Dün sabahtan sonra benim kıl adamı göremedim. Tabii ki ne ayaktır diye sordum. Arkadaş Fransa’da okumuş, biraz üst bir insandır. Personelden de seven yok anladığım kadarıyla.
Dünkü muhabbetten sonra personel ile aramız on numara. Keyfimiz gıcır. Taksi çağırtıyoruz bizi merkeze götürmesi için. İlk durağımız günümüzde otoparkın içinde kalan bir anıt. Turgut Reis adayı aldığında burada İspanya’ nın en saygın şövalyeleri ve askerleri vardır. Turgut Reis ve Piyale Paşa’nın adamları ise gazayı özümsemiş yiğitlerdir. 1560 ‘da Cerbe Savaşı’ nın ardından askerler adaya çıkıp kaleleri basarlar ve en kuvvetli mevkide toplam 6000 İspanyol’un işini bitirirler. Rivayete göre, Turgut Reis başkaları yoluna çıkmasın, işine karışmasın diye kafalardan bir kule yapmış bu noktada. 1848 ‘e dek bu kule burada durmuş. Yandaki gravürden de görebileceğiniz gibi .
Dediğim gibi günümüzde, otoparkın ortasında, etrafında otların büyüdüğü sahipsiz bir taş var burada. Tunuslular tüm Kuzey Afrikalılar gibi güce dönük bir itaat yöntemi benimsemişler. İspanyollar ve Barbaros Kardeşler itişirken bizim korsan biraderleri biraz önemsemeden İspanyol kralına destek vermişler. Arap anlayışına göre yürümemiş işler tabii. Sayı ve para gerçek anlamda Türklük şuurunun karşısında yani yürek ve bilek gücünün akıl potasında eridiği yerlerde hep kaybetmiş. Barbaros Kardeşler imkansızlıklar, defalarca arkadan vurulma gibi tüm olumsuzluklara karşın yiğitleriyle beraber buralarda İslam ve Türklük için vuruşmuşlar.
Gün gelmiş, yöneten Arap İspanyolların ne tek başlarına ne de başka devletlerle beraber bile gelseler Türk’ü buradan çıkaramayacağını anlayıp durumu kabullenmişler. Türk korsanları ise ganimetleri buralara yığmışlar. Öyle ki iki unsur buralarda bollaşmış. Ahşap ve güvenlik.
Gelen Türkler de bu topraklarda yerli halkla kaynaşmış ve ne yazık ki onların içinde de eriyip kaybolmuş. Sfaksis çarşısında bir saatçi dükkanına denk geldim. “El İzmiri…”Dükkan sahibinin adı camekanın üzerinde bu şekilde yazıyordu. Girdim selam verip.
İzmirden gelmiş ataları. Bunu biliyormuş adam. Türkçe kelime dahi yok adamda. Ama İzmir hala mevcut ismen. Gene küfrettim adamın dükkanından çıkarken. Hem de en sunturlusundan. Canım ülkem ite kopuğa çuval çuval para dökerken (Arnavut Hakan Şükür ve hempalarına) buralarda namı yürüsün diye parmağını kımıldatmamakta. (Türkiye’ye dönünce bildiğim kuruluşlar ile etkili tanıdıklar vasıtasıyla durumu paylaştım. TİKA, 1560 yılında şehit olan askerlerin kabirlerinin olduğu bir alanı şehitlik olarak düzenleyerek korumaya almış.)
Neyse anıtın birkaç yüz metre doğusunda kalan Gazi Mustafa Kalesi’ne gittik. Kaleyi Aragonlar yapmış bir Arap ribatının temelleri üzerinde. Turgut Reis tabiri yerinde ise burayı süpürmüş.
Piyale Paşa’nın 12000 askeri kaleyi iki aydan uzun süre kuşatmış.
Sonrası zafer…
Kaleyi gezerken şunu da öğrendim. Çok sayıda kafasız heykel burada da vardı. Meğer eski tip toplarda bu kafalar gülle niyetine epeyce iş görürmüş. Kafayı kırıp az bir yuvarlama ile topun ağzına koymanız yeterli oluyormuş. Kırış sırasında ortaya çıkan parçacıklar ise mancınıkların cephanesi oluyor haliyle.
Bu güneşin altında kavrulan topraklara Barbaros Kardeşler 1503 ‘te yerleşmişler. 1520 ‘ye dek İspanyollar, Cenevizliler defalarca geri almaya çalışmışlar. Sadece Barbaros Kardeşler değil diğer korsanlardan Kurtoğlu da adanın savunmasını yapmış. İspanyollardan sonra adayı Turgut Reis tekrar alıp üs olarak kullanmaya başlar.
Yıllardan 1550. Büyük bir Haçlı donanması Türk üslerinden Mehdiyye ‘yi kuşatır. Şehri ele geçirdiklerinde ilk iş, neredeyse tamamı Türk olan savunucuları yok etmek olur. Bu arada Turgut Reis ise donanması ile İtalyan sahillerini basmakta, buradan gelecek desteği engellemektedir. Ama İspanyadan destek gelir bu kez ve Haçlı donanması Cerbe’ye yönelir. Bu esnada Turgut Reiste donanmasının küçük bir kısmı ile adadadır.
Öteki tarafta ise ezeli düşman Andre Doria vardır. Ya direkt bir atak yapacaktır ama bu maliyetli olabilir, çünkü daha gemileri görür görmez Türk tarafı gayet savurgan bir şekilde top atışına başlamıştır. ( Gerçekte donanma barut sıkıntısındaydı) Donanma karma olduğu için hiçbir ülkenin gemisini önden gönderemez. Kendi, şahsi donanmasını da riske edemez çünkü bu donanma dönem dönem çeşitli krallıklara kiralandığı için büyük bir gelir kapısıdır. O esnada aklına dahiyane bir fikir gelir. Türkleri kuşatıp aç bırakacak ve nihai bir saldırı ile yok edecektir. Özellikle Dragut ‘un (Turgut Reis) kellesini almadan önce canlı ele geçirmeyi planlamıştır. Her şeyi bir tiyatro gibi Avrupa’nın asillerine izletmek için dört bir yana haber salar. Oyunun adı bellidir. “Dragut ‘un sonu” Türk tarafı başta ne yapacağını bilemez. İlk plan düşmanı ada içine çekmektir ama Haçlılar yaklaşmamaktadır. Arada birbirlerine top atışı yaparlar. Bir iki esir Türklerden kaçar ve Türk tarafının susuzluk ve açlık nedeniyle teslim olmak istediğini ama Dragut korkusundan bunu yapamadıklarını anlatırlar. Andre Doria mutludur.
Türk tarafı aslında susuzluk çekmez ve aç da değildir. Küçük bir derecik içme suyu sağlarken özellikle Yahudi ahali Türkleri beslemektedir. Çünkü İspanyol döneminde yaşadıklarını hiç biri unutmuş değildir.
Türk tarafı risk almaya karar verir. Dere üzerinden gemiler içeriye çekilecektir. Hatta bir iki dere arasına kanal kazılarak başka derelere de geçiş yapılabilir bu durumda. Gemileri göremeyince Haçlılar karaya çıkacaktır. Planı geliştirmek bir dahinin işidir ve bu dahi Turgut Reis’tir.
Gemiler kanallarla birleştirilen dereler aracılığıyla içeriye taşınıp kuzeyden gemileri karadan taşıyarak denize ulaştırılması şekline dönüştürülür. Uzaktan gemiler varmış gibi görünsün diye kimi teknelere direk ve yelken takılır. Kimse içeriye girip gerçeği görmesin diye arada ani top atışları ve vur kaç akınlarıyla düşmanı koydan uzak tutarlar.
Gerçekte ise dereler çoktan birleştirilmiş ve denize ulaşmak için son aşamaya gelinmiştir. Öte tarafta ise Avrupa aristokrasisi Doria ‘nın yanına gelmeye başlamış sabırsızlıkla son saldırıyı beklemektedir. Doria daha gelecekler olduğunu bildiğinden beklemeye devam eder.
Bir gün bir gemi gayet perişan bir halde Doria ‘nın donanmasına sığınır. Sicilya’dan iki kadırga olarak yola çıkmışlardır. Yolda Dragut ‘un gemileri kendilerine saldırmış ve amiralin gemisini ele geçirmiştir. İşin kötüsü tüm aristokrat seyirciler o gemidedir. Doria inanmaz buna. Dragut ‘un gemileri ilerideki burnun ardındadır. Bir iki gündür top atışı yoktur ama gemilerin yelkenleri görünmektedir. “Kendini Dragut olarak tanıtmış başka bir korsandır muhtemelen” diye düşünür.
Ve biz, o Türklerin torunları olarak kaleyi ziyaret ettik ve kalenin idarecisinin dediğine göre kaleyi gezmeye gelen ilk Türkler de bizmişiz.
Kalenin önünden merkeze uzanan upuzun bir cadde var. Libyalıların pazarı olarak geçiyor adı. Genel olarak turistlere yönelik şeyler satıyorlar. Kalabalık bir yer ama insanı rahatsız eden kimse yok. Burada insanlar yabancılarla kontak kurmak için Fransızca ve Almanca konuşuyorlar. İngilizce pek bilinen, duyulmuş bir dil değil.
Tam köşede aradığımız buluyoruz. Bembeyaz boyalı, adeta kardan inşa edilmiş gibi görünen, küçük küçük kubbeleri ve kalın, tek minareli bu caminin adı “Türk Camii”. İçine giriyoruz, avluda kimse yok. Camiye giriş yapacağımız kapı ise kilitli. Onca yolu gelipte camiye girmemek olmaz. Kenarda küçük bir kapı var; vurup içeri giriyorum.
Gençten bir adam küçücük çocuklara Kur ‘an dersi veriyor ama arkadaki ufaklıklar bu izbe odada dersi kaynatmakla meşgul. Dersi veren muallim diyelim, dersinin bölünmesinden hiç hoşnut olmadı ve selam verip nazikçe derdimi anlatmaya çalışmama rağmen bizi direkt defetmeye çalıştı. Oğlumun yanında insanlara sert davranmayı pek istemesem de adamın tavrı karşısında ben de sinirlendim. Ayaküstü biraz atıştıktan sonra dışarıya çıkmamız için uyarıyor, beklediğimi söylüyorum.
Adam geliyor. Tekrar ediyorum. Türk ve Müslüman olduğumuzu, Türkiye’den geldiğimizi belirtiyorum tekrar. Tunusta camilerin çoğuna Müslüman olmayanların girmesi yasak. İsteksizce kapıyı açıp çıkıyor.
İçerideyiz, baba ve oğul olarak Mete ile beraber geziyoruz. Küçük bir cami bizim ölçülerimize göre. İçi de tıpkı dışı gibi bembeyaz boyanmış tertemiz bir yapı. Küçük kubbeleri çok sayıda payanda sırtlıyor. Görünüm olarak Karaköy’deki Yer altı Camii’ni andırıyor.
Huzur dolu bir mekan. Uydurmuyorum, sadece oğlumla beraber başka kimse olmaksızın içeride dolanmamıza rağmen yüzlerce, binlerce ruhla beraber gibi hissediyorum. Bu saf duyguyu ne yazık ki Kudüs’te, Mescid – i Aksa’da namaz kılıp gezerken bile hissedemedim. Gözlerim doluyor. Sevdiğim insanlarla, dostlarımla evimde gibiyim burada. Namaz kılarız diye hazırlıklı gelmiştik. İki rekat şükür namazı kılıyoruz.
Çıkarken muallimi kapıda bize bakarken görüyoruz. Meğer adam bizi gözlüyormuş. Namaz kıldığımızı görünce Müslüman olduğumuzu anlamış olmalı ki bize sarılıp ders verdiği küçük odacığa davet ediyor. Küçük çocuklara bizi gösterip bir şeyler anlatıyor. Çocuklar için zaten yabancı olduğumuz için ilginç geliyoruz. Adamın konuşmasında İstanbul, Türk, etrak ve Müslüman kelimelerini seçebiliyorum. Bu gariban çocuklar bir daha Türk görecekler mi, bizden birileri kıçını kaldırıp ata topraklarına bir daha ne zaman gidecek? Yanılmayı o kadar çok istiyorum ki…
Eşimle dışarıda buluşuyoruz. Caddeden çarşı kısmına geliyoruz. Turistik bir yer olsa da pahalı bir yer diyemem Cerbe için. Yiyecek, içecek güzel ve ucuz. Çarşılar gez gez bitecek gibi değil. Labirent gibi yerler.
Burada güzel ve gene beyaz bir sinagog var. Burada her gelenin “Yahudi misin?”diye sormalarının nedenini de öğreniyorum. Buradaki Yahudi kolonisi ta İsa’dan önce 600 ‘lü yıllara kadar uzanıyormuş. Palavradır yada değildir, görevlinin bana dediği bu. İspanya’dan kovulan yada kaçan Yahudilerin bir kısmı bu koloniye sığınmış. Ama artık adanın Yahudileri İsrail’e gidiyormuş sayıları çok azalmış. Ama onların çocukları, torunları hep buralara gelip gezerlermiş.
Turizm Bürosundaki kadın ise Fransız ve Almanların organize turlarla direkt otellerine geçtiklerini ama İsrailli turistlerin otobüslerle kendi başlarına geldiklerini söyledi. Kendi başımıza geldik diye adamlar bizi ne sanmışlar.
Gene uçak için bir yoklama yapıyoruz ama yer yok. Otobüs biletini hallediyoruz. Yarın sabah 8 ‘de buradan başkente bir otobüs var. Ne kadar sürer Allah bilir.
Otele dönüyoruz. Son bir kez daha Cerbe sahillerinde takılıyoruz.