Sabah erkenden kalkıyoruz. Planımıza göre Alanya Kalesi’ni bitirip merkeze dönecek, ardından arkeoloji müzesi ve Damlataş Mağarası’nı gezip dün akşam keşfe çıktığımız Kleopatra Sahili’nde takılacağız. Yarın tüm gün orada olacağı zaten.
Kim bilir kaç yıl geçti Alanya’ya gelmeyeli. Hatırladıklarım bulanık hayallerden ibaret. Uçsuz bucaksız gibi görünen sahil konusunda yanılmamışım. Ucu bucağı yok gibi.
Alanya Kalesi’ne gitmek için otobüs bulmamız gerekiyor. Kime sorsak adam gibi bir şey diyemedi cevap olarak. Hatta esnaftan biri, “bunca yıldır kaleye ben gitmedim sen İstanbul’dan buna mı geldin” bile dedi. Evet, buna geldik. Bunun içinde otelden epeyce bir yürüyüşten sonra otobüsün geçtiğinin söylendiği durağa yürüdük. Planımız güneşe kalmadan her şeyi bitirmiş olmak. Nihayet bir otobüs geliyor, sanki turist servisi. Neredeyse tamamı yabancı olan yolcularını ve bizi kalenin girişine dek taşıyor, dönüşte de aynı yerden olacak.
İçeri giriyoruz. Nedense kalenin içini daha bakımlı olarak hatırlıyorum. Direkt burçlara gidiyorum. Rivayete göre ölüm mahkumlarına son bir şans verilirmiş burada. Eğer attıkları taş denize ulaşabilirse affedilirlermiş. Tabii ki de bu mümkün olan bir şey değil. Hatırladığım burçların üzerine çıkıp aşağılara baktığımda nasıl da korktuğum. Yıllar öncesinden gelen korkumla yüzleşmek için ailemin tüm itirazlarına rağmen çıktım aynı yere. Bacaklar titremedi değil. Ardımdan aynı şeyi yapmaya çalışan oğlumu ise engelledim.
Kale içi pek çok yıkıntı yapıya da ev sahipliği yapmakta. Dolayısıyla kalenin harikulade bir manzarası dışında pek bir artısı yok gibi. Alanya’nın ne kadar yayılmış bir beton denizi haline dönüştüğünü görebiliyorsunuz. Sanırım Akdeniz’e kıyısı olan diğer Avrupa ülkelerine karşı turizmde pekte başarılı olamamamızın nedeni bu ruhsuz yapılardan oluşan kalabalıklar.
Kalenin iç kesimlerine doğru ilerliyoruz. Artık dolaşan turist yok buralarda. Türkiye’nin en büyük kalelerinden birisi burası. Yüzlerce yıldır epey korunaklı bir tepenin üzerinde yayılıp durmuş. Sayısız sarnıç mevcut. Mecburi bir ihtiyaç sarnıçlar, çünkü iklim nedeniyle hem yağış az hem de sıcaklık had safhada. Tepede de yer altı sularına ulaşabilmek pek mümkün değil. Burada Ehmedek denilen kısma ulaşıyoruz. Aslında burası kalenin Bizans döneminden kalan orta kale kısmı. Buradan deniz saldırılarına müdahale etmek için inşa ettirilmiş olan Kızıl Kule gayet net görünmekte. Buranın altında da tarihi tersaneler yer almakta.
Ardından hemen yakınlarımızda kalan Damlataş Mağarası’na yöneldik. 1948 yılında, liman çalışmaları sırasında tamamen rastlantı eseri keşfedilmiş. Ufak tefek bir yer. Ana girişten tahta merdivenlerle geniş bir hole ulaşıyorsunuz. Buradan ise epeyce karanlık ve bir o kadar da küçük olan bir odacığa geçme imkanınız var. Ana kısmın aydınlatması oldukça iyi olmasına rağmen yukarıda da bahsettiğim gibi odacık neredeyse kapkaranlık.
Mağaranın bu karanlık kısmında genelde astım hastaları duruyor. Yaşlı yaşlı insanların zifiri karanlıkta, bir duvara yaslı halde sessizce ve hareketsiz durmaları ürkütücü geliyor insana. Bunun nedeni mağaranın – tıpkı diğer pek çoğu gibi – astıma iyi gelen bir atmosferi olduğuna inanılması.
Buranın önü artık Kleopatra Plajı. Anadolu kıyısında kim bilir kaç tane Kleopatra Plajı var bilinmez. Ama buradaki sanırım en uzunu. Ben çocukken geldiğimde sahilde balıkçıların kullandığı kulübeler vardı. Zaten neredeyse tüm Anadolu kıyıları ıssızdı. Şimdi ise iğne atacak yer yok. Belki de Alanya’nın ana tatil atraksiyonu bu.