Gece garip bir olay yaşadım. Yatarken de hava pek karanlık değildi ama gözlerimi açtığımda hava yeni yeni ışımaya başlamıştı. Tur erken başlayacağı için giyinmeye başladım. Gürültümden uyanan eşim sorunca saat 6:30 dedim. Eşim henüz 3:30 dedi. Haklıydı, saatimi ayarlamamıştım ama 3:30 ‘da gün sanki yeni bir güne başlarcasına aydınlıktı. Yatarken, saat 22 sularında da hava daha da aydınlıktı. Yazın böyle ise kışın, o bitmeyen karanlıklarda yaşam nasıldır düşünemiyorum.
Bugünün programı Güney İzlanda turu. İzlanda’da eğer araba kiralamıyorsanız (epeyce pahalı) turlara katılmanız gerekiyor. Yazının sonunda önereceğim turları listeleyeceğim.
Erkenden, olması gereken saatte kalkıp ev sahibinin bıraktıkları ve bizim getirdiklerimizle karıştırdığımız bir kahvaltı ile güne başladık. Burada reçeller marmelat görüntüsünde. Ama çeşit bolluğu dikkat çekiyor. Her neyse erkenden çıktık. Gece biraz atıştırmış olmalı ki yerler halen ıslak. İlerilerde bekleyen bir minibüs var. Bizim servis bizden bile önce gelmiş. İhtiyar sevimli bir adam bizi firmanın ana terminaline bırakıyor. Buradan başka bir minibüs ise bizi deniz kıyısındaki tiyatro binasının yanına naklediyor. Seyahat sırasında, limanda bir hücumbot gördüm. Yeni şoföre, İzlanda’nın deniz gücü olmadığını sandığımı söyledim. “Hepsi bu” diyerek yanıtladı, sahil güvenliğe ait, devriye gezen bir iki parça gemileri varmış. “Amerika’yı yeniden işgal etmeye niyetiniz yok” dedim, keyiflendi. “Bin sene önce ele geçirdik, tekrarlamayalım diye kendilerini geliştirdiler” diye ekledi. İzlandalılar bu Amerikanın keşfi olayının çok geyiğini yapıyorlar. Mesela neden Amerikalılar uzaya gidişi araştırıyorlar dersiniz. Cevap basit. İzlandalılar tekrar gelirse kaçabilmek için.
Buz gibi bir otobüse yerleştirildik. Fazla kimse yok. Şoför rehberin hasta olduğu için gelemediğini bu nedenle kendisinin yardımcı olacağını söyledi. Türkiye’den geldiğimiz için adamın gözünde numunelik insanlarız.
Yola çıktık. Kısa sürede şehirden çıktık. Şoför gayet akıcı bir İngilizce ile anlatıyor bir şeyler. Ben de eşime tercüme ediyorum. Adam alşo, alşo diye bir şeyler diyor sürekli. Başta göstereceğim anlamında i’ll show diyor sandım da ne gösterecek diye düşünüp durdum bir süre. Jeton sonra düştü ve tüm İzlandalılar’ın beni ambale eden aksanlarını da çözdüm. Almancada ki gibi s seslerinin önemli bir kısmını ş olarak telaffuz ediyorlar. Adam dahi anlamına gelen “also” diyormuş. Also diyenini, olso diyenini duymuştum ama bunu duyacağımı beklemiyordum. Neyse ki “İştanbul” şehrini duyduğunu söyledi de artık bu adam ne gösterecek bize diye düşünmekten kurtuldum.
Dumanlar tüten bir tepeyi işaret ediyor adam.” Reykjavik ‘in sıcak suyu buradan gelir”, diyor. Ülkenin içme suları dünyanın en kaliteli sularından kabul edilmekte. Ama musluğu çevirdiğinizde gelen, o çürük yumurta kokusunu andıran kükürt kokusu eşliğinde bu suyun tadına bakamadım. Tadı iyi olabilir ama koku nedeniyle benim gözümde sınıfta kaldı.
Yol üzerinde şöyle bir manzara hakim genelde. Sağ tarafta yani güneyde, denize kadar uzanan düz, ıslak çayırlar; kuzeyde ise koyu gri göğün altında uzanan sıra dağlar ve bunlara uzanan yine ıslak çayırlar… Arada da dağlardaki buzullardan gelen suların oluşturduğu çılgınca bir hızla akan nehirler. Tek tük yerleşimlerde mevcut. Şoförün dediğine göre seralarda muz dahi yetiştiriliyormuş.
Her İzlandalı gibi bizim şoförde Viking tarihinden başladı. Amerika’nın keşfi, Kanarya Adaları’nın yağmalanması, Avrupa saraylarında paralı askerlik yapan İzlandalılar ve bunları anlatan bir kez daha anlatıldı. Sonrasında adanın eski başkenti olan bir yerleşimi gösterdi ve korsanlar burayı yaktığı için başkent Reyjkavik ‘e taşındı dedi. Korsanlar bizimkiler tabii. Sonrasında Vestman Adalarını işaret etti. Adanın yarısını kaçırdılar, sattılar dedi. Bense, uzaklarda bir silüet gibi duran adalara bakıyordum.
Günün ilk durağı Eyjafjallajökull. Bir kaç sene öncesine kadar alelade bir volkan iken patlamasıyla kuzey yarımkürenin tüm hava trafiğini de patlatıvermişti. Baktığımız yerden gördüğümüz tek şey sisten oluşmuş bir duvar. Arada sisin zayıfladığı yerlerde bir şeyler beliriyor ama gördüğüm adı o uzun volkan mı başka bir şey mi bilemiyorum.
Sonrasında Skogafoss Çağlayanı’na geliyoruz. Foss çağlayan demek. Manzara harika. Epeyce yüksekten, korkunç bir gürültü ile buzullardan eriyen suların oluşturduğu bir nehir dökülüyor aşağılara. Güneş anlıkta olsa çıktığında bir gökkuşağı oluşuyor ve kayboluyor. Uzaktaki tepelerde ise başıboş İzlanda atları otluyor sakince.
Tepede oluşturulan doğal bir merdivenle çağlayanın yanı başına dek çıkılabilmekte. Üşendim açıkçası. Bunun yerine suların döküldüğü noktaya ilerledim. Tipin teki tüm manzaranın içine ettiği için daha da ilerledim. İnanın sağanak yağmur altında yürüsem ancak bu kadar ıslanırdım. Zorlukla fotoğraflarımı çektim ve eşimin yanına kaçarcasına döndüm.
Efsaneye göre buraya ilk yerleşen Viking beyinin cesedi şelalenin arkasına gömülmüş. Meraklılar kazılar yapmış ve göğüs kemikleri ve bir de yüzük bulmuşlar. Sonrasında göğüs kemikleri de kaybolunca efsaneye yeni bir halka daha eklenmiş.
Şelalenin dediğim gibi manzarası harikulade. Etrafı araba ve kamp çadırları ile kuşatılmış adeta.
Önceden soğuk diye eleştirdiğim otobüs o an bana çok sıcak gelmeye başladı. Vik denilen yere kadar durmadan artık alışageldiğimiz manzarayı izleyerek ulaştık.
Vik turun son durağı. Garipliklerin bir arada bulunduğu bir nokta. Volkanik oluşumların neticesinde siyah kum ve çakıllardan oluşan bir kumsal burası. Arkada, zamanla birbiri üzerine yığılmış kayaları rahatlıkla gözlemleyebileceğiniz kayaçlardan oluşan bir duvar var. Bir kenarda da bazalt taşlar merdiven basamakları gibi dizilmiş. Üstlerine çıkması kolay ama inişi zor geldi bana.
Burada deniz çok tehlikeli. Zaten burada iki uyarı var. İlki, burada denize girilmez şeklinde; diğeriyse dalgalara dikkat edin gibi bir şey. Arada sırada deniz süt limanken bile dev bir dalga gelip kıyıyı süpürüp ne varsa götürebiliyormuş. En son Aralık ayında bir Çinli turist dalgalara kapılıp kaybolmuş. Biz bunun küçük ölçeklisine denk geldik ve kıl payı ayaklarımızın ıslanmasından kurtulabildik. Ama fotoğraf makinasının objektifinden gözlerimi ayırmadan panik halinde sudan kaçışım akıl alır gibi değildi.
Turlar buradaki bir kafeteryada mola veriyor. Fiyatlar Reykjavik merkezden az biraz daha pahalı ama uçuk değil. Ama Reyjkavik fiyatları yeterince uçuk dünyanın geri kalan kısımları ile kıyaslandığında.
Tekrar araca biniyoruz. Bu arada güneş açtı. Halbuki Vik ‘e doğru gelirken çılgınca bir yağmura tutulmuştuk. Şimdi Dyrhoalaey Burnu’na gidiyoruz. Tüm bu ilginç isimlerin telaffuzları aklımdan uçtu gitti. Burada Atlantik Puffinleri izleniyor.
Puffin’ler kabaca penguene de martıya da benzetebileceğiniz bir kuş. Yuvalarını toprak üzerine yada yamaçlardaki boşluklara yapıyorlar. Zamanında yumurta ve tüyleri için aşırı derecede avlanmışlarsa da artık koruma altındalar. Hoş, buradaki tüm kuşları yok etseniz sizi engelleyecek bir kimse yok. Koruma yada en azından zarar vermeme sizin içinizde olan bir duygu.
Tasvirimize devam edelim. Penguenler gibi beyaz bir göğüs ve geri kalan tüm vücudun siyah olduğu bir gövdeye sahipler. Uçmalarına nasıl yardımcı olduğunu anlayamadığım kadar küçük kanatları mevcut. Perdeli, turuncu ayakları ve rengarenk gagaları ile göze oldukça hoş geliyorlar.
Ayrıca bu noktadan Vik ve Kara Plaj –bu adı verdim- güneşli havada harikulade görülüyorlar.
Yola devam. Aslında Vik’ten itibaren dönüş yolundayız bir bakıma. Solheimajökull ‘a gidip buzullarda yürüyüş yapacağız. Araç park ettikten sonra bir müddet şoförümüzde bizimle geliyor. Söylediği şey dünyanın tümü için çok kötü. “Ben çocukken buzullar denize kadar uzanıyordu”
Yürüyüşün başlangıcında karları yarmış bitkiler ve kayaları kaplayan likenlerin eşliğinde karşıdan gelen ve turunu bitirerek dönen kalabalığı yararak ilerliyorsunuz. Soldaki gölde erimekte olan büyük bir buzul var. Her buzul gölü gibi muhtemelen çok derindir deyip yanından geçip gidiyoruz.
Buzullar belki de son sınır olupta erimekte oldukları için üzerinde rahat yürünebilen yerler. Ayakkabılarım kesinlikle herhangi bir buzul aktivitesinin yapılabilmesine olanak sağlayabilecek türden değil. O nedenle buzulda bir iki adım atıp geri dönüyorum. Muhtemelen ilerilerdeki buzullar cam gibi olmalı. Çünkü ilerilere gidecek grupları hazırlayan rehberler ayakkabılarının ve de uçları oldukça sivri batonların kontrollerini büyük bir itinayla yapıyorlar.
Geri dönüşe geçmeden önce değişik açılardan pek çok fotoğraf alıyorum. Koyu kısımlarda kalan buzların meşhur “buz mavisi” rengi görülmeye değer.
Son durak Seljalandsfoss. Burada bir tane büyük, arkasından yürüyerek geçebileceğiniz bir çağlayan var. Diğer iki çağlayan ise buna kıyasla oldukça ufak ve söylenene göre mevsimsel olarak görülebilen şelaleler. Büyük şelalede sular ilk ziyaret ettiğimiz şelale gibi 60 m yükseklikten dökülmekte. Dediğim gibi bir şelalenin ardından yürüyerek geçmek bambaşka bir deneyim oldu.
Sonrasında geldiğimiz noktalara bırakıldık. Biz market yağmalamacası yapıp yarını beklemek üzere evimize çekildik.
İzlanda benim için değişik bir deneyim oldu. İzlanda’yı gezmek için şu planı öneririm.
Gün 1- Reyjkavik ‘i dolaşmak. (Bizim gün 1 )
Gün 2-Güney İzlanda Turu (Yukarıda okuduğunuz tur)
Gün 3- Altın Üçgen Turu
Gün 4 – Yarım gün balina gözlemi, kalan kısımda da mavi lagünde takılabilirsiniz.
Mevsimine de uyuyorsa akşamları kuzey ışıklarını izlemek için turlara katılabilirsiniz. Pek çok tur firması kuzey ışıkları görülene dek her akşam turlara katılmanıza izin vermekte.