Planlarımın içine nasıl dahil oldu bilmiyorum ama bir ara çıkardığım rota ve buna mukabilen bulduğum uçak bileti ile ailecek Tunus ‘a kapağı attık.
Tunus bize de Yunanistan’a da vize uygulamadığından kolaylıkla ülkeye giriş yaptık. Havalimanından merkeze gitmek mesele gibi görünse de anlaştığımız taksi öyle bir fiyat verdi ki bu coğrafyada taksi rahatlıkla kullanılır bir araç olarak aklımıza yerleşiverdi. (dürüst şoförler olduğu sürece)
İşler çabuk bittiğinden az biraz zamanımız var merkezde dolanmaya. Merkez dediğime bakmayın tren istasyonu ve çevresinde. Ama öncelikle Susa (Sousse) ‘ya gideceğimiz trenin biletlerini almalı ve öncesinde de para işlerini halletmeliyiz. Bunun için tren istasyonuna girerken uzaklardan adımın çağrıldığını duydum ama Allahın Tunus’unda pek olası görmedim. Oğlan,”baba biri sana sesleniyor” dediğinde durup arkama baktım. Can Abi ve eşi bir tanıdıklarıyla bizden bir gün önce gelmiş bana saydırmakla meşgul. Dün gece acayip bir yağmur yağdığından bahsediyor. Dediğinin kanıtı olarak yerlerde halen su birikintileri var.
Oturduğumuz kahvedeki tek yabancılar bizleriz ama insanların meraklı bakışları dışında bir etkileri yok bize. Arada kahveleri getiren görevliye “eyvallah” falan dediğimizde de az şaşırmadı değil.
Zaman geldi. Can Abilerden ayrılıp trenimize yöneldik. Onlar Kayruvan ‘a dek gidecekler.
Başlangıçta ilginç gelen ama kısa sürede tekdüzeleşen bir yolculuktan sonra Susa ‘ya vardık. Şehrin gayet otantik bir medinası (sur içi kenti) ve uzunca bir kumsaldan oluşan bir sahili var.
İndik. Taksi tutmak yerine otele kadar yürüdük. Çok fazla yürümeden (yine de bir km yürümüşüzdür ) otele vardık. Otelimiz şehrin janti sahillerinden Ebu Cafer’de (Boujaffar). Mekan denize sıfır. Ama odanın kalitesi de sıfırdan çok yüksek değil. Biraz klimanın serinliğinde dinlenip camdan dışarı seyrettik. Sahilde çiftler, gruplar yürüyüp duruyorlar. Denize giren kimse yok. Balıkçılar var ama bir şey yakalayanını görmedik.
Yolda yürürken turist trenlerinden birine denk geldik. Az bir paraya kuzeydeki El Kanturi ‘ye dek gidiyormuş. Vakit geçer dedik atladık. Yolun sağını yani sahil kısmını tatil köyleri kapatmış, öteki taraf ise kısmen vahşi bir yabanıllık içinde. Kimi zaman bizim Silivri’nin çok çok eski günlerindeki gibi dükkanlar bu manzarayı bölüyor. Ufka uzanan devasa genişlikteki kupkuru nehir yatakları da bir başka muamma. Gerçi kuzeye doğru o ufuklar kara bulutlarla dolmaya başladı bile.
Kanturi ‘de inip gezeriz demiştik ama bu bulutlar pek sevgi ile yüklü gelmedi gözümüze. Geldiğimiz araç ile dönmeye karar verdik. Aslında biniş biletiniz ile istediğiniz turist trenini kullanarak dönebiliyorsunuz. Dönüş yolunu yarılamamıştık ki gök gürlemeye başladı. Öyle bir yağmur gökten indi ki anlatamam. İkinci vagonun en önündeydik. Rüzgar nedeniyle nefes almakta zorlandığımız anlar bile oldu. Su yükselip araç tabanına dek ulaştı. Ben oğlanı korumak için rüzgara sırtıma dönüp kendimi kendimce siper ettim ona. Su o denli hızla yükseldi ki şuurlu düşünemez oldum. Bir şey yapamadan araç içinde çakılı kaldık. Donuma kadar ıslandım. Bir ara her şey bitti dedim.
Ansızın yağmur kesildi. Araç ilerlemeye başladı. O kupkuru nehir yatağı çılgınca akan bir su ile dolmuş tamamen. Bir ton ıvır zıvırın yanı sıra bir iki koyun da suya kapılmış çoktan.
Son durakta indik. Bizim oralar batmış bile. Lağım olduğunu sandığım bir sıvı tüm rengini sokaklara vermiş. Hasta olmayız inşallah diyerek odaya çıktık. Telefon denize düşmüş gibi çoktan kapanmış, kenarından tutunca içinden su akıyor. Cüzdan vıcık vıcık su. Paralar birbirine yapışmış. Adeta ameliyat yapmak gerekiyor paraları
birbirlerinden ayırabilmek için. Yıldız iyi ama oğlan titriyor. Ben bir de uzun vadeli bir şeyler kapmamışızdır diye içimden geçiriyorum. Ama susuyorum, korkularımı kimseyle paylaşmıyorum.