Yine sabah erkenden uyanıp hızlıca kahvaltıyı yapıyoruz. Günün hedefi Side. Çocukken gitmiştim buraya da. En son babam Side’ye gidin her yer tarih dolu diyordu bana. Geçte olsa tekrar geliyorum. Ne hatırlıyorum buraya ait. Bir tiyatroda lalettayin duran başsız heykellerden birine annemle kafamızı koymuş sırayla babama poz vermiştik. Tipik Türk davranışlarından biri ama henüz altı yaşında varmamışken yapılınca akılda kalıcı oluyor ama bu tiyatro Aspendos ta olabilir. Enlice, kanatlarını açmış bir kuş heykelinin önünde bir pozumuz var.
Minibüs ile kısa sürede Side ‘ye varıyoruz(1.75 tl/adam başı). Zaten mesafe 3 km. Yolda da bir yokuş vb çıkılmadığı için aslında buraya bisikletle de gelinebileceğini konuşuyoruz kendi aramızda. Oğlum hala dünkü maçta kalmış anlaşılan. İkide bir bizi bölüp maçı anlatıyor. Yolda Side’ye su taşıyan su kemerlerinin ayakta kalan son birkaç gözünü görüyoruz.
Şehre gelmeden önce internet İznik’te yaptığım gibi harita arıyorum. Fena olmayan bir tane buluyorum. Küçük bir yerleşim ama tıpkı İstanbul gibi bir yarımada. Haritaya göre çok sayıda yapı var. Bunların önemli bir kısmı da tapınak.
Side’den, Side de bir zaman yaşamış insanlardan bahsedelim önce. Side Luvice “nar” anlamına gelmekte. Basılan paralarda vb nar motifleri işlenmiş. Elbetteki ismin mitolojik bir öyküsü de var. Touros ‘un kızı Side verimlilik tanrıçasıdır. Kızıyla Manavgat Çayı’nın kıyılarında gezerken rengarenk çiçekleri, yaprakları olan bir ağaç görürler. Kızına vermek için yanına gidip bir dalını koparır ağacın. Kopan yerden kanlar fışkırmaya başlar. Meğerse kötü insanlardan saklanan bir peri kızıdır aslında ağaç. Side buna çok üzülür ama bir faydası olmaz. Aksine yavaş yavaş yere kök salmaya başlar, bir ağaca dönüşür. Peri kızları gelip göz yaşları ile sularlar ağacı. Kan kırmızısı meyveler vermeye başlar. “Gölgemde oynasın kızım ama ağaçlara zarar vermesin” der en son.
Bizse önce sahil diyoruz. Az biraz yürümüyoruz bile sahile giden yolun bayır aşağı uzandığını görüyoruz. Yabancı turistlerden oluşan mahşeri bir kalabalık sahile doğru akmakta. Yolun hadi cadde diyeyim sağında ve solunda yer alan dükkanlar genelde iki katlı ve Kuşadası çarşısındaki binaları andırmakta. Bunlar taş yapılar ama kimi zaman ahşap çıkmalar yada giydirmeler söz konusu. Ama temiz binalar. Yanlara açılan yollarda da yine güzel binalar mevcut ve begonviller oldukça koyu renkli.
Limanın sağında solunda çok sayıda gezi teknesi müşteri kapabilmenin derdinde. Alanyaya dek gittiklerini gösteren haritalar var. Epey mesafe. Aslında deniz süt liman. Fakat marmaranın eşek poyrazı gibi öğleden sonra coşan ve azan bir havası var mıdır bilinmez varsa da açık denizden gelen dalgalar hiç çekilmez.
Bu liman bir zamanlar Anadolu’nun Akdeniz kıyısındaki en büyük limanıydı. Strabon Kyme ‘den gelen kolonistlerim MÖ 7. yüzyılda kurduğunu yazmış Side’nin. Önce Lidyalılar, sonra Persler ele geçirmiş yöreyi. Romalılar gelmiş sonra. Şehri Roma döneminin en büyük köle pazarlarından birisi haline getirip zenginleştirirler. Piskoposluk merkezi haline de gelip en şaşaalı dönemine ulaşsa da Arap akınları şehri zayıflatır.
Sola dönüp ilerliyoruz. Burada Apollo Tapınağı’ndan kalanlar ile hemen yanı başındaki bazilika kalıntıları görülebilir. Tapınağın beş sütunu sonradan dikilmiş ve kolonları ile tekrar restore edilmiş. Yabancı gezi sitelerinden biri burayı Akdeniz’de gün batımının en iyi izlendiği noktalardan birisi olarak ilan edince de bir cazibe merkezi haline geldi. Genelde çokça dergide akşam üstü ters ışıkta çekilmiş fotoğrafları görülüyor. Biz ise bazilikanın içine kaçıyoruz. Amacımız hem güneşten kaçmak hem de dinlenmek. Tahmin ettiğim gibi yapının içi serin. Dikilen sütunlara kadar uzandığı anlaşılan yapının yanlarında pencereli nişler kalmış. Zaten şehrin hemen hemen her yerinde binaların yanında, altında kalan kalıntılar görülmekte.
Sahili yanımıza alıp ilerliyoruz. Ay tanrısı Men adına yapılmış bir tapınağın yanında bir şeyler içmek için duruyoruz. Tapınak dediğime bakmayın eğer levha olması kalanlara bakıp sadece bir şey varmış diyebileceğim bir yer. Buradaki kafelerdekiler yapışkanlar ama Allah’tan çaylar ikram meyve suları ise İstanbul fiyatı.
Biraz ileride ufka uzanan kumsallar görülüyor. Çocukken ahşap kolonlar üzerinde duran balıkçı barınakları vardı. İçlerinde ne var diye girmiş pederden de sağlam azar işitmiştim. Bu da bu nedenle kalmış aklımda İyi ki aklımda kalmış. Çünkü barakaların son tahtası kim bilir hangi mangalda kül oldu bilinmez. Ana baba günü gibi kalabalık plajın hemen arkasında kalıntılar yer almakta.
Sola dönüp ana caddeye varmak niyetimiz. Bu kısımda epeyce pansiyon ağırlıklı olmak üzere konaklama imkanı var. Fiyatları sormadım. Yolun sağında haritama göre Bizans evlerinden birini görebildim. Sık ve ince tuğladan inşa edilmiş. Zamanında epeyce zarif bir yapıymış anlaşılan. Şimdiyse sadece hayal gücüne ilham verecek kadar parçası ayakta kalmış geriye.
Yapı onbeş bin kişilik. Ama genelde olduğu gibi bir yamaca, bir bayıra yaslanmamakta. Tribünleri günümüz stadlarındaki gibi modern bir teknikle sırtlayan bir mimari anlayış görülüyor. Tahminen 2. yy yapısı. Surlar 4.yy ‘da tiyatronun duvarına dek geri gelince tiyatro asli işlevini yitiriyor. 6. yy da şehir piskoposluk merkezi haline gelince açık hava kilisesi gibi bir kisveye bürünüyor. Sahnesi üç katlıymış. İtiraf etmek gerekirse fark edemedim. Oldukça hasar almış mermer alanda Dionysos ‘un hayatı anlatılmış. Bu kısımda kullanılan sıvanın su geçirmez olması kimi zaman sahnenin havuz olarak da kullanıldığı yönünde tahminler ortaya atılmasına vesile olmuş. Bu bilgileri girişte verilen küçük notlarda daha detaylıca okuma imkanınız var.
Küçükken geldiğimde sahneye dek inmiştik. Eve dönünce baktığım fotoğraflarda da sahnenin envai türlü heykel ve parça ile dolu olduğunu görüyorum. Şimdi sahneye inişleri engellemek için parmaklıklar konmuş. Halbuki yabancı bir üniversitenin bir gösteri için içeride çalışma yaptıklarını gösteren bir fotoğrafa denk gelmiştim nette araştırırken.
Üst kısımlara çıkmak mümkün değil. Nispeten mümkün olacak yerlerde de geçişler engellenmiş. Olası çökme tehlikesini belirten uyarılar pek çok yerde görülüyor. Koridorlara pek çok çelik destek yerleştirilmiş. Olduğunuz yerden başta devlet agorası olmak üzere sütunlu yoldan kalanlar başta olmak üzere pek çok yeri görme imkanınız var.
Bizde çıkıp agoraya ilerliyoruz. Tiyatrodan baktığımızda bir zamanlar oldukça güzel bir yapı olduğunu kavrayabildiğimiz yapının önündeki levha 88,5 * 69,2 m gibi devasa boyutta üstü kapalı bir yapı olduğundan bahsediyor. İnanılmaz bir büyüklük ve yapım yılı yaklaşık olarak MÖ 2. yy aşağı yukarı. Agoradan kalanların arasından turistler plaja yürüyorlar.
Bizse tersi istikamete gidip koruma altına alınan ve tiyatronun arkasında yer alan kalıntılara bakıyoruz. Biraz ötemizde “Peristilli Ev” den kalanlar var. Taban mozaikleri zorlukla seçiliyor.
Burada durup tiyatroya doğru baktığınızda “üç havuzlu çeşme”, ”Vespasianus Anıtı” ve girişte yer alan tak ‘ı da görme şansınız olacak. Çeşme epeyce güzelmiş. Keşke günümüzde de buna benzer çeşmeler yapılsa. Kapıda ise epeyce devşirme malzeme kullanılmış alışılageldiği gibi.
Sırada müze var. Buraya da giriş 10 tl. Burası eski Roma Hamamı’nın elden geçirilip onarılmasıyla 1962 ‘de kullanılmaya başlanmış. Tahmin edeceğiniz gibi epeyce büyük bir yapı.
Giriş bölümünde bulunan sikkeler, yüzük, bilezik ve küpeler sergilenmekte ki küpeler gerçekten zarif. Sağdaki odada ise heykeller ve çok güzel bir lahit görülebilir. Heykeller güzel ama Afrodisias’takiler kadar iyi değil.
Bahçede sağ tarafta içinde güneş saati olan bir başka havuz daha var yapı kompleksinin hamam olduğu yıllardan kalan. Çok sayıda küp, friz ve türlü parça burada sergilenmekte. Bahçede biraz soluklanıyoruz. Baba oğul dolanıyoruz gene de. Zaten bizden başka sadece bir Rus aile var koca müzeyi gezen.
Çıkıyoruz. Yolun kenarında, müzenin arka tarafında eski bir dostu görüyorum. Çocukken tiyatroda gördüğüm, önünde fotoğrafım olan kanatlı adam ki muhtemelen bir askere ait bir mezar odasının kapısı olmalı, orada duruyordu. Gülümsedim eski bir dostu görmüşçesine ve bir zamanlar şehrin ana cardo maximus ‘u olan yoldan şehir çıkışına doğru ailecek ilerlemeye başladık.
Yürümeye devam ediyoruz. Şehir surlarının hemen dışında büyük bir restorasyon çalışması var. Dev çeşme tekrar diriltiliyor. Sütunlu, üç nişli çeşme belki de Roma’daki Trevi çeşmesinin en az beş katı büyüklüğünde. Karı koca çeşme bitince Side’ye tekrar gelme konusunda sözleşiyoruz. Bitince öyle mükemmel bir yapı çıkacak ki tekrar. Anlatması mümkün değil.
Kısa sürede otele dönüyoruz. Kendi kendimize günün değerlendirmesini yapıyoruz. Aslında bisiklet ile otel Side arası ulaşımı yapabileceğimizi konuşuyoruz. Mete’nin maymun yavrusu gibi bana sarılması gerekecek. Üç sene önce tüy kadardı ve itiraf etmek gerekirse bende daha gençtim. Şimdi yaklaşık otuz kilo olan kıpır kıpır bir çocuğu tutabilmek çok zor geliyor. Side’de ucuz bir pansiyonda kalıp Side’nin denizinde yüzmek istiyoruz.
Otele varır varmaz oğlan lunaparka koşturuyor. Havuzdu, denizdi derken oğlanın pili bitmiş. Yemekte kıpkırmızı gözlerle ağır çekim hareketlerle duruyor yanımızda. Nasıl olduğunu anlayamadan odamıza dönerken tekrar lunaparkta buluyoruz kendimizi. Demin cansız cansız yanımızda duran çocuk gitmiş adeta ama ya hasta olursa korkusu içimi kemiriyor.