Yola koyuluyoruz. Yağmur gelecek gibi. Paralı olduktan sonra kullanılırlığı iyice düşen Yunan otobanlarında batıya doğru ilerliyoruz. Yol üzerinde hızlıca Kavala ‘yı aşıyoruz.
Yol üzerinde bir noktada kahve molası veriyoruz. İlerilerde bir tepenin üstünde yıkık bir kale seçiliyor belli belirsiz. Burası Filippoi Antik Kenti’nin kalesi olmalı.
Dramaya girmeksizin ilk hedefimiz olan Aggitis Mağaraları’na doğru devam ediyoruz. (Şöyle bir web sitesi de var. http://www.caveaggitis.gr/ ) Etraftaki yön levhalarına bakılırsa etrafta başkaca mağaralar daha var. Agritis Mağaraları bunların içinde en meşhur olanları. Dünyanın en büyük mağara nehri burası deniyor ama çıktığımda aklımda şu soru var. “Burası en büyükse Jeita Grotta ne peki?”
Mağaralara girmek için bir köyün içine yöneliyoruz. İçinde yaşayan kimseyi görmediğimiz köyü turladıktan sonra mağaranın otoparkına ulaşıp aracı park edip mağara girişine doğru yürümeye başlıyoruz.
Burası fotoğrafçıların cenneti olmalı. Sararmış yapraklarla kaplı zemini yaran belli belirsiz akan bir dere ve göğü görmenizi engelleyen ağaçlardan oluşan bir ortam sizi karşılıyor. Küçük bir şapel mağaranın orijinal ağzının yanına yapılmış. Tepelere giden bir yol ve yukarılarda bir yapılaşma var ama ne olduğunu bilen yok.
Adam başı 7 euro verip mağaraya giriyoruz. Mağara oldukça güzel bir şekilde organize edilmiş. Öncelikli olarak mağarayı bağımsız bir şekilde gezemiyorsunuz. Bu da kafasına göre takılan meraklı kitleyi ve mağaraya verebilecekleri zararı minimuma indiriyor.
İçeride başlangıçtan başlayan bir platform bulunmakta. Tüm gezinizi kimi zaman akarsuyun üzerinde kimi zaman kıyısında olacak şekilde bu platformun üzerinde yapıyorsunuz. Aydınlatması çok iyi ve bizim mağaralarda aydınlatmanın olduğu yerlerde yaşanan yosunlaşma problemi de yok. Rehber kadına bunu nasıl başardıklarını sorduğumda çok büyük masraflı özel bir sistem kurulduğunu söyledi. Sonuçları ortada, aydınlatma olayı sıfır problemle çözülmüş.
Platformdaki yolculuk “plaj” denilen kısımda bitiyor. Burada platformdan inip kumluk alanda biraz yürüme imkanınız var. Mağara kilometrelerce daha gidiyormuş ama gidebilmek için izin almak gerekli imiş. Ve bu izin hemen hemen hiç kimseye verilmiyormuş.
Dönüş yolunda başka bir kısma geçiliyor. Burada bir çöküntü alanı var. Kafanızı kaldırıp yukarı baktığınızda gökyüzünü görebiliyorsunuz. Bu kısımda bir zamanlar yer alan su değirmeninin daha bir güncel halini görme imkanınız var. Burada bir su değirmeni varsa 1952‘de mağara keşfedildi söylemi biraz tutarsız geliyor bana.
Osmanlı döneminde Sefarad Yahudileri şehre yerleştirilmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Bulgar ordusu Yahudileri toplamış ve hiç biri geri dönememiş.
Günümüzde de Drama renksiz, solgun bir kentten başka bir şey değil. Eski Müslüman mahallesi Arap Camii ile başlıyor. Zorlukla ayakta duran ana kısmının etrafı dükkanlarla çevrilmiş. Bu dükkanlardan birinde yemek yedikten sonra şehri turlamaya koyuluyoruz. Eski mahallelerde birkaç bina günümüze gelebilmiş. Eski alfabe ile yazılmış birkaç yazı duvarlarda. Kim bilir hangi badireleri atlattı bu yazılar.
Dönüşe geçmeden önce meşhur ‘Drama Köprüsü ‘nü bulmanın derdindeyiz. Debreli (günümüz Makedonya’sının Debar şehri) Hasan isimli asabi bir abimiz askerliği sırasında bir subayı öldürüp dağlara kaçar. Yolu Drama’nın dağlık yörelerine dek ulaşır. Efsaneye göre halka zulmeden Rumları da vurup öldürdüğü için halk kendisini benimser. –Benimsemeyince rum zannedilme riski de var sanırım, neyse- Zamanla Abdülhamit de kendisini affeder.Dramaya giden hiçbir gezgin bir köprüden bahsetmiş değil. Bizde o kadar dolandık, göremedik. Bir iki araştırmacı konuya sağlam eğilmiş. Şarkı sözlerindeki
“Drama Köprüsü Hasan, dardır geçilmez” ve “Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez” mısralarından yola çıkarak Drama’ya su taşıyan, şehir dışında kalan Osmanlı dönemi su sisteminin köprüleri olduğunu düşünüyorlar. Buna dair bir iki fotoğrafları da var.
Biz de Sadettin Teksoy programları ile büyümüş bir nesil olarak bu gizemi çözmeye ant içip yola koyulduk.
Devam ediyoruz. Yolun solunda bir su kemeri parçası gibi bir şey var. Arabayı usturuplu bir yere park edip yakından bakmaya gidiyoruz.
Gerçekten de bir su kemeri. Halen ayakta. Nereden gelip nereye gittiği belirsiz gibi. Beş, altı gözü gayet sağlam bir şekilde durmakta. Üstüne çıkıyoruz. Buradan bunun bir su kemeri olduğu daha aleni. Aradaki oluk kısmına zamanla toprak dolmuş, otlar bitmiş bile.
Etraftaki böğürtlenleri yağmaladıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Hedef Kavala. Önce Kavala girişindeki seyir alanında şehre bakıyoruz. Ne zamandır, belki de bir on beş senedir kalesine çıkmıyorum. Şehir merkezine inip oradan eve, Gümülcine’ye dönüyoruz.