Hiç uyuyamadık. Kaldığımız oda tuvaletin tam karşısında ve en kötüsünü de henüz söylemedim. Tuvaletin kapısı öyle gıcırdıyor ki uyuyamadık bir türlü.
İple çektiğimiz sabah oluverdi. Bugün gemi ile Helsinki ‘ye geçiyoruz. Yedi, sekiz ay önce internetten 10 euroya almıştım biletleri. Bunca ucuzluğunun yanı sıra Viking Line firmasının devasa Viking XPRS isimli gemisinin varlığı da etkili olmuştu. Gerçi diğer firmaların küçük gemileri bir saatten biraz uzun bir sürede bu yolu kat ediyor . Bizim gemi ise aynı mesafeyi 2,5 saatte alıyor. Ama sonuçta, araba, kamyon, tır ne varsa üşenmeden taşıyan bir dev bu gemi.
Erkenden limana varıyoruz. Gemiye check in yapılıyor. Sadece isim teyidi için pasaportlara kerhen bir göz atıyorlar o kadar. Sonunda gemideyiz.
En üst güverteye çıkıyoruz. Şehri çekerim diye düşünüyordum ama geminin tam arkası kapalı olduğu için fotoğraf alamıyorum
Yolculuk başlıyor. Deniz tutar diye nasıl bir ruh haline girmişsem geminin tüm titreşimlerini hissediyorum sanki. Bir problem yok. Etraftaki kara parçalarına bakıp dünden hazırlanan nevaleyi tüketiyoruz.
Gemi gerçekten çok büyük. Free shop yağmalanıyor adeta. Millet şuursuzca içiyor ve bir şeyler yiyor sürekli. Bunun sonucunda tuvaletler dehşete düşürecek bir duruma gelmiş oluyor. İşemek için yalak gibi bir şey yapılmış duvara. Sürekli, ince bir su akışı olan bir duvar bu. Millet şak diye çıkarıp işini görüyor. En üst kattaki tuvalette ise kimse yok, dolayısıyla da tertemiz.
Üst güvertede rüzgar sağlamca çarptı. Bununla beraber şahane bir güneş var. Şöyle bir bakıp içeri giriyorum. Oğlum kumar makinasına takmış kafasını. 1 euro atıyoruz. Nasıl oynandığı hakkında bir fikrim yok. Zerrece bilgim olan bir dünya değil. Bir ara 1 euro 4 küsur oluyor ama parayı nereden alacağımı da anlayabilmiş değilim. Makinada İngilizce bir şey yok. Sonunda parayı bir şekilde sıfırlıyoruz.
Pencereden bakıyoruz. Önce küçük küçük adalar beliriyor denizin içinden. Ardından Helsinki Limanı’na varıyor, uzun tünelleri aşıp karaya varıyoruz. Pasaporta dair hiçbir işlem yok. Sanki Bostancı’dan binmişte Heybeli’de inmiş gibiyiz.
Helsinki’ye iyi hazırlandım. Bir kere gidilebilecek bir yer olarak gördüğümden işimi iyi yapayım diyorum. Kalabalığı takip edip çıkışın sağındaki tramvay durağına varıp az biraz bekliyoruz. Hava ısındı; insanı ısıtan hatta terleten bir sıcak var. Tramvay bizi götürecek götürmesine de bileti nereden alacağız kısmı bir sorun. Gözlemlediğim kadarıyla kimse bilet okutmuyor ve bilet almak gibi bir de telaşeleri yok. Biz de kalabalığa uyuyoruz.
Senato Meydanı’nın yakınlarında iniyoruz. Senato Meydanı şehrin kalbi. Tüm önemli yapıların olduğu, vardığınızda Helsinki de görmeniz gereken yerlerin çoğuna ulaşabileceğiniz yer burası. Ana baba günü. Bu tip bir şehir için beni şaşırtacak derecede çok turist otobüsü dikkatimi çekiyor.
Meydana açılmış stantlarda 1. Alexander heykelinin sağında ve solunda Finlandiya Moda Etkinliklerini kapsamında ürünler satılmakta. Fin Modası deyince hayal gücünüz çalışmasın hemen. Pet şişelerden bir inek, en bayağı kumaştan yapılmış trikolar…
Buna karşın meydanda merdivenlerin bittiği yerde şehrin katedrali yer almakta. Beyaz, kremalı bir pasta gibi şehrin tepesine kondurulmuş. Tepe dediğime bakmayın, Konya’daki Alaaddin Tepesi bile bu yükseltinin yanında erişilmez bir dağ gibi kalır.
Zaten Finlandiya dağların, tepelerin değil sonsuz ormanların, sayısız göllerin ülkesi. Siz meydanda sağa sola bakarken ben ülkeden ve şehirden bahsedeyim hızlıca. Zaten tüm binaları anlatacağım merak etmeyin.
Finlandiyalılar da tıpkı Estonyalılar gibi bizlerle akraba. Tabii bu akrabalık çok bin yıl öncesine uzandığı için ortak pek bir şey kalmamış. Ülkede iki tane resmi dil var. Biri Finlere ait diğeri ise yüzyıllarca bu topraklarda söz sahibi olmuş İsveçlilerin dili. Zaten resmi yerlerde, sokak isimlerinde her iki dile de denk geliyorsunuz. İlginçtir Finler kendilerine Suomi demekte. Petro’dan sonra güçlenen Ruslar istila etmiş, kısacası onların devri başlamış 1917 ‘deki devrime dek. Devrimden istifade Finlandiyalılar bağımsızlıkları ilan etmişler.
Her güçsüz ülke gibi bu halkın kaderi de İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar ve Ruslar arasında kalmak şeklinde yaşanmış. Finler tüm bir Kızılordu ile savaşmak zorunda kalmış. Pek bizde bilinen bir hikaye değildir bu “Kış Savaşı”. Genelde kuzey halkları kızları ile anılır, erkekleri fazla sarı olduklarından olsa gerek artlarından atılıp tutulur. Fakat bu küçük ülkelerin az nüfuslu halklarının mangallar gibi özgürlük ateşiyle yanan yürekleri vardır.
Ruslar ilk defa radar ile düşman uçaklarını tespit ederler. Ama başlangıçta tek başarıları budur. Finler defalarca Rusları alt ederler. 90,000 ‘i kadınlardan oluşan ordularının kızaklı birlikleri Ruslara aman vermez. Mannerheim Rusların ummadığı bir çetin cevizdir. Ama devamlı takviye alan Ruslara daha fazla direnemezler. Karelya artık Ruslarındır.
Finler, yitirilen topraklarını unutan insanlar değildir bizler gibi. Almanlar Ruslara savaş açınca Ruslar da Finlandiya’ya saldırırlar. Finler kaybettikleri topraklarını almak için etlerine butlarına bakmaksızın harekete geçip mücadeleye başlarlar. Mannerheim başlangıçta başarılıdır yine ama bu kez Kızılordu tam bir savaş makinası haline dönüşmüştür. Geri alınan her yer kaybedilir. Ama küçücük Finlandiya’nın halkı kendinden kat be kat kalabalık Kızılordu’ya hayal bile edemeyecekleri bir zayiat vermişlerdir. Ama asker Mannerheim savaş sonrasında devlet adamı kimliği ile çıkar tarih sahnesine. Finlandiya kaybettiği topraklara rağmen özgürlüğünü kaybetmez, Polonya, Çekoslovakya gibi kızıl zulmün yumruğu altında ezilmeksizin kendi kendine yeten bağımsızlığını sürdürür.
Katedralde 1830-1852 yılları arasında aynı mimar tarafından yapılmış. Haç planlı yapı daha önceden aynı yerde olan, İsveç Kraliçesi adına yapılan kilisenin üzerine yapılmış. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1917 yılına dek Nikolas Kilisesi olarak anılmış ama bu tarihten itibaren Fin Luteran Kilisesi’ne bağlanmış.
İçi oldukça sade. Bir iki basit yağlı boya resim. Beyaz bir kubbe. Girişin hemen üzerinde bir orga ait hava kanalları. Protestan kiliselerinin insanı pek vurmayan basitliği burada da karşımıza çıkıyor. İçeride fazla kalmıyoruz.
Stockmann ‘a dek yürüyoruz. Stockmann İskandinav coğrafyasının büyük market zincirlerinden biri. “Eğer bizde yoksa zaten işinize de yaramıyordur” şeklinde iddialı bir sloganları var. Oradan sola sapıp bir L çizip Esplanade Parkına dek ilerliyoruz. Bizimkileri bırakıp turizm ofisini aramak için devam ediyorum. İnsanlar daha doğrusu kadınlar –ki basit bir işten komplike bir işe; her yerde sadece kadınlar var. Peki erkekler nerede?- inanılmaz yardımsever. Yerlerinden çıkıp üşenmeden tarif ediyorlar.
Kalkıp balık pazarına gitmek için sahile ilerliyoruz. Buraya “kauppatori” denilmekte. İlk dükkanı uzak doğulular işletiyor ve pas geçiyoruz. Bir yanında, sevimli kızların işlettiği dükkana dalıyoruz. Üç kişinin her birine yarım somon, haddi hesabı olmayan pilav ve salata, hamsi ve kızarmış kalamardan oluşan menüyü bitirebilmek başlı başına bir macera. Kızlar güler yüzle, sakınmadan tepeleme doldurdular tabaklarımızı. Mete bizden takılıyor. İçecekler dahil toplamda 55 euro harcıyoruz ama çılgınca yiyoruz.
Ayrıca örme çorap ve hırkalarda var tezgahlarda ama fiyatlarını sormayın. Ben sordum, duyması pek iyi olmuyor. J
Tuvaletini kullanmak için yolun karşısındaki belediye binasına geçtik oğlumla. Bayanlar alışveriş aşkıyla tezgahlar arasında. Binanın giriş katında bir sergi var ama beni aşıyor modern sanat. Alt kattaki tuvalet ise dev ekranlı televizyonu, müzik yayını ve morg benzeri temizlik ve evyeleri ile beni dumura uğrattı.
Adaya giden feribota doluşuyoruz. Kimsenin bilet kontrolü yaptığı yok. Ama biz gene de kartı register ediyoruz. Denizin sarı renkli suyu insanın içini kaldıracak türde.
Suomenlinna Adası’na on beş dakikada varıyoruz. Burası Helsinki’yi korumak için yapılmış, yedi sekiz adacıktan müteşekkil bir kale ada. İsveçliler tarafından 1748 ‘de kurulmuş Sveaborg olarak. 1808 ‘de de Ruslara teslim olmuş. Günümüzde ise yarım gün gezilebilecek, müzeleri, doğası, sakinliği ile mükemmel bir yere dönüşmüş.
İnince ana kalabalığı izliyorum. Sağda sanırım eskiden kalan ailelere ait evler var. Günümüzde sanatçı tarzı insanlar yer almakta kapılarının önünde. Kilisenin kulesinde ise bir fener var. Kilise Ruslar tarafından yapıldığında standart, soğan kubbeli bir yapı imiş ama 1917 ‘de Finler bağımsızlıklarını kazandığında bu Rus kültürüne ait izleri ortadan kaldırmışlar.
Adalar arasında – en azından yakın adalar- bağlantılar köprüler ile sağlanıyor. İkinci adaya geçiyoruz. İç kalenin koridorları arasında fotoğraf çektirip iç avluya, idari binaların olduğu yere geçiyoruz. Herkes gibi topların yanında fotoğraf çektiriyoruz. Çimenler oğlumun kendini atıp yuvarlanacağı bir oyun sahası oluyor bir anda. Buradaki hediyelik eşyası satan dükkanda da takılıyoruz az biraz daha.
Adanın arkasına ulaşıyoruz. İlerideki kayalıklarda insanlar denize giriyor. Gerçekten de hava sıcak bugün. Buradaki kafeteryaya girdiğimizde şişmanca, sarışın bir kız ilerideki sürahilerde suyun ücretsiz olduğunu söylüyor. Elbette ki bu şehirdeki herkes gibi gülümseyerek. Çölden çıkmış gibi saldırıyoruz suya. Öyle bir anda imdadımıza yetişti ki… Olay insanda bitiyor. Bir önceki kafeteryadaki gündüz feneri bana suyu kakalamanın derdindeyken bu kızcağız hiç uzatmadan suları gösterdi. Allah da kalbi gibi güzel yolları göstersin o kızcağıza daima…
Feribot sırasında sahilde karşıda uzanan şehrin panoramik fotoğraflarını çekiyorum. Uzaklarda Olimpiyat stadının devasa, çanak şeklindeki meşalesi görünüyor.
Anakarada ileride yer alan Uspenski Katedrali’ne gidiyoruz. Kırmızı kiremitten yapılmış, kubbe ve kuleleri yeşil, masallardan gelmiş gibi görünen bu Ortodoks kilisesi 1862-68 arasında yapılmış. İnişte kullandığımız yolu çıkışta bulamadığımız için epeyce yürümek zorunda kaldık ama dediğim gibi gezmeye geldik buralara dek.
İçi güzel. Yeni elden geçtiği aşikar. Tek kubbesinin içi yıldızlarla bezenmiş. Avlusundan balık pazarı gayet net görünüyor.
Bu katta oyuncak reyonu da var. Dünyanın bu en kuzeydeki başkentinde, en pahalı şehirlerinden biri olan Helsinki’de legolar, maketler bizden daha pahalı değil. Ama oğlumun istediği saati fiyatından, angry birds kuşlarını ise nasıl taşıyacağımı bilemediğimden alamadım.
Şehirde göz atacağımız bir iki yer daha var. Bunlardan biri meşhur tren istasyonu. Bunun için Helsinki’nin muhteşem iki tramvay hattından birini kullanmak yeterli oluyor. 3B ve 3T birbirinin zıt yönlerinde şehri dolanıyorlar. Biz ilkin 3B ile tren istasyonuna dek ilerledik. Aslında pek bir yol gittik denemez.
Tren istasyonu ülkenin her yerine ve komşu ülkelerin önemli noktalarını ulaşmanızı sağlayacak, güzel ve bir o kadar da ilginç bir anahtar. Önündeki meydanın yanında ana otobüs terminali de var. Güzel binalar, otobüs bekleyen güzel kızlar derken ellerinde tefler ile yürüyen Avrupalı Budistlerden oluşan küçük grup dinginliği bozuyor. Sonrasında fark ediyorum ki durup bu adamlara bakan sadece bizleriz.
Meydanın bir köşesinde, bir vinç akşam yemeği için insanları yerden yukarıya çıkarıyor. İlginç bir atraksiyon.
Durağa gidip ilk gelen 3T ‘ye biniyoruz. Ne de olsa ücretsiz kartlarımız var. Gerçi kimse gelip bir şey sormadı ama soran olursa şak diye çarparız suratına J
Balık pazarının oradan mezarlık alanına ilerliyor. Güzel binalar, neşeli çocuklar, yürürken sürekli ama içtenlikle gülümseyen gençler. Huzur ve refahın insanlara etkisi bu şekilde yansıyor olmalı. Ardından büyük bir çember çizdiğimizi fark ettirecek şekilde ta Olimpiyat stadına dek ulaşıyoruz. Yolun ortasında on, on beş dakika kadar duruyoruz. Turist otobüsü kullanmak yerine bu araçla şehri iki kere turlamak bence kafi.
Dönüşte Stockmann ‘a uğruyoruz yine. En alt katı market. Yarın sabah için bir şeyler alıyoruz. Kardeşim magnet almak istiyor. Balık pazarına iniyoruz Alexanderatu Caddesi’nden ama yemek yediğimiz saatlerde ana baba günü olan yerde şu an in cin top oynuyor. İlk gelen tramvay ile limana gidip gemiye biniyoruz.
Güverteye çıkıyorum. Şehir geceleri epeyce karanlık oluyor. Katedraller bile aydınlatılmamış. Özellikle liman bölgesi insanı ürkütecek kadar yalnız, sahipsiz. Hafiften atıştıran yağmuru umursamadan fotoğraf çekiyorum. Hiçbir enteresanlığın olmadığı sakin bir yolculuk ile Tallinn ‘e dönüp hostele yerleşiyoruz. Dönüşten aklımda kalanlar; iniş sırasında zil zurna sarhoş olan insanlar, gece yarısını çoktan geçtiği halde bal dök yala düzeyinde temizliği olan tuvaletler ve en izbe sokakta bile geçen yayalara yol veren tır şoförleri oldu.