Sabah kahvaltımızı yaptık. Zenci garsonumuzdan da ayrılma vakti. Şu kısa süreli kalışımızdan sonra vardığımız düşünceye göre bu yaşlı garson bu otele birkaç gömlek fazla.
Tren istasyonuna ulaştık. Yarım saate trenimiz gelecek. Tabii, bir Arap ülkesinde zamanında gelmesi gereken bir tren tarifede belirtilen saatte gelmeyebilir. Mesela bizim tren gelmesi gereken saatten üç saat sonra geldi.
Planımıza göre yol üzerindeki El Cem ‘e uğrayacak ve amfitiyatroyu gezip yolumuza devam edecektik. Ardından da ver elini Sfaksis. Ama bu üç saatlik gecikme sonucunda Sfaksis ‘i ne kadar gezeriz sorusu gündeme geldi. Kısa bir aile toplantısı sonucunda El Cem ‘i eledik. Neyse ki tren El Cem ‘e vardığında uzaklardan da olsa amfitiyatronun Roma’daki kolezyumu andıran gövdesini kısmen de olsa görebiliyoruz. Trene binen yaşlı bir çift ile laflıyoruz. Pek bir kaybımız olmadığını söylüyorlar. “Uzaktan ne gördüysen o” dediklerine göre…
Başkentten gelen otobüs Susaya neden gecikmeli geldi anlamak zor değil. Bu yavaşlık devam ediyor yol boyu. Ve rezaletin daniskası bir şekilde varmamız gereken saatten 5 buçuk saat sonra Sfaksis’in (Sfax) ana tren istasyonuna iniyoruz.
Kısa sürede oteldeyiz. Otelin dış görünüşü, resepsiyonu doğru yerdeyiz dedirtiyor ama odaya çıkınca böyle berbat bir yerle karşılaşacağımı ummuyordum. LP o kadar da pompalamış burayı. Eşyaları bırakıp sokağa atladık.
Medinanın surlarını görene dek ilerliyoruz. Gayet heybetli, bir o kadar da bakımlı duvarlara denk gelince aklımız başımıza geliyor. Kolay gezilecek bir yer değil. O nedenle tekrar yolu dönüp derli toplu bir yerde bir şeyler atıştırıyoruz. Fiyatlar sağlam düştü burada. Devasa ama lezzet cücesi birer hamburgeri lüplettikten sonra tekrar surlara yöneliyoruz.
Sfaksis eski bir Roma kenti. Alışılagelenden farklı olarak bu kez Sicilya’dan gelen Normanlar şehri Araplardan almış. Araplar şehri geri almış ama bu kez uzun süreliğine İspanyollar gelmiş buraya. Ardından Barbaros Kardeşler devreye gelip temizlemişler burayı İspanyollardan.
Türk Korsanları’nın önemli üslerinden birisi olmuş ama 1785 ‘te Venedik donanması işgale gelmiş. Geldikleri gibi de dönüvermişler kısa sürede. 1881 ‘e dek bizim olan toprakları Fransızlar işgal etmiş.
Medinanın üç kapılı ana girişinden içeriye dalıyoruz. İki husus hemen dikkatimizi çekiyor. İlki burasını gezmek için epeyce geç gelmişiz ki insanlar kalabalıklar halinde bizim tersimiz yönünde hareket edip sur dışına çıkıyorlar. Motosikletler zaten serdengeçti bir şekilde hareket ediyorlar.
Vaktinde gelseydik epey eğlenceli olabilirmiş. Neredeyse kapanmış dükkanlar ve toplanmış tezgahların arasında yerlere dökülen meyve sebzeyi toplayan insanların zamanı artık. Kimsenin bizimle ilgilendiği de yok. Kendi halimizde takılıyoruz. Balık pazarı yıkanmış ama koku hala ben buradayım diyor. Elimizde LP ‘nin haritası ile sokaklara girip girip çıkıyoruz. Yaşamı izleyemesek de fotoğraf çekebildik bol bol.
Dönüşte Avrupai bir markete girip epeyce bir alışveriş yapıp otele döndük ama içim içimi yiyor. Cerbe bambaşka bir yer ve gideni az. Otobüs saatleri belirsiz ve herkes ayrı bir şeyler yazmış. Yarın bir sürprizle karşılaşmamak için üşenmiyor ve otobüs terminaline yollanıyorum.
Mesafe az değil ve havada kararmak üzere. Şehrin janti caddesinin sonuna gelip sağa dönüyorum ve manzara değişiyor. Bir müddet daha yürüyüp bir sol yapıyorum insanların önerilerini dinleyerek. LP kendi uydurmuş buralarda da. Ettiğim küfrün haddi hesabı yok.
Sonunda otobüs terminaline ulaşıyorum ama kapı duvar. Meğer akşamları kapanıyormuş. Yanıma yanaşan yarı deli, yarı veli bir arkadaşın anlattıklarından çıkardım bunu. Neyse ki sabah 8 ve 9 ‘da iki sefer var. Sekiz iyidir diyerek dönüyorum. Artık hava çoktan karardı ve buralarda aydınlatma yok. Tunuslular için far lüzumlu bir şey değil gibi . Neyse ki şehrin çöpleri yol kenarlarında toplanıp yakıldığı için bir nevi aydınlatma sağlanmış ama yanmış plastik kokusu şehrin gecesinin hakimi.
Bu arada, anlıyorum ki yarın bu yol yürünmez. Taksilere
esiriz.