Sabah erkenden kalktık. Zaten sokağın kokusu odanın içine girmiş durumda. Ama havalandırmayı çalıştırmasaydık eriyip asıl biz karışacaktık havaya. Marketten aldıklarımızla otelin kahvaltısı bir şekle büründü ve otelden ayrıldık. Şansa düzgün bir taksiciye de denk geldik ve kısa sürede otobüs terminaline vardık.
Sekizde kalkması gereken otobüs artık yokmuş. Ama dokuzdaki kesinmiş. Ama onun da zamanında kalkacağı belli değil. Net olan tek şey bugün Cerbe Adası’na bir otobüsün gideceği…
Terminalin içinde ama camların hemen dibinde, gelen her otobüsü Cerbe’ ye giden otobüsmüş gibi ümitle beklemeye koyuldum. Bu sırada terminalin bahçesine dört, beş tane devasa köpek – belki de başka bir mahlukat, çünkü sıradan sokak köpeğine göre pek bir kaslılardı- gelip oynaşmaya başladılar. Uzaktaki tuvaletten çıkan yaşlı kadına da saldırıp kadını yere çaldıklarında da taksiciler araçlarıyla kadının yardımına koşup araçlarından inmeden hayvanları uzaklaştırdılar. İyi ki gecenin karanlığında bu hayvanlara denk gelmemişim diye sevindim kendi kendime.
Sonunda saat onu geçerken otobüs geldi. Bu araç kimine göre 6 buçuk kimine göre sekiz saat süren yolculuğumuzda bizi taşıyacak. Makedonya’daki, Ohri – Manastır arası çalışan otobüslerin biraz daha büyüğü. Ama başka bir artısı da yoktur.
Şoförle konuştum havadan sudan. Zamanında Arabistan’da çalışırken en iyi arkadaşı bir Türkmüş. Sağ olsun her mola yerinde kahveler, yiyecekler ısmarladı. O Türk arkadaşı her kimse çok iyilikler yapmış, bu yaptıkları hiçmiş. Hatta, adaya varırken telefonunu da verdi ve “bir terslik olursa saati düşünmeden ara” dedi. Şimdi, geçmiş zaman bu şoför abimizin adı hatırımda bile değil ama tekrardan “Allah razı olsun” dedirtiyor.
Yolculuk da, yolcular da ilginç tiplerdi. Mesela birkaç kişi ile başlayan seyahatimizde otobüs hınca hınç doldu ve Yıldız Mete’yi kucağına aldığı gibi ben de ihtiyar bir kadına yer bile verdim. Başta oturan olmadı. Alışmamışlar böyle bir şeye, beyaz birinin bir iyilik yapabileceğine dair. Koltuğa itekledim kadını.
Bir başka not daha. Güneye indikçe tipler epeyce esmerleşiyor, yüz şekilleri değişiyor.
Bir de yol üzerindeki mola yerleri alabildiğine sıkıntılı. Gene de tuvaletlerin dehşetengiz görüntüsünü görmezden gelirseniz rahatlayabilir hatta yiyecek, içecek sorunlarınızı da çözebilirsiniz. Diyelim susadınız ama yanınızda su yok. Dert değil. Kimi zaman bir vatan evladı çıkıp içtiği suyu otobüsteki diğer insanlara da teklif edebiliyor. Misal ben, normal ötesi terleyen birisi olarak otobüste hafiften eridiğimden ve üstüne üstlük Müslüman bir beyaz olarak otobüs halkının ikramlarının ilgi odağı oldum. Adamlar neyse ki Suriye’dekiler gibi şişeyi emerek su içmiyorlar. Şişeyi ağızlarına değdirmeksizin içindeki suyu ağızlarına döküyorlar. Tabii bu atraksiyon benim gibi yetenek fakiri biri için oldukça komplike. Neyse ki Mete ikram vesairi affetmediği için züppe beyaz imajımız olmuyor insanlarda…
Ada göründü sonunda… Upuzun bir köprüyü aşmamız gerekiyor. Ben şoför koltuğundayım. Ada girişinde askerler denetim yapıyor. Turistlere dokunan, bakan yok. Zaten askerlerle bayramlaşıyorum ben.
Cerbe Adası’ndayız. Otobüs terminalinde araçtan inerken şoför abimiz gerekirse aramamızı tembihliyor gene. Bu iyi niyetli, temiz adamla helalleşip ayrılıyoruz.
Adanın merkezindeyiz. Yabancıların forumlarında yazılanlara göre bizim otelin olduğu Midun kısmına taksiler çok yazıyormuş. Adada işleyen otobüs hatları var, hatta binen insanlar da var ama kontak kurmak mümkün değil. Sesleniyorum, İngilizce konuşan yok. Selamın aleyküm dediğinizde ilk defa beyaz birisinden bu sözü duymuş gibi kalıveriyorlar. Seçim şansımız yok taksiye bineceğiz.
Amerikalı’ nın teki buradan yani adanın merkezi Houmt Souk’tan bizim oteller bölgesine 18 dolara gitmiş. On dolardan az para ödeyen yok. Tuttuğum taksici bizim bavullara öyle bir atıldı ki parayı alırken bana da atlayacak böyle diye düşünmedim değil. Taksimetre beş dolardan az bir paraya denk gelecek şekilde bir şey tuttu. Bahşiş bile bıraktım.
Otel büyükçe bir Fransız tatil köyü. Sezon sonu gibi bir şeye denk geldiğimiz için fiyatları yerlerde ve pek bir insan da yok. Birkaç zengin Libyalı aile var sadece ki bu ülkede savaş varsa bunlar nasıl geziyor dedirtecek şekilde bir lüks içinde yüzüyorlar. On iki yaşındaki çocuklarının İngilizcesi benden fersah fersah ileride. Mete ile İngilizce pek konuşamayınca Almanca konuşmaya çalışıyor bizimkiyle. Çocuğa bir iki Almanca zarf atıyorum ama çocuğun Almanca da maşallah.
Neyse ki çocukları baba oğul masa tenisinde paketliyoruz da ülkemizin bayrağını, gururunu ayakta tutuyoruz.