Erkenden kalktık. Taksiye atlayıp dolmuş duraklarının olduğu yere geldik. Bizi şaşırtmayacak şekilde bir karmaşa hakim buraya. Fakat şaşırtan şey, medeni batılının menfaati söz konusu olduğunda genlerinde saklı barbarı sakınmadan bu tip coğrafyalılarda ortaya çıkarıyor oluşu. Zaten sıra yok. Ama adamlar sıra olmayınca Arapları aratmayan bir yabanilikle araçlara dalıyorlar.
Hangi otobüs nereye gidiyor yada nereden kalkıyor? Bu sorular cevapsız gibi. Tam bir keşmekeş. Soru soruyoruz yanıt yok. Gençler bize başka bir gezegenden gelmişiz gibi bakıyor. Neyse ki yaşlıca bir Avrupalı kadın bize bir minibüsten sesleniyor ve Kayruvan operasyonu başlıyor.
Yolun solunda yani güneyde uzanan Seydi El Hani Tuzlası devasa göründü gözüme. Fakir mekanlardan geçiyoruz. Kimi zaman tüm bu fakirliğe taban tabana zıt kalan mekanlardan da geçmiyor değiliz. Ama görünen o ki derin bir fakirlik ülkeye işlemiş durumda ve sahilin turizm gelirlerinden buralara yansıyan pek bir şey de yok.
Kayruvan, İslamın Magripteki ilk köprü başı olarak anılıyor. Gerçi kurulan ilk Arap yerleşimi kısa sürede Berberilerce yok edilse de 694 ‘te Araplar şehri yeniden organize ederler. Bu şehrin de kuruluş hikayesi neredeyse tüm çöl şehirleri gibi kuyularla ilişkili. Efsaneye göre Okba ibn Nafaa çölde ilerlerken atı kumlarda yatan altın bir kadehe takılır. (gobleti kadeh olarak çevirdim, başka anlamı varsa metni değiştiririm.) Bu kadeh birkaç sene önce Mekke’de kaybolmuştur. Atından inip kadehi alır ve kadehin yerinde su çıkmaya başlar. Hemen buraya bir kuyu açılır ve Okba ibn Nafaa garnizonunu buraya kurar ve Arapça karargah anlamına gelen “kayravan” adını verir.
Otobüs bizi Seydi Sahabe Zaviyesinde (zaviya sidi sahab) indiriyor. İndiriyor çünkü bu adama milyon kere şehrin girişinde bir yerde bizi indir demiştim. Fakat bu arkadaş sanki bir kez bile bir şey dememişim gibi gaza basıp Kayruvan Medinası’nın epey uzağındaki bu zaviyede ben bağırınca indirdi gülerek.
Burası peygamberimizin sahabelerinden Ebu Zama el Belevi ‘nin de kabrinin olduğu mübarek bir mekan. Bu sahabe “berber” olarakta anılırmış halk arasında. Çünkü peygamberimizin üç sakal telini her daim yanında taşırmış. Bizimkiler buraya bir fundık (hacılar için bir nevi otel) ve bir de medrese eklemişler. Fakat sahabenin lakabından dolayı “Berberin Camii” diye de anılıyor.
Gelmişken girelim dedik. Erken bir saatte sağlam bir güneşin altında içeri girmek için epeyce bir kalabalık beklemekte. Normalde müslüman olmayanların girmesi yasakmış. Yıldız sıramız gelince kafasını kapattı, biz de baba oğul besmele ile içeri girince bize uzaylı gibi bakan yerli Araplar dumura uğradı. Bir de bahşiş koparmaya gelen Arabın elini “selamın aleyküm ya habibi” ile tutunca bize bulaşmayı bıraktılar ama uzaktan bakmaya devam ettiler.
Kayruvan İslam ‘ın en önemli merkezlerinden birisi. Buralılara göre Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra en önemli dördüncü merkez olarak kabul ediliyor. Şehrin kalbi Ulu Camii ve buradan oraya ulaşabilmek için epeyce taban tepeceğiz.
Bir meydana ulaşıp bir şeyler içiyoruz. Unutmadan, bu meydana ulaşabilmek için kat etmeniz gereken caddedeki en güzel bina Osmanlı Paşasının günümüzde müze olan köşkü. Durup soluklandığımız yer kahve gibi bir yer. Herkesin kendi halinde olduğu bir yer burası.
Yola devam… Aldığımız şeker ile birkaç gün yürürüz herhalde. Ana caddeden ayrılıp sağa sola giriyor ve en iyi yaptığımız şeyi burada da yapıp kayboluyoruz. Medinanın sur kapılarına ulaştık, duvar dibinde ilerliyoruz. Görüntü olarak Rabat ‘ın banliyösü Sale ‘yi andıran bir yerdeyiz ama o mekanın insanı gibi tekinsiz ve karanlık tek bir yüze dahi denk gelmeden Ulu Cami ‘ye ulaşıyoruz.
Ulu Camii, kum taşından tuğlalarla inşa edilmiş ve büyük payandalarla desteklenen kalın duvarları ile camiden çok bir kışlayı daha doğrusu yöresel deyimiyle büyücek bir ribatı andırıyor. Bir yüksek minaremsi kulesi ve tam karşısındaki küçük yükseltisiyle dikdörtgen bir yapı burası.
İçeriye Roma sütunlarının arasında yer alan bir kapıdan geçerek ulaşıyorsunuz. Bilet sormak için gelen görevli gençlere selam veriyoruz. Nereli olduğumuzu sorduklarında da Türk olduğumuzu belirtiyoruz. Gençler ekstradan para koparabilmek için türlü şeyler yapsa da çoğunu savuşturuyoruz. Ama biri gayet ısrarcı. Konuşuyoruz, Fransa’da işletme yönetimi okumuş. Memleketine dönmüş ama iş yokmuş ve son zamanlarda ülkeye turistte gelmez olmuş. Gelenlerde tur ile geldiklerinden imkanlar iyice kısıtlıymış.
Neyse, cami yapı olarak Suriye’deki ulu camilerin benzeri bir şekilde yapılmış. Yani küçük kapalı alanlar ve devasa avlular şeklinde temel olarak. Çok sayıda devşirme sütun ve sütun başlığı burada da kullanılmış.
Israrcı arkadaş bizi dışarıda bir yere götürdü. Dediğine göre burada manzara daha güzelmiş. Gerçekten de bizi götürdüğü dükkanın terasından ulu camiyi net olarak görebilmek mümkündü, birkaç fotoğraf çektim ama dükkanda ilgimi çekebilecek hiçbir şey yoktu. Zaten genelde para ödemem gereken şeylere pek bir ilgim yoktur. Ama eşimin ısrarıyla çocuğa bir 5 dinar verip bayramını da kutladım. Sevinçten hoplaya zıplaya gitti.
Günün yarısına yakını gitti. Dönüş yoluna düştük. Şehrin modern kesimleri diyebileceğimiz kesimlerdeyiz ama pejmürdelik her yerde. Fakir olunabilir, ahmak olunabilir, eyvallah ama bu gördüklerimin hiçbir açıklaması olmaz.
Kurban bayramı olduğunun göstergesi olarak kesik parçalar her yerde. Yani işkembesini, şusunu busunu almadığın yerini koy torbaya değil mi? Yok, Arap almış atmış kenarı. Mesela kurbanın en meşakkatli işlerinden birisi kurbanın kafasını temizlemek, derisini yüzmektir değil mi? Arap buna da çözüm bulmuş. Kafayı ateşe tutup tüyleri yakıyor ve elleriyle ovalayarak temizliyor. Şehrin bu mahallelerinin nasıl koktuğunu hayal edebilirsiniz.
Yol üzerinde gördüğümüz kalabalık ve nispeten derli toplu bir lokantada oturduk. Arapça ve Fransızcadan müteşekkil menüden bir şey anlamadığımız için garsona milletin tabaklarındaki, yediği şeyi işaret edip ülkenin fanta çakması içeceği Boga ‘dan sipariş ettik.
Geldiğimiz yolu bu kez eski bir Mercedes içinde ışık hızını zorlayarak döndük ve hedefi Monastir kentine yönelttik.
Monastır Susa ‘nın bir banliyösü sanırım. Çünkü içi öğrencilerle dolu körüklü bir belediye otobüsü ile yola koyulduk. Bayramın ikinci günü ama okullar açık. Ya da en azından belirli okullar açık gibi.
Otobüs durağından bir km kadar yürüyerek turistik bölgeye ulaşıyoruz. Monastır bir Fenike kolonisi olarak kurulmuş. En önemli özelliği Tunus ‘u bugünkü medeniyet seviyesin eriştiren Habib Burgiba ‘nın doğum yeri olması. –Ayrıca anıt mezarı da burada-
İlk hedefimiz Ribat. İyi restore edilmiş, sağlam bir kale. Heybetli bir şekilde denizi bekliyor. Sahil ise huzurlu ve zevkli bir şekilde yürüyüp vakit geçirebileceğiniz bir limana ve palmiyelerin gölgelendirdiği bir gezi yoluna sahip. Tabii biz ribatın duvarlarının dibinde gölgede nefes almaya çalışıyoruz.
Medinaya dalıyoruz tekrar. Buranın medinasına yabancı eli değmiş kesinlikle. Ta otobüs durağından sahile kadar uzanan “Hürriyet Caddesi” medina ortasında tıpkı İtalyan korzoları gibi yuvarlak bir meydana dönüşüyor ve bu çemberin çevresi Avrupai binalarla sarılı oluyor. Bu binalar da zaten genelde restoranlar var. Şehrin kuskus ‘u meşhur ve bunu burada LP Tunus Al Hambra restoranında önerdiği için burada denedik.
Uzunca bir bekleme süresinin ardından kus kus geldi. Tunus ortalamasına göre gayet yüksek bir fiyata ortalama bir tat ve görünüme sahip göründü bana. Gene de denemiş olduk.
Medinanın ara sokaklarına girip çıktık. Göz iyice alıştı artık Tunus ‘un turistik şehirlerine ve onların medinalarına. Kısa sürede bizi Susaya götürecek dolmuşların oraya gittik ve dönüşe geçtik.
Yarın itibariyle Tunus’a gelen turların pek uğramadığı Sfaksis ve daha da güneyine gitmek için Susa’dan ayrılıyor olacağız. Sfaksis ‘in güneyi özellikle Cerbe Adası tam bir bilinmezlik. Ama onların izinden gidip anıları kovalayarak mezarlarına dua etmeye gelen torunları için tüm olası belaları bertaraf edeceklerinden eminim.