzeyi gezmek için bile gelebilirsiniz.
Yemek vakti. Şehrin en iyi mekanı olarak “Sultan Sofrası” nı duymuştuk ama yerini bilmeden çarşıda çılgınca koşturmak yerine turun belirlediği yere gittik.
İsim vermeyeceğim. Çünkü unuttum ve araştırmaya da üşeniyorum. Genelde çocuklardan oluşmuş yabancı turist gruplarının doldurduğu bir yer burası.
Hatay mutfağının raconu mudur bilmiyorum. Zaten benim mutfak anlayışım; hesaplı, domuz eti olmayan, midemi bozmayan ve mümkünse sonraki öğünlere duyulan gereksinimi ortadan kaldırabilen gibi öğelerin bir bütün şeklinde pragmatik bir yapıda olduğu için yorumlarımın çarpan etkisi 0-1 skalasında yer almaktadır ve genelde 0 a göz kırpacak derecede de yakındır. Bu nedenle yemek – lezzet ilişkisindeki yorumları eşime bırakırım. Eşim domuz eti olmadığı sürece her şeyi yiyebilir ve bir iki ısırıktan sonra yemeğin içinde kullanılan malzemeden tutun yemeğin pişiriliş şekline kadar isabetli tahminlerde bulunur.
Neyse, fındık lahmacun boyutunda bir şey geldi masamda yanımda oturan ufaklığa. Çocuğun yüzü asıldı. Biz kağıt kebabı istedik. Kağıda sarılı gelir diye beklemiştik ama bu tahminimiz boş çıktı. Ben kendimi garantiye almak için kolaya abandım J
Hayal kırıklığı ile dolu bir öğünün ardından Sen Piyer Kilisesi ‘ne geçtik.
Uzun uzadıya Hristiyanlık tarihinden bahsetmeyeceğim. Zaten merak eden internetten üşenmez araştırıp bakar. Fakat özetle şehir bölgenin en büyük kenti olduğu ve önemli bir ticaret noktası olduğu için bünyesinde her toplumdan ve sınıftan insanı barındırıyordu. Buda çok sayıda gezginin, hikayecinin ve havarinin Hristiyanlık ile dolu söylenti ve öğütlerle şehre akın etmesine neden oldu. Başlangıçta çok ilgi çekmese de ilk inanan, marangoz Habib-i Neccar ‘ın yerli halkça katledilmesi şehirde işlerinde değişmesine neden oldu. Zamanla Roma’yı simgeleyen her görüşün düşman olduğu ve Roma’ya karşı olan her görüşün destek bulduğu bir ortamda Hristiyanlık öğretisi de gelişmeye ve yandaş bulmaya başladı. Tabii ki gizli olarak.
Bilinen ilk kilise burası. Şehre biraz yukarıdan bakan bir yamaçtaki mağarayı genişleterek gizli bir tapınak yapmışlar. Zemindeki mozaikler ve giriş kapısındaki kemerli kısım Haçlılar döneminden kalma. Tahminimce mimari yapı Fransız ekolü dedirtiyor bana. Girişe göre tam karşıda taştan bir masa ve oturak, sağında ise küçük bir kovuk var. Bu kovuktan yukarıya doğru yüksekçe bir açıyla da olsa tırmanılabilmesi mümkün, muhtemelen ani baskınlardan kaçış için açılmış ya da geliştirilmiş bir tünel sistemi var. Yukarıdan gelen suyun oluşturduğu çamur ve küf nedeniyle üstümü batırmayı göze alamadığım için tünelde ilerlemeyi denemedim.
Bitirmeden oluşabilecek bir karmaşanın önüne geçeyim. Piyer ile Petrus aynı kişiler. Petro “kaya” demek. İsa ‘nın kilisesini üzerine kuracağı sağlam kaya‘yı nitelendirir. İsa ‘nın ölümünden sonra hristiyanların dağılıp yok olmamaları onun sayesinde olmuştur. Yanılmıyorsam imparator Neron zamanında Roma ‘da idam edildi.
Yamaçta, ayrıca birkaç kaya mezarını andırır yapı ve sağda solda duran bir iki de lahit var. Magnet ve hediyelik eşya almanız mümkün.
Merkeze dönüyoruz. Aslına bakarsanız Ortadoğu tarihi ne kadar ilgimi çekerse çeksin kilisenin hiç bir orijinalitesi olmadığı için kendi başıma gelmiş olsaydım gitmezdim. Değişiklik oldu
Merkezdeyiz. Antakya ilginç bir kent. Her çeşit, her kılık insan var. Kapalısı yada ciddi derecede açık giyimlisi, bilmem kaç farklı dinden, mezhepten ve itikattan insanı bir şekilde bir arada yaşamayı başarabilmiş.
Tarihi Ulu Camii ‘nin yanından ilerlerseniz Uzun Çarşıya varıyorsunuz. Hızlıca Ulu Camii ‘den de bahsedeyim. İçine giremedim ama yörenin tipik özelliklerine sahip bir yapı.
Çarşı tipik bir Ortadoğu çarşısı. Bana Hama Çarşısı’nı andırdı açıkçası. Envayi türlü ıvır zıvır, türlü giyim eşyası, tatlı ve baharat mevcut. Giyim eşyaları, ayakkabılar İstanbul ‘a kıyasla çok çok ucuz. Esnaf dört dörtlük. Ne bir yapışkanlık ne bir ölçüsüzlük var hareketlerinde. Dükkanlar selam alıp selam veren tacirlerle dolu
Bizse o dükkan senin, bu dükkan benim diyerek çarşıyı adımladık. Çarşının sonu bir başka caddeye ulaşıyor. Burada bir iki eski tarz evi görebilmeniz mümkün.
Tekrar çarşıya dalıp pek çok küçük ama hoş caminin önünden geçip türlü, akıl çelen seyyar yiyecek tablasını da atlatıp otobüse döndük.
Harbiye ‘ye gidene dek güzel muhitlerden geçtik.
Harbiye orijinal Antakya ‘nın sayfiye mekanı idi. Günümüzde ise insan eliyle yapıldığı söylenen şelalelerin arasındaki çayhanelerin bulunduğu güzel bir mekan. Burada satılan onlarca hediyelik eşyanın arasında üzerinde Yılmaz Güney ve Beşar Esad ‘ın yüzlerinin işlendiği küçük kilimler ağırlıklı. Zaten şehir halkı da ağırlıklı olarak Arap asıllı ve Suriye ‘nin hala haritalarında Hatay ‘ı kendilerine ait olarak göstermelerinin altında da bu var. Biz Suriye’deyken bir iki kez “Hatay kimin?” diye sormuşlardı. İlkinde umursamamıştık ama ikincisinde “Suriye’nin tümü bizim” demiş sepetlemiştik.
Neyse, epeyce de Suriye plakalı araçta etrafta görünüyor. Harbiye’nin ötesinde Amanoslar onunda ardında ise Suriye yer almakta. Bunun doğal bir sonucu olmalı.
Biraz takıldıktan sonra otele dönüyoruz.
Hayrettir otelin yemekleri daha iyi çıkıyor. Safranlı pilav gayet güzel. Ama içinde karanfil, anason, kuş üzümü ne ararsanız var. Eşim beğenmese de künefe bence oldukça iyi.