Tüm çok geceli turlarda olduğu gibi gece yarısı Ayvalık ‘a , daha doğrusu Akçay ‘a doğru yola koyulduk.
Sabahın epeyce erken saatlerinde Akçay’daki otelimize giriş yaptık. Normalde sabahın kör saatinde otellere girebilmek mümkün değildir ama şansımız yaver gitti. Otel eski tip. Öyle kart takınca çalışan elektrikler falan yok burada.
Turumuza Ayvalık’tan başlıyoruz. Ayvalık’tan tekne turu ile Cunda Adası ve çevre adalara gidilecek ilk aşamada. İskeleye gidene dek kasabanın zengin bir rum yerleşimi olduğu fark ediliyor. Nasıl olmasın ki uçsuz bucaksız zeytinlikler inanılmaz bir servet bağışlamış Rumlara. Mübadele ile yerli Rumlar Yunanistan‘a göçerken, Midilli ve Girit ‘in Türkleri buraya yerleştirilmiş. Rumlar buralardan giderlerken “nasıl olsa bir gün döneriz, yolda haramiye ,hayduda çaldırmayalım” diye servetlerinin büyük bir kısmını buralarda bırakmış. Kuyulardan, sarnıçlardan, bilumum duvarlardan zamanla küçük hazineler bulunur olmuş. Mübadelede adı geçen hemen hemen her yerde var olan benzeri hikayeler burada da geçerli.
Yunanlılar Aivali derlermiş ama ne demektir bulabilmiş değilim. Biz gidemedik ama etrafı otellerle, pansiyonlarla dolmuş bir Sarmısaklı Plajı var. Onun dışında sahilde pek çok restoran bulunmakta.
Ayvalık ‘ın içinde daha önceden de değindiğim gibi rumlardan kaldığı aşikar pek çok bina var. Şu an Tansaş olarak çalışan eski zeytin yağı fabrikası gibi pek çok yapı uzun bacaları ile dikkat çekmekteler. İskelenin sağındaki eski gümrük binası da görülmeye değer. Vakit olsa Ayvalık sokaklarını arşınlamak vardı .Olmadı. Ama tekne ile kıyıdan açılırken Ayvalık ‘ı seyretmenin tadı apayrı. Kiliseden dönme camisi (hele minaresi), zarif binaları ve Heybeliada’daki değirmenleri hatırlatan gözetleme kuleleri ile bende çocukluğuma ait günlere kısa bir geçiş hissi uyandırdı.
Önce şöyle bir Cunda Adası’na uğradık. Teknede çalışan ihtiyarca bir amca Ayvalık ve civarı için sağlam araştırmalar yapmış. Notlarını gösterdi ama kesinlikle çoğaltmaya yanaşmadı. Verdiği ilginç bilgilerden aklımda kalanları paylaşmaya çalışacağım.
Cunda ‘nın tam karşısında küçük bir adacık var. Üzerinde küçük bir kilise kalıntısı olan bu adanın adı Tavuk Adası. Zamanında rahibelerin kullandığı birde iki yüz küsur odalı manastır vb varmış adada. Daha da ileride bir başka adaya , çakırkeyiflerin kendilerine gelmeleri için bırakılmaları nedeniyle tımarhane adası adı verilmiş.
Ötelerde adlarını unuttuğum iki üç ada daha var. Sağ çaprazda üzerinde bir kule kalıntısının zorlukla seçilebildiği bir ada var. Sanırım Mezomorto paşanın güçlükle sığındığı ada bu. Sağ taraftaki bir adanın ismi Yunanca misk kelimesinden türediği rivayet edilen Moisinos adası. Adanın üzerindeki çiçekler ,kekikler bir kokarmış sormayın. Yüzme molası verilen adanın adı da çok yakalanan bir balık olan medino benzeri bir şey. Ötedeki ada ise Yunan’ın artık. Su çok derin ve her giren çok soğuk olduğunu söyleyince açıkçası girmeye üşendim.
Tekne yolculukları 20 YTL. Buna sınırsız balık ve salata servisi olan yemekte dahil. Yörenin balığı papalina. Fakat mevsimi olmadığında hamsi veriyorlar.
Cunda Adası ‘nda sahilde pek çok kafe bulunmakta. Bir tanesi –ki biz gitmedik ama kardeşim gitmiş- ince borulara açılan küçük deliklerden su damlacıkları fışkırtarak serinlik sağlamakta. Dondurmacılar genelde sakızlı dondurma satmaktalar. Çeşit çok. Ayrıca 2 YTL ‘ye karadut suyu içebiliyorsunuz ki değişik bir lezzet.
Oturmaktan sıkılarak kendimi sokaklara attım. Yaklaşık altı tane değirmen yada kule benzeri yapı var. Adanın tepesine giden yolların hepsini düzensizce ama merakla bir istila ordusunun yağmacı askerleri gibi bir anlayışla gezdim. Burada da Taksiyarhis kilisesinin etrafında epey güzelce rum evleri görebiliyorsunuz. Bazı evlerde mimarlarının (belki de ev sahiplerinin) ad ve soyadlarının ilk harflerinin kazındığı işaretlerden burada da var. Bir nevi aidiyet duygusunun yansımaları bunlar. Başta kiliseden bahsedelim. 1873 yapılı ,küçük kubbeli son dönem Rum kiliselerinin tipik bir örneği. Avlusuna giriş yapılan kapının solunda ,yol kenarında bir çeşme vardı ama tüm susuzluğum a rağmen içmeye cesaret edemedim. Suyun içilip içilmediğini sorup da yanıt alamadığım ihtiyarında bir etkisi olmuş olmalı bunda. Hali hazırda tamirat görmekte ve içinden çıkan türlü ikona vb de ağırlıklı olarak Bursa Arkeoloji Müzesi’nde. Kaçakta olsa girecek bir delik falan aradım ama bulamayınca yine Arnavut kaldırımı sokaklara yöneldim. Tepedeki şapel ve değirmene gelmeden sağda bir kilise ve birde şapel kalıntısı çıkıyor. Kilisenin sadece apsis duvarı sağlam; şapelin ise bir duvarı yıkık ama içlerinin viran olduğunu söylemem gereksiz.
Tepede, bir değirmen ve buna yaslanan bir şapel görülmekte demiştim. İçine girdim. Türlü ıvır zıvır ,bir iki sütun başlığı ile bahçesi süslenmiş. Kulenin içine girdim ama üst kata çıkılmamasını ikaz eden bir yazıyı görünce üstelemedim.
Buradan ayvalık sahilini takip ederek Şeytan Sofrası‘nda gün batımı izlemeye gittik. Önce ülkenin ilk boğaz köprüsü olduğu iddia edilen kısa bir köprüden ilerleyerek adı Soğan adası, lale adası ve dolap adası olan bir adaya oradan da sevgi yolu denilen daracık bir yoldan anakaraya ulaşılıyor.
Gün doğumu ve batımı işin esprisi .Ama koya tamamen hakim bu noktadan bu saatlerde gözlem yapmak başka bir haz. Tabii ki bu güzelliği baltalayan bir kaç sene önce bölgenin atlattığı yangın olmuş. Gerçekten de tepeden bakıldığında açısı iyice azalan güneşin gittikçe turuncuya dönüşen ışıkları kelleşmiş tepelere yansıyor. Neyse tekrar güzelliklere dönelim.
Şeytan Sofrası ‘na ulaşmak için küçük bir tuz gölünü solunuzda denizi sağınızda bırakarak bir tepeye çıkıyorsunuz. Reklamı iyi yapıldığından mı , manzarası iyi olduğundan mı yoksa her iki nedenden mi bilinmez oldukça kalabalık bir mekan. Almancı yoğunluklu kalabalığı aşarak şeytanın ayak izine ulaşmak epeyce sorunlu.
Şeytan sofrası dedikleri yer demir bir kafesin içerisinde korumaya alınmış bir kayanın üzerindeki şekilsiz bir yarık. Efsanesine göre şeytan bir ayağı burada diğer ayağı karşı tepede dururmuş. Dururmuş da bir Allah’ın kulu çıkıp da bu şeytanın ayaklarında ciddi sorun varmış , o bacaklara bu ayak pek bir minyatür kaçıyor dememiş. Bir başka rivayeti de ki bence ilki kadar palavra olmalı, buraya çıkan çobanlar buranın manzarasından etkilenerek durumu muhtara haber vermişler. Muhtarda bakıp bu güzelliği görünce, bu güzellikten bihaber tek bir Allah’ın kulu kalmasın ama bunu nasıl yapalım derdine düşmüşken bu taşı oyup bu söylentiyi yaymış. Bence işin gerçek yanı ayak izi olduğu söylenen çukurun içine para atan zihniyet. Onca yer dolaştım, türlü geleneği izledim, gözledim. Ama şeytandan ne dilek dilenir anlayabilmiş değilim. Hatta bana bunu soran bir arkadaşa da parayı atanların satanist olabileceklerini de söyleyerek günü kapadım.
Ama yine de buranın manzarası, gün batımında bürünülen renkler seyredilmeye değer. Kolay ayrılmak pek mümkün değil.
Ayrıca bu tepe ile yakınında üzerinde verici olan bir tepe (hiç dikkat etmemişim ) aynı yükseklikte imiş. Fakat bu tepelerden hangisinden diğerine bakarsanız bakın diğeri daha alçakta görülürmüş. Buna tavşan kulağı denmekte ve buna benzer değişik varyasyonlarda coğrafi kural dışılıklar mevcut. Benim dikkatimi sadece yanan ağaçların olduğu bölgedeki kalıntı benzeri taş yapı çekti.