Darucani Pazarı ‘na doğru gittik. Kahvaltı iyiydi. Karpuz suyu vardı ama pek abanamadım. Malum kuzeye doğru bir git gel yapacağız.
Pazarda dolandık. Gene ikramlardan tattık.
Nungwi adanın en kuzeyinde, bembeyaz kumsallarla çevrili küçük bir cennet. 60 km kadar bir yolumuz var. Zanzibar’da çekilen harikulade fotoğraflar ya buradan ya üç km kadar batısındaki Kendwa ‘da çekilmekte. Ama buraya ulaşılmak için önce araçları bulmak lazım.
Sora sora Bağdat bulunurmuş misali kolaylıkla buluyoruz. Gerçi dünden epeyce ahbap edinmişim “şunu alacaktın, hani gelecektin?” diye serzenişte etmiyor değiller. “Daha buradayız, yarın gitmiyoruz ” diyerek savıyorum hepsini. Aslında tezgahlarındaki meyvelerden de almak var ama ya bu meyveler nasıl yenir bilmiyorum ya da gerçekten ada halkına acıdım ve dürüstlüklerine de saygı gösterdim.
Adanın temel taşıma aracı dala dala. Bu zımbırtının ne olduğunu anlatmadan önce aynı yerlere minibüslerin de gittiğini ve aynı fiyat olduğunu belirteyim. Her neyse, dala dala denen alet Toyota ‘nın en küçük aracının arkasının branda ile örtülmüş hali. Rivayete göre yirmi altı kişi sığıyormuş. Bu sayının rivayet olmadığını yolculuğumuz sırasında bu rakamı egale ederek kanıtladık.
Aracın içinde, kenarlarında azıcık bir yükselti var. Oturmak için. Ortada sepetler. Gerçi onlara da oturdular.
Oturup dışarı bakınıyoruz. Ben bile zor sığdım. Eşim için işkence. Tamamen dolunca yola çıktık. Paraların kimi zaman üstüne yattıklarını duyduğum için tam para verdim. Yaklaşık adam başı 1 usd kadar bir para tuttu.
Şehirden çıkıyoruz. Çok sayıda cami, bu tip ülkelerin kaçınılmaz ve değişmez manzarası pislik ve kalabalıklar. Görecek bir şey olmaksızın iyice çıkıyoruz. Asfalt iyice bozuluyor; sonra beğenmediğim asfaltın aslında nasıl bir lüks olduğunu anlayacağım bir yola giriyoruz.
Yol yapım çalışmaları var ama yağmur yağıyor. Aslında yağmur değil de sudan yapılma kurşunlar bulut şeklindeki uçaksavarlardan tarafımıza gönderiliyor sanki. Kolumla eşimi kapıyorum, nafile. Araç bozuk yolda hoplayıp zıplıyor ve arkada bizler zıplıyoruz. Kafamı öyle kötü vuruyorum ki kesin yarılmıştır diyorum. Sıtmaya dikkat derken sabah kolera bir risk olarak dikkatimi çekmişti. “Tetanos plase” diyorum içimden. Araçtaki komşularımız bizi ilgiyle kesiyor. Rengarenk giyimler içindeler. Çok rahatsızsam “Selamın aleyküm” diyorum, ikramları almasam da “eyvallah” diyorum. Araçtaki tek mzungu yani beyaz adam eşim ve benim. Bir de Müslüman olduğumuzu anladılar mı… Ne yaşamlar…
Bazen düşünüyorum onları hatırladığım gibi onlarda beni, bizi hatırlıyor mudur? Böyle muhabbetler dönüyor mudur?
“Şişman mzunguyu hatırlıyor musun?”
– “Hangisini?”
– “Dala dala da ayağına oturduğum?”
İnsanlar bu yaşam biçimine alışmış. Karşımızda durup bize bakıp çekirdek yiyen küçük kız çoktan rüyalar aleminde. Çantasına oturulduğunda deliren bizim cumhuriyet teyzelere benzer kadın da dışarılara bakınıyor. Yağmurda dışarı çıkarttığım kolum ise güneşten kızarmış yanıyor. Sanki hiç yağmur yağmamış gibi kumlaşmış kırmızı Afrika toprağını yarıp yolumuza devam ediyoruz. Belki bir iki yıla buralarda mükemmel asfalt yollar olacak ama dünya zamanıyla 2019 yılında Zanzibar’da durum bu şekilde.
Nungwi ‘ye varıyoruz. Nereden döneceğimizi de öğreniyoruz. Ya da tam nerede bekleyeceksek onu. Küçük bir yerleşim. Sim kart ya da kontör satan yerler ve hijyenin bilinmediği dükkanlar. Orada burada küçücük çocuklar bize bakıp olanca sevimlilikleri ile gülümsüyorlar. Fotoğraf çekmeye çalıştığımda ise şeytan görmüş gibi çığlıklar atarak kaçıyorlar benden. Okumuştum bunu. Bu sevimli çocukların sağlam bir pazarı varmış. Beyaz adam ya da Arap piçler için birileri bu çocukları toplarmış gizlice. Kölelerin adasında kölelik resmen kalkmış olsa da bazı kötülükler silinmiyor. Aileler bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde çocuklarının birilerinin kataloglarına girmesini bu şekilde engelleyebiliyorlar ancak. Bense o iğreti kulübelerin arasında, yağmur suyu mu yoksa yağmurun taşırdığı lağımın suyu mu olduğunu bilemediğim sıvılardan uzak durmaya çalışarak sahile doğru ilerliyorum.
Hindistan cevizi ağaçlarına ulaşılınca temizlik sorunu da tıpkı güneşin acımasız etkisi gibi ortadan kalkıyor. İlerilerde bembeyaz kumsal görünüyor. Beyaz, yeşil ve mavi ve lacivert şeklinde değişen Hint Okyanusu ise anlatılabilir bir manzara değil.
Sahile ulaşıyoruz. Fazla bir kalabalık yok. Sağ omzum hizasında ilerilerde küçücük görünen deniz fenerine dek ilerliyoruz. Yol üzerinde irili ufaklı pek çok tesis var. Geçiyoruz. Balıkçılar tekneleri çekmiş, rengarenk ağlarını kurumaları için beyaz kumlara sermişler. Normalde, yazılanlara göre sahilin en cıvıl cıvıl yeri burası olmalıydı.
Deniz fenerinin hemen yanındaki kafeteryanın dibine kuruluyoruz. Atıyoruz kendimizi okyanusa. Ayağımı bir şey keser, bir şey batar korkumu unuttuğumu fark ediyorum. Ufka doğru bakınınca ileride dalgaların ince bir resifte kırıldığını görüyorum. Arada ufuk – ya da resifler- ile aramdan rengarenk yelkenli yerel tekneler geçiyor. Ben onlara “bu tekneler o dalgalarda nasıl gidiyor?” diye bakarken onlar için benim sudaki bir dal, kıyıdaki ağaçtaki bir yapraktan farkım yok. Geçip gidiyorlar.
Eşim güneşlenmeyi tercih ediyor. Benim kafam şişti. Deniz fenerine doğru gidiyorum. Girişi 10 usd olan bir kaplumbağa bakım hanesi var. Etrafında dolanıp bir açıklıktan hayvanları görüntülüyorum. Bir m çapında devasa kabukları içinde sudan sessizce çıkıp kendilerine uzatılan balıkları yiyorlar. Pek ilgimi çekmiyor. Aralarda dolaşırken makineli tüfekli bir elemana denk geliyorum. Huzursuz oluyorum ama görmemiş, kaale almamış gibi yoluma devam ediyorum.
Sahil boyunca ilerliyorum. Hayalim yosun tarımı yapan kadınları ya da devasa boyuttaki, pastel renkli denizyıldızlarını görebilmek ama denk gelemiyorum. Etrafıma bakınıyorum. Hilton ‘un harika bir yeri var. Burada da yayılabilirmişim. Diğer müşterileri rahatsız etmemek için ses çıkarmazlardı sanırım. Hemen yakınlarında okyanus kıyısında devasa havuzlu, rap kliplerinden fırlamış gibi Amerikanvari bir yer var. İki yüz metre farkla ne mesafeler var. Daha da ileride İstanbul Restaurant. Bizimkiler buraya da el atmış. Fiyatlar ise hemen hemen her yerde aynı ve uçuk değil.
Bir kenarı oturup insanları izliyorum. Masai savaşçılarından oluşan gruplar gezinip insanlara laf atıyorlar. Kollarındaki altın rengi saatler ise bir savaşçının en vazgeçilmez aksesuarı olmalı.
Tam dönüşte koca Zanzibar ‘ın tek yapışkan adamına denk geliyorum. Aklıma gelen – ve gelmeyen – her türlü illegal nesneyi satmaya kararlı. Bense gözaltı torbalarımın beni iyiden iyiye keş gibi gösterdiği için keyifsizim. Zorla da olsa adamdan yakamı kurtarıyorum. Kararlıyım, bu gezide olay çıkarmayacağım.
Eşimin yanına gidiyorum. Tekrar denize gidiyoruz. Harika bir his. Harikulade manzaralar. Yemek işini yandaki restoranda hallediyoruz. Getirilen Kingfish yarımmış. Hay gözünü sevdiğimin Hindistan bolluğu J Yan masada ise yedi, sekiz Alman yeni yetmesi. Aileleri başlarında değil. Bir tane yirmili yaşlarda görünen çocuk var. Diğer hepsi on altı, on yedi yaşlarında ya var ya yok. Ama aileleri bir başlarına göndermiş bu çocukları.
Dört gibi dönüş yoluna geçiyoruz. Çok uzun gelmiyor bu sefer yol. Biraz daha geniş arkalı bir dala dala olduğu için böyle hissetmiş olabiliriz. Yol üzerinde, dün keşfettiğimiz küçük dükkana girip karnımızı doyuruyoruz. Lonely Planet ‘in gözbebeği Lookman nedense bizim gönlümüzü şu zenci çocuğun onda biri kadar kazanamadı.
Çocuğa sipariş verdik. İki pizza ve ketçap. Pizzanıza ketçap sıkıyorsunuz. Kadayıfa ketçap sıkan Slovakyalıları hatırlayıp güldük. Çocuktan kola istedik. Ne olur ne olmaz. Keşif için bakkalları gezip su, kola, ekmek vb fiyatlarını toplamış, uzak durulacak kazıkçı bakkallar ve gariban dostu delikanlı esnafı tespit etmiştim. “Oh, bakkaldan alıp iki katı saplayacak” demiştim çocuğu bakkala doğru giderken gördüğümde. Günahına girmişim. Bakkala gitmiş bakkal fiyatına vermişti kolaları. Ben de bonkörlüğüm ölçüsünde bir bahşiş bırakmıştım. Gerçi parasal değil de “abi şunu döver misin?” dese daha etkin bir davranış sergileyebilirdim.