Sabah erkenden kalkıp önce Darülzaferan Manastırı’na gidiyoruz. Günlerden 19 Mayıs ve yer gök turist dolu. Polisler tur otobüslerini şehir içine sokmuyorlar tıpkı dün gece olduğu gibi.
Hızlıca Mardin Kalesi‘nden bahsedeyim. Oldukça sarp bir tepe üzerinde. Öyle ki Timur dahi kuşatmış ama kaleyi alamadan kuşatmayı kaldırıp yoluna devam etmiş. Bunun ilginç bir öyküsü var.
Timur kaleyi kuşatır ama işler istediği gibi gitmez. Kuşatma uzar ve kaledekilerin ellerindeki kaynaklar da neredeyse bitmiştir. Kaledekiler risk alır ve depolarının dolu olduğu, durumlarının sorun yaşayacak gibi olmadığını göstermek için Timur ‘a peynir gönderirler “Bizde çok var canınız çekmiştir” diyerek. Timur buna sinirlenir. Elbette tadına bakmaksızın peyniri hiddetle yere atar. Halbuki kaledekiler peyniri son kalan bir kaç köpeğin sütünden yapmışlardır. Timur kaleyi alamaz ama hıncını dış mahallelerden çıkarır. Bu kısmı yakıp yağmalar ve yoluna devam eder.
Darülzaferan ‘a ulaşıyoruz. Burası bir Süryani Manastırı.
Süryaniler bu toprakların belki de en eski halklarından. Köken olarak kendilerini Nuh Peygamber’in oğlu Sam ‘a bağlamaktalar. Arami olan ataları Hristiyanlığa geçişle beraber kendilerini Süryani olarak nitelendirmeye başlamışlar. Günümüzde çoğunluğu Hindistan’da yaşamakta olan Süryaniler İsveç gibi kuzey ülkelerinde de önemli bir etkiye sahipler.
Manastırları tur rehberleri yerine manastır görevlileri anlatıyor. Gözünüzün önüne rahipler, keşişler gelmesin sakın. Ya da en azından bize denk gelmediler.
Manastırın hemen girişte hediyelik eşya ve hristiyanlık ile ilgili CD ve kitap satılan bir bölümü var. İşlevsel bölümde ise önce kilise kısmına giriyoruz. Taş işçiliği dışında eksantrik bir yanı yok. Burada önce Süryani azizlerine vb ait lahitler yer almakta. Uzunca zamandır yeni birinin lahitlere konulmadığını öğreniyoruz.
Burası aslında güneş tapınağı olarak yapılan ilk kısım imiş. Zaten güneşin doğduğu doğu yönünde ışığın içeri dolabileceği bir delik mevcut. Zaten Hristiyanlıkta da kiliselerin atlar kısımlarının (apsis demek sanırım daha doğru olacak) doğu yönünde olmasının nedeni de buymuş. Ben Kudüs ‘ün Avrupa’nın doğusunda olması nedeniyle bu yönde olduğunu sanırdım hep. Neyse buranın tavanında devasa kaya blokları var. Bunlar tamamen kilit taşı mantığı ile dizilmiş ve iki bin yılı aşkın bir zamandır depremlere, felaketlere ve manastırın ağırlığına karşı durabilmiş.
Buradan yörenin bir başka önemli manastırı olan Mor Gabriel ‘e gidiyoruz. Buraya Deyrul Umur da denmekte. Tur Abdin ‘in merkez manastırı burası. Sıklıkla karşılaşacağınız bir terim bu. Tanrının hizmetkarlarının dağı anlamına gelmekte. Burası da Darülzaferan gibi kale görünümlü bir yapı. Manastırların dini olduğu kadar askeri olarak da kullanıldığının bir kanıtı bu.
Uzunca bir yoldan ilerleyerek ana kısmın giriş kapısına varıyoruz. Kilisenin görevlisi, önce, gelen resmi plakalı aracın içindekilere yalakalık yapıp bizi bekletecekken arabanın içindeki kişi bizlerden bahsederek “ bunca kişiyi bekletmek olmaz” deyince içeri alıyor bizleri
Burada da taş işçiliği oldukça iyi. Kilise, Bizans’ın ilk yıllarına dek uzanan bir geçmişe sahip. Zamanında İstanbul’dan epeyce yardım görmüşler. Hatta Teodora bile bu Allah ‘ın unuttuğu yere kadar gelmiş ve manastıra uğramış. Büyükçe bir para yardımı yapmış. Bina içinde büyük hatta devasa bir kubbe var. “Teodora Kubbesi” denilen bu kısım dışarıdan kutu gibi görünüyor. Peki papazlar ne yapmış burada derseniz uzunca bir süre bu kısmı mutfak olarak kullanmışlar.
Buradan ibadethane kısmına geçiliyor. Girerken kapının üzerinde “çakma” “Son Yemek” tablosunu da görmelisiniz. Ayrıca bu odada manastırın kibrit çöpünden yapılma bir de maketi var.
Buradan Meryem Ana Şapeli’ne giriyoruz. Taş işçiliği tamam da fresk vb hak getire. Kumaş üzerine ilkokul çocuğu becerisinde yapılmış dini çizimler var.
Şimdiki durak manastırın kriptası. Burada da inanılmaz sayıda ceset olduğunu öğreniyoruz. Ama daha yeni restorasyondan geçmiş olduğu için tertemiz bir yer.
Manastır gezisinin başından beri gerek hafiften dini propaganda yapan gerekse Süryani cemaatinin kültürel çalışmalarını anlatan görevliye manastıra gelen Tanrı misafirlerine konaklama imkanı verip vermediklerini sordum. Darülzaferanda sadece Süryanileri konaklattıklarını söylemişlerdi. Normalde manastırlarda bir ila üç gece arasında bir konaklama izni verilir. Görevli yörenin riskli bir yer olduğunu bu nedenle çok istedikleri halde bu tip talepleri karşılayamadıklarını nedense bana yapmacık gelen üzgün bir sesle söyledi.
Manastırın tuvaletlerini anlatmadan geçmeyeceğim. Bal dök yala. Şaka yapmıyor ve kıskanarak söylüyorum bunu. Bizim Sultanahmet ve Selimiye ‘nin tuvaletlerinin hali içler acısı iken gerek buradaki malzemenin kalitesi gerekse içlerinin temizliği on numara. Helal olsun diyorum.
Kasabanın adı günümüzde Oğuzlar. Otobüsle geçerken solda bir nekropol alanı geçiliyor.
Araçtan iner inmez artık alıştığımız üzere etrafımız çocuklarla sarılıyor. Çocuklar bir şeyler satmak yada dilenmek yerine gelen rehberlerden duyup ezberlediklerini pazarlamanın derdindeler. Genelde ela gözlü, ağırlıklı olarak kumral yada sarışın bir çocuk popülasyonu var bu köyde.
Hatta küçük kızlardan biri gelip bana eşimiz manken olup olmadığını sordu. Bende kendisine sormasının daha iyi olacağını söyleyince küçük kızcağız utanıp sıkılıp sorusunu soruverdi eşime. Muhtemelen eşimi manken sanmış olmalı ki meşhur birini görmenin mutluluğunu yaşayacaktı. Çocuk aklı işte. Bende çocukken Beşiktaşlı Metin Tekin ve kaleci Zalad Heybeliada ‘ya geldiklerinde arkadaşlarımla beraber onları görmeye koşmuş adamları geldiklerine pişman etmiştik. Çocuk her yerde çocuk…
Buradan kentin en meşhur yeri olan sarnıca gidiyoruz. Aslında sarnıç mı yoksa başka bir şey için mi inşa edilmiş bu konuda da bir netlik yok. Yüksek sütunların taşıdığı, merdivenlerle inilen serin bir yer burası. TV ‘de belgesellerde gördüğüm kadar da büyük bir yer olmaması hayal kırıklığına uğratmadı değil.
Sarnıçtan çıkınca bir nevi kafeterya olarak işletilen yere geçtik. Ben Allah ‘ın unuttuğu bu yerde kazıklarlar derken normal bir fiyat aldıklarını görünce epeyce şaşırdım. Keçi sütünden yapılma ayran satılıyordu ama içme konusunda cesaret gösteremedim.
Turdaki yaşlı teyzelerden biri İsveçliye benzer sarışın, mavi gözlü ikizlerin babasına burada çok sarışın olduğunu söyleyince adam çoğunun sarışın olduğunu, aslen Kürt olduklarını ve Türkçeyi çocukların okullarda öğrendiklerini söyledi. Sonrada beni dumura uğratan son sözü ekledi. “Ama dedelerimiz Süryaniymiş belki de ondan böyle sarışınız”
Keçi sütünden yapılmış ayranı içememekten duyduğum burukluğumla beraber sağımızda Suriye sınırını oluşturan demiryolunu almış halde Nusaybin ‘e dek ilerledik. Tartışmalara, komplo teorililerine uzunca bir süre konu olan, tarım alanı haline getirilmesi düşünülen mayınlı arazi gittiğimiz yol ile demiryolu arasında kalan bölge. Bizim tarafta arazi mayınlı, gözetleme kuleleri sıklıkla durmakta. Beri tarafta ise in cin top oynuyor.
Nusaybin’de TOKİ tarzı çok katlı, modern yapılar bizi karşılıyor. 19 Mayıs nedeniyle çocuklar toplanmış. Yer gök Türk bayrağı. Buradan kuzeye yönelip yemek yiyeceğimiz Çağçağ Vadisi’ndeki mekana gidiyoruz.
Çay kıyısında çok sayıda et-balık restoranı var. Bizim gittiğimiz yer çayın gözüne kurulmuş bir mekan. Burada biz et yiyoruz. Güzelce bir yer. Yemekten sonra biraz sağda solda takılıp hediyelik eşya satılan yerleri turladık. Hediyelik eşyaların yanında balık ağlarını vb görünce sordum merakımı yenemeyip. Çayda yerel balıkların yanı sıra geçen sene alabalık çiftliğinin yıkılması sonucu kaçan ve üreyen balıkları da avlıyorlarmış.
Bu arada her ne kadar basın yazmasa da şu an bu yollarda hiç bir problem ve korku yaşamaksızın gezebiliyoruz. Buraların temizlenmesi inanılmaz paralara ve paha biçilemeyecek olan kardeşlerimizin, oğullarımızın kan ve emeğinin sonucu. Gidip görmeden hatta yaşamadan üzerinde konuşulabilecek yerler, ortamlar değil.
Sonunda Hasankeyf’teyiz. LP burası için, “Dicle kıyısında bal rengi devasa kayaların üzerine kurulu küçük bir Kapadokya” diyor. Önce yeni köprüyü aşıp karşı kıyıya geçip aracı park ediyoruz. Hasankeyf BDP ‘nin güçlü olduğunu andıran bir görünüme sahip. Otobüsten iner inmez yine çocuklar etrafımızı sarıyor. Rehberin dediği gibi bu çocuklar oldukça agresif.
-“Sana buranın hikayesini anlatayım mı?”
-“Yok yeğenim, rehber anlatıyor. Biliyorum zaten”
– “Beni dinle sen, bak anlatıyorum” diyor on, on iki yaşındaki velet. Kah manzaraya bakıp kah veletle ortaokul bahçesindeymiş gibi laf dalaşı yapıp aklımda veledi ciddi ciddi köprüden atıp atmamanın gelgitlerini yaşayarak köprüyü aşıyoruz. Gruba bakıyorum herkese bir iki çocuk böyle kene gibi yapışmış. En son çocuğun gözlerine bakıyorum. Ecnebilerin sevdiğim bir lafı vardır. “Walking vallet”. Yürüyen cüzdan anlamına gelen bu söz İtalya gibi ülkelerde yerli halkın turistler hakkındaki düşüncelerini yansıtır. Ama buradaki çocukların gözünde düşmanları olarak görüldüğümüzü okudum. Muhtemelen bakıştığımız an o da benim düşüncelerimi açıkça okuyabilmiş olmalı ki çıktı gitti yoluna.
Hasankeyf önemli bir yerleşim. Önemli olmasının nedeni ise Dicle Nehri ‘ni geçebilecek bir köprüye sahip olmasından kaynaklanıyor. 12 bin yıl öncesine dayanan tarihi bir kaç ay önce 15 bin yıla kadar indi. Persler, Romalılar, Araplar, Artuklular, Eyyübiler ve Akkoyunlular burayı yönetmiş ve epeyce iz bırakmışlar.
Önce bir Artuklu eseri olan köprüden bahsedelim kısaca. Belki de daha öncelere dayanıyor geçmişi. Malabadi Köprüsü’ne benzetiliyor biçim olarak. Eski devirlerde köprünün orta kısmı ahşapmış. Saldırılar sırasında kaldırılır köprüde böylece yıkılmaksızın kullanım dışı bırakılırmış.
“Hasankeyf göl olmasın!” Son zamanların özellikle de Atlas dergisinin bayraktarlığını yaptığı meşhur slogan. Her yıl “Hasankeyf ‘e sadakat” treni ile olayların gündemde tutulacağı etkinlikler (event diyelim havalı dursun) yapıyorlar.
Irmağın üzerinde yeni köprünün ötesinde (kaleye göre) sol yamaçta ağırlıklı olmak üzere çok sayıda mağara ev var. Hasankeyflilere göre öncesinde Süryaniler yaşıyormuş.
Yine karşı kıyılardaki tepenin ardı Raman Dağları. Az miktarda da olsa petrol çıkartabildiğimiz ender yerlerden.
Yine nehrin karşı kıyısında Akkoyunlu sultanlarından Zeynel Bey ‘in türbesi var. Güzel bir yapı ve Hasankeyf’teki tek Akkoyunlu eseri. Zaten Anadolu’da da çok fazla eserleri yok. Sular altında kalacak olmasına rağmen restore edilmekte.
Bizim tarafta bir ulu cami olmak üzere iki büyük tarihi cami
mevcut. Minarelerde turkuaz süslemeler kendisini göstermekte. (Allah Allah
turkuaz hangi ulusun milli rengiydi acaba?)
Kalede çok sayıda mağara mevcut. Bir zamanlar ki bu bir zamanlar cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ‘in Hasankeyf ‘e ziyaretine denk geliyor; insanların yaşadığı, her birinin kendi kapı numarası olan bir yerleşimmiş burası. Cemal Paşa muasır memleketlerde mağaralarda yaşam olmaz deyip mağara sakinlerini modern dairelere yerleştirmiş. Alışmadık kıçta durmayan don misali halk mağaralardan konuta geçişe ısınamamış, alışamamış. Neyse bu ayrı bir sosyolojik konu.
Kale küçük bir Kapadokya kopyası adeta. Kalenin giriş kapısında bir simge var. Aslında iki simge varmış. Bu simgeler kaledekileri yılan ve akreplerden koruyan tılsımlarmış. Turistin teki bunlardan yılan olanını çalmış. Bunu müteakiben kaleden yılan sokma vakaları eksilmez olmuş.
Kaleden özellikle Atlas dergisinden hatırlayacağınız meşhur Hasankeyf fotoğrafını da çekebilirsiniz. Fakat dergideki gibi garibanımsı, sapsarı, karşı dağlara dek uzanan kıraç bozkır manzarasının yerinde bereket dolu yemyeşil bir ovayı görüyorsunuz bu mevsimde.
Baraj meselesine gelince. Projenin ilk hali Atatürk dönemine değin uzanmakta. O dönemde de sulama ve enerji ihtiyacına katkıda bulunmanın yanı sıra sıklıkla çıkan Kürt isyanlarının yayılmasını yavaşlatıp önlemek için yapımı düşünülmüş. Sonraki iktidarlar kimi zaman maddi kimi zamanda başka sebeplerden ötürü (detay için “Gençliği Hitabe” ye bakmak yeterli olacaktır sanırım) bir türlü yapımına başlanamamış. Şimdilerdeyse terör olayları azalınca kredi verecek Alman bankaları kredilerini kesmekle tehdit etmeye başladılar. Dışa bağımlılığın sonuçlarına iyi bir örnek bu.
Baraja dönersek. Yapılırsa ulu caminin minaresine dek sular yükselecek. Kasaba tarafına bakarsanız miktar çok gibi görünmese de karşı kıyıda, ilerideki dağlara dek su tutulacağı için muazzam büyüklükte bir baraj ortaya çıkacak. Bittiği zaman –eğer biterse ya da yapımına başlanırsa- ülkenin dördüncü büyük barajı da inşa edilmiş olacak. Öte yandan son zamanlarda su seviyesinin planlanandan daha düşük tutulacağına dair söylentiler çıktı. Buna da karşı çıkılıyor. Karşıt görüşe göre baraj yapıldığında su her ne yükseklikte olursa olsun kalenin üzerinde durduğu katman zamanla eriyecek ve bu da kalenin çökmesine neden olacak.
Askeri açıdan ise teröristlerin rahatlıkla hareket edebileceği geniş bir alan suya boğulacak.
Her şey ortada. Yorum sizin. Ama baraj yapma, atom enerjisine geçme nereye kadar. Termik santrallerin durumu ve sonuçları zaten ortada. Hepimiz elektrik üretimi için bisiklet alıp pedal mı çevireceğiz televizyon seyrederken
Önemli bir yerleşim olduğu için pek çok yapı daha var. Ulu Cami, Koç Camii, El Rızk Camii bunun yanı sıra iki saray kalıntısı ve niceleri. Mağaraları saymıyorum bile.
Hasankeyf ‘ten dönüş yolunda vahşi coğrafyaya bakıyorum. Çok yukarılardan siyah bir Sikorsky sessizce uçup ilerideki dağların ardında kayboluyor, bir köşede kuytu bir yerde bir panzer nöbette. Sanılanın, büyük şehirlerde empoze edilenin aksine devlet, asker her yerde. Ama sessizce, kimseyi ürkütmeden vatandaşını korumakla meşgul. Basının dediğinin aksine vatan sahipsiz değil.
Gercüş ‘e doğru dönüş yolunda göçerleri görüyoruz. Yüzlerce keçi ve koyundan oluşan kafileler, denklerin yüklendiği eşeklerinin peşi sıra yürüyen kadınlar, erkekler. Bu otlak senin, şu yayla benim dolaşan insanlar bunlar. Anadolunun sonsuz renklerinden bir ton…
Midyat kalkerli sarı daha doğrusu bal rengi taşlardan yapılmış bir kasaba. Özel bir kireç karışımı evlerin dış yüzeyine sürüldüğünden başka bir sıva kullanılmaz. Son özellik olarak evlerin gölgelerinin birbirinin üzerine düşmemesi esası güdülmektedir. Gümüş işçiliği de taş işçiliği kadar meşhur. Süryani nüfusun önemli bir kısmı burada yaşamakta. Zaten uzaklardan gördüğünüz kasabanın silüetinde çok sayıda çan kulesi de dikkat çekmekte
Burada tarihi evlerin en meşhuru Sıla diye bir dizinin çekildiği taş konak. İçine girip gezdik. Harika bir yapı. Elinde orta sınıf bir dslr olan bir kadınla biraz kapıştıktan sonra evin tepesinden Midyat ‘ın bir iki güzel fotosunu çekip sokaklara döküldük tekrar. (Evin içi ana baba günü oluyor ve bu dizinin müdavimleri sanki evliya türbesi gezermiş gibi kendilerini kaybediyorlar. Eğer burayı gezecekseniz sabırlı olmanızı öneririm.)
Sanılanın aksine İnsanların seyrettiği dizilerin çoğunluğu Mardin’de çekiliyor sanılsa da aslında o güzelim taş evler burada, Midyat’ta yer almakta. Biz bir eve daha daldık ama dizi çekimi yapıldığı için çekim ekibi tarafından def edildik. Fakat destur alıp kapı çalarsanız yöre insanı evlerini, avlularını gezmenize itiraz etmeksizin sizi içeri buyur ediyor.
Geluske diye tarihi bir hanın içinden geçerek yolumuza devam ediyoruz. Gençler halay çekiyor, turistler yemek yiyerek onları seyrediyor. Giriş kapısının tepesindeki erotik detaylar içeren lambaya gözüm takılıyor.
Midyatlı ustaların taş işçiliğinin yanı sıra gümüş telkari işinde de becerisini görme imkanımız çarşıda oluyor. Gerçekten çok zarif parçalar teşhir için raflara dizilmiş. Hepsini almak istiyorsunuz. Ben bile (yazılarımı okuyanlar gezerken pek harcama yapmadığımı bilirler) eşime bir set aldım. Düşünüyorum da bunu altın olarak alsam bir böbreği bırakırdım Midyat’ta.
Bir saatlik bir yolculuğun ardından otel yolunda şehrin gece manzarasını seyredip fotoğraf çekebilmek için uygun bir yerde duruyoruz. Başlangıçta tripodsuz bu saatte sağlıklı çekim yapılamayacağını öne sürerek araçtan inmeye yanaşmasam da özellikle Bekir Abi ‘nin ricasıyla inip bir iki poz çekiyorum. Büyük sözü dinlemenin faydalarını gene görüyorum J