Esenlerde Metro ‘nun ofisinde otobüsü beklemekteyiz. İçeride çok kişi yok. Odada, sonra Koreli olduğunu öğrendiğim üç kişi, birkaç Bulgaristanlı olduğu aşikar kadıncağız ve bir zenci-hintli karı koca ve gürültücü, sevimsiz, melez veletleri.
Çok istediğimiz halde oğlumuzu yanımıza alamadık. Arnavutluk ve Bulgaristan, hatta Kosova için yazılanlar pekte iç açıcı değil. Yine de gelip gelmeyeceğini son kez sorduğumda “yorulurum, gelmeyeceğim” demişti. Anlaşılan kardeşimin bilgisayarı ve içinde yüklü oyunlar epeyce akıl çelmiş.
Ana kalabalığı 21 ‘de kalkan otobüs götürdüğü için bizim bineceğimiz 23 otobüsünde pek yolcu yok. Göz açıp kapayana dek Kapıkule sınır kapısında buluyoruz kendimizi. Işıl ışıl bir yer. Daha önceden bu kapıdan hiç çıkış yapmamıştık. Bizim gibi Bulgaristan ‘a giden beş otobüs daha sırada beklemekte. Hatta ilginçtir, bunların arasında bizim 21 otobüsü de var. Diğer kısımlarda yüzlerce araçta binlerce gurbetçi memleketlerinden Avrupa’ya doğru gitmek için sıralarının gelmesini beklemekte. Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda plakalı türlü marka araç yola koyulmayı beklemekte.
Biz ise çıkış işlemlerimizi halleder halletmez oy kullanmak için okları takip edip oy kullanılan mekana ulaşıyoruz. İstanbul’da oy kullanacağımız sandıklar belli olduğu için rey veremeyeceğimizi söylüyorlar.
İşlemlerimiz bittikten hemen sonra Bulgar tarafına geçip sıraya giriyoruz. Bulgar vizem yok. Fakat Şengen vizeniz varsa Bulgaristan ve Romanya gibi AB üyesi olup Şengen ‘e dahil olmayan ülkelerde beş günden fazla kalmamak ve giriş yapılan ülkeye çıkış yapmamak kaydı ile giriş yapıp kalma imkanınız var. Ancak sınır kapılarında genelde anlayışı kıt elemanlar çalıştığı ve bunlarında biz Türklere ön yargılı olduğunu düşününce sorun yaşamamak kaçınılmaz oluyor. Mesela bu beş gün olayından genelde habersizler. Bunun için AB ‘nin ilgili sitesinden konuyu içeren evrakı döküp bulundurmak faydalı olacaktır.
Burada insanlığa akıl veren benim de başıma aynı durum geldi. Kafasında tek bir tel dahi saçı olmayan Bulgar memur pasaportuma epeyce baktı. Bu arada üç Koreliden biri benim gibi numunelik olarak kenara ayrıldı. Adam biletimi de isteyince internetten indirdiğim dokümanları adamın önüne bırakıyorum. Adam bana bön bön bakınca düzgün bir İngilizce ile durumumu anlatıyorum.
Adam bunun üzerine yerinden kalkıp odadan çıktı. Bir kaç dakika geçmeden daha kalıplı ve nemrut yüzlü bir memurla dönüyor yanımıza. Adam ben daha konuşmaya başlamadan beni susturup cebinden saat tamircilerinin kullandığı türden bir gözlük çıkarıp Yunan vizesinin olduğu sayfaya bakıyor. Netten indirdiğim kağıtları ona da gösterince o kağıtlardan kendinde de olduğunu söylüyor beni tersleyerek. Katlanacağız çaresizce, burada kral o. Sonra dayanamayıp odadaki tüm resmi görevlilerle ağız dalaşına giren eşime kim olduğunu sorup çıkmasını istiyor. Eşim çıkmayınca onunda pasaportuna bakıp bir bana bir eşime bizi birbirimize yakıştıramayacak olacak ki defalarca bakıyor. Sonrasında eşimin üstüne doğru yürüyor. Eşim de onun üzerine. Bende muhtemel bir kavgada eşimi ardıma alıp adamla kapışabilecek bir konuma getiriyorum kendimi. Bu küçük manevrada bile dünyanın en pis yerlerinden biri olan Bulgar sınırının
kapısındaki kara böceklerden bir tanesini daha ezdiğimi fark ediyorum. Duvarlar ise öldürülen yüzlerce sivrisinekten kalan izlerle dolmuş. Adamın kesinlikle eşimin bayan olduğunu görebilecek yada umursayacak bir tip olmadığının farkındayım.
Neyse ki eşimin Yunan pasaportu ve adamın karşısında sinmeyişi sonucunda adam geri adım atıp pasaportumu alıp yine dışarı çıkıyor. Sonra pasaportları kel memura bırakıp hızla çıkıyor. Kel, önce Koreli kızın pasaportunu damgalayıp “have a good vacation” diye kıza teslim ediyor. En sonda benim pasaportum. Tekrar sayfaya bakıp gayet nazlıca mührü basıyor. Pasaportu bana geri verirken her anlama çekilebilecek bir ses tonu ile sesleniyor. “Go!”
“Madem vize verilecek neden bunca tantana “ diye eşim tarafından azarlanan adamlara bakmıyorum bile. İki ayaklısından çok bacaklısına türlü haşeratı geride bırakıp otobüse biniyoruz tekrar.
Bir uyanık bir uykulu ama sonuçta gayet sersem vaziyette araçta yol alıyoruz. Haskova ‘da bir yolcu alınıyor. Bir ayrıntı bile yakalanmayacak kadar kısa bir süre ve zifiri bir karanlık.
Sonrasında gök portakalımsı bir renge büründü önceleri. Köyler, ormanlar geride kaldı. Güneş biraz daha yükselip o güzelim portakal rengi fon dağılmaya başlayınca bu kez sis kendini gösterdi. Tarlalar, evler bembeyaz bulutların, sigara dumanını andıran gri bir tabakanın altında kaybolmuş. Bilinmeyen bir dünyaya aitmiş gibi görünen gizemli bir ortam dışarıda. Yolun solunda muhtemelen bizimkilerin yaptığı bir taş köprü de aynı şekilde gözden kayboluyor. Ancak “buradayım” diyebilecek kadar görünüyor o kadar…
Nihayet Filibe’deyiz. Bulgarlar içinse burası Plovdiv. Bir sanayi şehri izlenimi veren görüntüleri ve komünist dönemin tüm zevksizliğini taşıyan blokları aşıp otobüs garına sabah 6:30 gibi varıyoruz.
Metro ve Has Turizm’in burada yazıhaneleri var ama bu saatte kapalılar. Sofya otobüsünü ayarlamak için dükkanlardan birine giriyoruz. Sıklıkla araç var ama bilet alımı sadece leva ile yapılıyor. Bizde leva yok, leva alacak açık döviz bürosu da yok. Öğreniyoruz ki saat 8 ‘e dek kapalı kalacaklar.
Elimizdeki haritadan yerimizi bulup yola koyuluyoruz. Garın oradan Roma forumuna dek uzunca ama güzel bir yol olan İvan Vazov Bulvarı’ndan ilerliyoruz. Ama ne yol… Ağırlıklı olarak 1900 ‘lü yılların ilk çeyreğinde yapılmış art nouveau binalar ve yol kenarında sağlı sollu duran çınarların gölgesinde, trafiğe kapalı bir yol burası. Bazı kamu binaları, triko satan dükkanlar, ayakkabıcılar ne ararsanız var. Yolda bir Türk ‘e rastlıyoruz. “Meydana dek dümdüz gidiyorsunuz, arkası eski Plovdiv. Doğru yoldasınız ” diyor.
Yolun sonunda büyükçe ama saat itibariyle oldukça ıssız olan Tsentralen Meydanı’na varıyoruz. Tahminen sentral (merkez) meydanı buranın adı. Gezinen yaşlı kadınlar, amaçsızca yürüyen ihtiyarlar ve işlerine giden diğerleri… Eski adı şehrinde adı olan Trimontium Oteli’nin ( günümüzde burası Dedeman olmuş) önündeki meydanda bir cumartesi sabahı olmasına rağmen bir oraya bir buraya gidiyorlar. Bizse karı koca bir kenara oturmuş kahvaltı niyetine zeytin ezmesi sürdüğümüz ekmeklerimizi yiyerek çevremize bakınıyoruz.
Plovdiv oldukça eski bir tarihe sahip. Araştırmalar 5000 senelik bir geçmişi olduğunu gösteriyor. Aslında şehir kimi taş ocağı olarak kullanılmış tam yedi tepe üzerine kurulmuşsa da Romalılar bu şehri ele geçirince “üç tepeler” anlamına gelen trimontium adını vermişler. Bunda da haklılar çünkü şehrin silüetine hakim sadece yedi tepe mevcut. Güncel ismi Plovdiv ‘e ulaşana kadar defalarca adı ve elbette ki şehrin sahibi de sürekli değişmiş. Traklar şehri kurduklarında Eumolpias adını vermişler. Makedonyalı Philip şehri ele geçirince kendi adını vermiş. Philippoupolis haline gelen şehir Bizanslılarca yönetilmiş. İlk Bulgarlar Plavdin demiş. Arada defalarca Bulgarlar ve Bizanslılar arasında gidip gelen şehri bir ara İstanbul’u da yöneten Latinler ele geçirip düklük statüsünde yönetmişler. Bizimkiler ise Lala Şahin Paşa ‘nın ele geçirdiği şehri 1364 ila 1878 arasında yönetirken Filibe demişler.
Otelin karşısında yer alan kulübelerin ancak bir iki tanesi açılmış. Hediyelik eşya satılıyor olabilir diye düşünüyorsak da açılanlar sadece gazeteci. Arka kısımda yer alan büyük alanda Roma forumundan kalanlar görülebilir. Bu kısım epeyce büyük bir alanı kaplamakta. Kalıntılar arasında pek mermer parça görünmemekte. Tuğla ağırlıklı olarak kullanılmış.
Meydanda dolanan ya da geçip giden kalabalığın kaynağı olan alt geçide yönelip yolumuzda ilerliyoruz. Alt geçitte de, ortada mermer parçalar ve mezar ştelleri sergilenmekte.
Neyse, bize en az iki saat kaybettirecek yöne ilerliyoruz ve amfitiyatroya doğru yürüyoruz. İlerilerde bir yerde, tepede dev bir heykel mevcut. Nazi Almanyası’nın işgalinden kurtaran Rus askerlerinin anısına 1955 yılında dikilmiş. Alyoşa olarak biliniyor. Öte yandan üzerinde antik tiyatronun yer aldığı tünele girmeden yolun sağında yine tarihi kalıntıların yer aldığı bir alan görülebilir. Zaten karşısında Sen Ludwig isimli sıradan bir Katolik kilisesi bulunmakta.
Yolun sağında çalışan işçilerden epeyce negatif enerji alınca yolun karşısına geçtik. Burada çan kulesi ahşaptan, Sveti Marina adında güzel bir kilise var. Kapalı olduğu için içerisine giremedik. Bu taraftan bir çıkış bulamayınca tünelden geçerek yolu aştık. Buradaki kısım o kadar huzursuz edici ki anlatması zor. Zaten Bulgaristan için iç açıcı tek bir yazı dahi okumamıştım. Bir elimde fotoğraf makinam diğerinde sabahtan beri cebimde açık duran çakımla, geride eşim olduğu halde merdivenlere ilerledim. Geçişin çalılardan zorlaştığı, şişe ve yapıştırıcı kutularından pekte tekin olmayan bir yere geldiğimi anladım ve tekrar geriye dönüp yolumuzda ilerlemeye başladık.
Yolun üzerinde, solda bir hamam mevcut. Bu yol bizi Meriç Nehri’ni aşan köprüye ulaştırıyor. Köprünün dolayısıyla nehrin ötesinde fuar alanı dışında pek bir şey yok. Öte yandan bu noktadan itibaren art nouveau yapılar tekrar başlıyor. Haritaya göre yolumuza devam ediyoruz. Gene bir park daha. Duruyoruz. Eski Filibe ‘yi gezeceğimiz için biraz dinlenelim diyoruz. Etrafı gözlemliyoruz. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış ihtiyarlar, bağıra çağıra Türkçe konuşan Çingeneler ve park görevlileri dışında kimse yok burada.
Yukarı kıvrılan Arnavut kaldırımı yola sapıyoruz. Safranbolu evlerinin benzerleri sıralanmış yolda. Yine de sokağın ıssızlığı ve güvensizliğini anlatmak zor. Kısa bir yürüyüşün ardından Sveti Nedelya kilisesine ulaşıyoruz. İçeri giremeyince kestirme olsun diye bahçesinden geçip aşağı caddeye iniyoruz. Nerede olduğumuzu anladıktan sonra ne yapacağımızı konuşuyoruz. Kararımız nehre inmek ama sorun nereden gideceğimiz. Köşedeki bakkala girip “Maritsa, most” diyorum. Kadın anlayıp yolu tarif ediyor. Bunu yaparken de üşenmeyip dükkanından çıkıyor.
Bu noktada da epeyce kalıntı mevcut. Ama nedir, kimlere aittir bilemiyorum.
Nehre kısa bir yürüyüş ile ulaşıyoruz. Bartında, çayın kıyısında gibiyiz. Aynı hava bire bir burada. Söğütler, meşeler burada nehre eşlik etmekte. Başında çıplak iki erkek heykelinin olduğu köprüye dek ilerliyoruz.
Meriç burada oldukça sığ. Halbuki Bulgaristan ‘ın en iyi kürek parkurlarından birisinin burası olduğunu okumuştum. Kürek çekmek yerine pek çok kişi ellerinde kamışlarla suya girip balık tutmaya çalışıyor. Nehrin karşı kıyısında fuar alanını, daha doğrusu demin konuştuğumuz Bulgar amcamın deyimiyle “panayır”ı görüyoruz. Karşı kıyıda otel ve kafeteryalarda var ama şehirle ilgili hayal kırıklığımız o denli derin ki ayaklarımız varmıyor bir türlü oralara gitmeye…
Haritaya son bir kez daha bakıp şansımızı son bir kez daha deneyeceğiz. Olmazsa gardayız.
Solda batakhane- casino karışımı bir mekan var. Camlarında göğüsleri dev balonları andıran hatunların resimleri yer almakta. Yanında bir kafe. İçi cıvıl cıvıl gençlerle daha doğrusu kızlarla dolu.
Neyse bu kez yolun solundan ilerliyoruz. Haritaya göre bir yol olmalı ama bulamıyoruz. Kılıksız bir tipin girdiği aralığa dalıyoruz. O da ne? Bulduk. Sadece küçük bir yönlendirici levha olsa bu kadar yürümemiş olacaktık.
Tipik bir Türk yerleşimindeyiz. Aynı tarz binalar, taş yollar, küçük meydanlarıyla bizden bir mahalle. Her sokağa giriyoruz. Evlerin önemli bir kısmı onarılmış, küçük ücretler karşılığında gezilebilir şekilde turizme kazandırılmış. Mesela Kuyumcuoğlu ‘na ait bina günümüzde etnografya müzesi olmuş. 1847 tarihli. Meşhur Lamartine ‘de bir dönem buradaki evlerin birinde yaşamış. Kahverengi, güzel bir bina ise Balabanov Evi. Hindiyan Evi’nin içine girmedik ama içi en güzel ev o imiş.
Buradan Elena ve Konstantin Kilisesine yöneliyorum. Fotoğraf çekimi yasak. Bahçesindeki ştelin ve giriş kapısının yanındaki duvarlardaki çizimlerin görüntüsünü alıyorum. Özelliği şehrin en eski kilisesi olması.
Sokak sokak geziyor, dolanıyoruz. Adam başı 15 euro olan oteller, hosteller bu sokaklarda. Bizse hatıra namına bir dükkandan magnet alıyoruz. Neyse ki kadın euro kabul ediyor. Buradan hisar kapı ‘ya yöneliyoruz. Neredeyse unutacaktık. Bu kapı aslında Philipopolis şehrinin surlarının doğu kapısı. Antik tiyatro ile aynı dönemde yapılmış. İspanyol turistler bir rehberin peşinden yürüyorlar.
Hazır gelmişken antik tiyatroya da gidelim diyoruz. İleriden gelen turist grubuna sesleniyorum ama tınlayan yok. Neyse ki grubun sonundaki kadıncağız yolu tarif ediyor. Tarife göre ilerliyoruz. Köşede bir kilise daha var. Eşim kapıda bekliyor ama ben içeri dalıyorum. Adını net hatırlamıyorum, sanırım Kutsal Bakire kilisesi burası. Burada da fotoğraf çekimine izin yok. Öyle bir tütsü kokusu var ki kendimi zor atıyorum dışarı. Burada da bir dilenciye yakalanıyorum. Bir kaç leva vermemi istiyor. Bende kuruş yok, olsa da vermem.
İleride şapelimsi yapının yanında pis bir yol yukarı doğru uzanıyor. Tüm tekinsizliğine ve pisliğine rağmen dayanamıyorum yola atılıyorum. Aşağıdan gördüğüm o Drakula şatosuna benzer yapıya ulaşıyor ve ön terasından şehri seyrediyorum. Tüm şehir ayaklar altında. Tam önümde viran görünümlü binaların ötesinde Cuma Camii ve aynı adlı meydanın etrafındaki Barok yapılar görülüyor. Cuma Camii şehrin çalışan tek camisi ve zamanında şehrin merkez camisi imiş. Daha da ötelerde şehrin yeni kısımları görüş açısına dahil oluyor.
Panorama çekeyim derken arkamdaki metruk evden gelen sesler beni epeyce ürkütüyor ve bende uçarcasına kaçıyorum.
Buradan aşağıya iniyoruz. Artık tiyatrodan umudu kestik. Yolda Boyacıev Evi’ni ve önünde, boş çerçeveden bakan heykeli görüyoruz. Susuzluğumuzu ise camiye giden yoldaki su sebilinden gideriyoruz. Amerikan filmlerinden bildiğimiz fıskiye şeklindeki sebiller bunlar. Kana kana içiyoruz.
Cuma meydanındayız. Burası çok hoş bir meydan. Cıvıl cıvıl. Ortada Roma Dönemi’nden kalan stadyuma ait kalıntılar ve kral Philip ‘in heykeli var. Etrafta alışılageldik tarzda güzel binalar mevcut. Hangi yöne gitmemiz gerekli bilemiyoruz. Garanti olsun diye kenarda duran esmer ayakkabı boyacılarına gidip “Türkçe bilen var mı ?” diye soruyorum. Önce panikleyip birbirlerine bakıyorlar. Neden sonra bize yolu tarif ediyorlar. Bize kalsa gene tam ters yoldan gidecekmişiz.
Caddeden ilerliyoruz. Caddenin adı Knyez Alexander Batenberg Caddesi. Sabah, oturup bir şeyler yiyerek milleti seyrettiğimiz Roma forumunun olduğu meydana dek uzanıyor. Önce bir döviz bürosu bularak para bozduruyorum. Bulgaristan’da euro alış 1,95 , satışsa 1,96 leva. Neredeyse Türkiye ile aynı. Fakat söylentiler kurların yazılan oranlardan hep çok aşağıda olduğu ve itiraz edildiğinde nahoş durumlar ile karşılaşıldığı şeklinde. Kadın ona verdiğim 70 euro ‘yu 1,94 oranında bozuyor. (Sofya’da oran 1,93) Bir şehir efsanesi daha çöküyor böylece.
Cadde sağlı, sollu kafeterya, telefoncu ve giyim satan firma ile dolu. Elbiseler bizdekilere oranla çok ucuz ve çokta açık. Hoş, Bulgar kızlar bu şekilde giyinmeyi çok seviyor. Etekler inanılmaz derecede kısa, pantolonların belleri çok düşük. Erkeklerin bile kıçları görünüyor. Göğüslerin önemli bir kısmının görünmediği tişört yok gibi.
Sokaklardaki kadın erkek oranı ezici bir şekilde kadın lehine. Erkekler epeyce şekilsiz. Genelde kalıplı ve boylular. Kadınlarda ise boylu ve çok uzun olanlar bile ağırlıklı olarak yüksek topuklu ayakkabıları tercih etmekte. Dergi kapaklarında Suriyedeki gibi Kıvanç Tatlıtuğ resimleri yer almakta.
Cuma Meydanı’ndan Tsentralen Meydanı’na giderken küçük bir meydancığa denk geliyoruz. Sağda, biraz ötede epeyce büyük, yeşil bir park var. Solda ise turizm bürosu. Giriyorum. Nemrut bir kadın girişte oturmuş, iki esmer, genç ve güzel kız ise harita ve bilgi veriyorlar. Harita dediğim dosya kağıdına çekilmiş fotokopiden ibaret. Dışarı çıkıyorum. Yan taraftaki Roma dönemi kalıntıları görünce tekrar içeri girip “Roma Tapınağı mı?” diye soruyorum. Esmer kız bana yaklaşıyor, elini beline koyarak hesap sorarcasına “this is not a Roman temple, this is a Roman odeon” diyor.
Eşimin yanına gidiyorum. Geldiğimiz caddeye yönelip dönüş yoluna ilerliyoruz. Burada cebimden bozuk para çıkarmaya çalışırken çakımın cebimde açık durduğunu unutuyorum. Sonuç parmaklarımın hafiften doğranması oluyor. Parmaklar hacamat olduğundan fotoğraf makinesinin kontrolü de eşime geçiyor.
Otogara geliyoruz. 12:30 ‘da Sofya’ya bir otobüs var. Adam başı 12 leva ödeyerek (yaklaşık 6 euro) biletlerimizi alıyoruz. Biletçi kız yardım etmek için çırpınıyor ama tek kelime İngilizce bilmiyor ne yazık ki. (Burada litrelik su 1 leva, tuvalet 0,40 leva) Metro’nun şoförleri olsun, çalışanları olsun epeyce yardımcı oluyorlar.
Her şey planladığım gibi. Otobüsümüz çift katlı ama biraz eskice bir araç. Yerimiz üstte. Bana göre bile epeyce dar olan koltuklarda eşim ancak çapraz oturabiliyor.
Kah uyuyup kah uyandığım yol anlatmakla bitmeyecek manzaralara sahip. Sonsuz ormanlar, dereler, bitmek tükenmek bilmez ayçiçeği tarlaları.
Harika bir manzarayı seyrederek yolu bitiriyor ve şehre ulaşıyoruz. Dev kütleli komünist blokları, Alman art nouveau ‘su binalar bizleri karşılıyor. Halkın kılık kıyafetine bakarsanız Plovdivliler epeyce mutaassıp kalıyor başkentlilere göre.
Neyse… Gara giriyoruz. Hemen karşımızda informasyon var. Kadın İngilizce bilmiyor. Firmanın adını söylüyorum. “Kaleya?” Parmağı ile gösteriyor bize. Gece 12 ‘ye Üsküp otobüsünde yerlerimizi ayırtıyoruz. (32 leva adam başı) Sırt çantasını emanetçiye bırakıyoruz. Adam benden 3 leva alıp bir kağıt tutuşturuyor elime.
Gardan çıkıyoruz. Sofya’yı iyi çalışmış durumdayım. Zaten gezilecek yerler belirli bir yerde toplanmış durumda. Garın olduğu yere ulaşan Maria Luiza Bulvarı geceleyin şehrin en tehlikeli yerlerinin başında geldiğinden epeyce huzursuzum. En yakın durağı bulup istasyona varmamız lazım. Binmemiz gereken tramvay ve otobüslerin numaralarını biliyorum ama durakların yerlerini bilmiyorum. Henüz kulübesinin kapısını kapatan bir gazete satıcısını durdurup soruyorum. Adam “uzak değil, yürüyün” anlamında bir işaret yapıyor. Aslında Sofya’da toplu ulaşım epeyce ucuz. (Bir bilet 1 leva)
Garın oradan meşhur “aslanlı köprü”ye dek uzanan yol oteller, kafeteryalar akla gelen her türlü dükkan ile dolu. Üşenmeyip çoğuna giriyoruz. Tekstil fiyatları bizimle aynı aşağı yukarı. Ama kozmetikte tüm Türk halkı olarak soyulduğumuzu görüyoruz. Fiyatlar arasında büyük uçurumlar olduğu gibi çeşitlilik konusunda da geri kalmışız. Çocuk giysisi ve oyuncakta ise pek bir fark yok. Ayrıca garın çıkışında Dedeman‘ın bir de oteli var. Gözlemlediğim kadarıyla risk oluşturacak bir şey yok.
Aslanlı Köprü ise şu an bakımda. Onarım işini bir Türk firması almış. Köprü, gayet uyduruk bir kendi halinde akmaya çalışan, rengi belli olmayan bir suyun üzerinde. Özetlemek gerekirse gardan ya da tren istasyonundan inip önünüze çıkan Maria Luiza Bulvarı boyunca dümdüz yürürseniz yol sizi aslanlı köprüye dek getirecek. Buranın ötesi şehrin kalbi.
Önce Sirkeci Garı’na benzer bir binaya denk geliyoruz. Onun girişini ararken güzel ve büyük bir sinagoga denk geliyoruz. 1909 tamamlanıp kullanıma açılan tapınak Avrupa’nın en büyüklerinden imiş. Sirkeci Garı’na benzer bina 1905 yılında inşa edilmiş bir alışveriş merkezi imiş. Adı da Merkez Hali. Salt meraktan içine giriyoruz. Dışıyla tezat oluşturan, pimapenden bir çatı oluşturulmuş. Ağırlıklı olarak yiyecek satan dükkanlar mevcut. Ama bunun yanı sıra başka tarz dükkanlarda bulunmakta.
Her işimizi garantilediğimiz için sırada karnımızı doyurma faslı var. En güvenilir yer diye köşedeki Mc Donald ‘s ‘a dalıyoruz. Fiyatlar burada da bizimle kıyaslandığında daha ucuz. İki menü alıp bir köşeye gidiyor, hem kendimizi doyurup hem de gelip geçeni seyrediyoruz. Fashion TV halt etmiş. Oldukça zarif ama açık giyimli kızlar birer ikişer girip çıkıyor mekana.
Sofya ‘yı Trakyalılar kurar ama Romalılar ele geçirir. Şehrin adı ilk kurucusu olan Trak klanına atfen Serdika olur. Roma mirasını elbette ki Bizans devralır ama onlardan da şehri Bulgarlar. 1382 Osmanlıların şehri aldığı yıldır. Ticaret yolları üzerinde olduğu için şehre Osmanlılar büyük yatırımlar yapmış ve gelişmesini sağlamıştır. Şehir camilerle dolar. Osmanlı, Bulgaristan ‘ı terk ettiği zaman, arşiv belgelerinden tespit edildiğine göre, sadece bu kentte 32 cami ve mescit, birisi Daru’l-Kurra olmak üzere 8 medrese, 15 tekke ve zaviye, 3 imaret, 2 türbe, 13 han, 7 kervansaray vs. toplam 170 vakıf eseri geride bırakmış. 1879 ‘dan beri Bulgaristan ‘ın başkenti durumunda şehir. Şehrin bir de mottosu olur. “Büyür ama yaşlanmaz”
Yollardayız gene. Kapalı olan Banya Başı Camii’ni solumuza alıp elimizde harita ilerliyoruz sokaklarda. Bal rengi kesme taşların arasına yerleştirilmiş kiremitlerin 15 m. lik bir kubbeyi taşıdığı, 1576 yılında yapılmış yapı kesin olarak emin olunmasa da bir Mimar Sinan eseri olarak geçiyor. Mimar Sinan ‘ın şehirde günümüzde kilise olarak kullanılan bir cami ve külliyesi var ama bulamadık. Az bilinen diğer adı Kadı Seyfullah Efendi Camii. Yakınlarında hala kullanılan ve kullanımı ta Romalılara dek uzanan termal su kaynakları olduğu yazıyorsa da gözümüze çarpmadı. Zaten banya başı ismi buradan gelmekte ve çok banyo demekmiş.
Her yer ağaçlık, yemyeşil. Konuşan insan gruplarından sıklıkla Türkçe de duyuluyor.
Ulusal Kütüphane’nin önündeki meydana geliyoruz. Bir şehirde bu kadar meydan ve park olmasını aklım havsalam almamakta bir türlü. Burada arkeoloji müzesi var. Giriş 10 leva. Fazla pahalıca geliyor doğrusu. Günümüzde arkeoloji müzesi olsa da burasının bir zamanlar, ta 1494 ‘ten 1894 ‘e dek Sofya şehrinin merkez camisi olduğunu elbette biliyoruz.
Meydanın yanındaki büyük binanın iç avlusunda ise rotunda var. 4. yüzyıla dek giden bina şehrin eski tarihi yapısı. Sveti Giorgi Şapeli olarak geçiyor. Eşimi bırakıp ilerliyorum. Tek kubbede İsa‘nın çoğu doğu Avrupa kilisesinde olduğu gibi pantokrator olarak resmedildiğini görüyorum. Bakıcı kadın dışarıda iken çekim yapmaya çalışıyorum ama nafile. Girişe göre saat 11 yönünde aşağıya inen bir merdiven yeri var. İçerideki freskler 10 ila 12. yy da yapılmış. Bizimkiler bu yapıyı da 1. Selim döneminde bir minare ekleyerek “Gül Camii” adıyla cami olarak kullanmışlar. Muhtemelen bir martirium olarak inşa edilmiş. 1898 ‘de Batenberg ‘in geçici mozelyumu olarak kullanılmış. 1915 ‘te ise minaresi yıkılıp içindeki tüm İslami izler silinerek tekrar kiliseye dönüştürülmüş.
Çıkarken kadının teki yapışıp bir fresk almak istediğini ima eden hareketler yapıp para istiyor. Uzaklaştırıyorum. Rotundanın önünde, günümüze sadece temellerinden izler kalan büyükçe bir kilise kalıntısı bulunmakta. Üç apsisten kalan izler neyin içerisinde olduğumuzu anlayamadığım yapının avlusuna giriş yapılan yerde görülebilir. Sheraton Oteli’ni de görebildiğim yerden baktığımda kamu daireleri ve restoranlar var iç avluda. Öte yandan dışarıdaki kapıda iki süslü giysili nöbetçi anlayabildiğim kadarıyla cumhurbaşkanlığı rezidansının önünde nöbet tutuyorlar.
Ön yüzünde neo klasik sütunların olduğu eski komünist parti binası, uzun ve çok hoş sarı bir renge sahip Ulusal Sanat Galerisi gibi pek çok büyük ve güzel yapıya ev sahipliği yapan meydanı geride bırakarak 77-78 savaşında bize karşı dövüşen Rus askerlerinin onuruna 1912 ‘de inşa edilen Rus Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Masalsı bir görünüme sahip sevimli bir yapı. Altın kaplı olduğu söylenen soğan kubbeli kilisenin çan kulelerinin parasını son Rus çarı 2. Nikolai bağışlamış. Ana kubbenin yanındaki dört yönde daha küçük birer kubbecik daha var. Merdivenleri hızlıca tırmanarak içeri giriyorum. Fotoğraf çekmek burada da yasak ama izin verilse dahi çekim yapmanın bu karanlıkta mümkün olabileceğini sanmıyorum. Ağır tütsü kokusuna ise dayanmak mümkün değil. Bulgar kilisesinin baş piskoposlarından birisinin kriptada mezarı olduğu için önemli ziyaret yerlerinden biri olduğunu okumuştum buranın.
Yolun tam karşısındaki dükkandaki dev boyuttaki, renkli paskalya yumurtasını da kaçırmadım tabii ki.
Buradan Aya Sofya’ya gitmek için sola sapıyoruz. Hediyelik eşyaların satıldığı bir nevi açık hava bir pazarı burası. Sadece hediyelikler ve hatıralar yok burada. Komünist dönemden kalan madalya vb dışında çok sayıda Nazi nişanı, kaması vb de bulunmakta. Gerçekliği su götürür ama bunların epeyce meraklısının bulunduğunu biliyorum. Hediyelikler burada çok ucuza. Gümüş dilli bir kadın bize epeyce parça satıp paralarımın bir kısmıyla vedalaşmama neden oluyor.
Aya Sofya’dayız. Şehrin eski katedrali ve ayrıca camilerinden birisi burası. Roma Dönemi’nde Sofya ‘nın Serdica olduğu zamanlarda burada bir arena olduğu ve ilk Hristiyanların burada eğlencelik amaçla gladyatörlerle dövüştürüldüğü ve katledildiği bilinmekte. Daha sonra burada yapılan kiliseler Gotlar ve Hunlar tarafından yıkılır. Justinianus döneminde tıpkı Abdülhamit döneminde önemli şehirlerin hepsinde birer saat kulesi yapmamız gibi her önemli kente bir Aya Sofya inşa etme modası sırasında buraya da bir kilise yapılır. Biz ele geçirince bir minare ekler ve cami olarak kullanmaya başlarız. 1818 ve 1858 depremlerinde minare yıkılır ve yapı önemli ölçüde hasar görür ve kullanıma kapatılır. 1878 ‘de başka amaçlar için kullanılmak üzere açılır. Tekrar ibadete 1998 yılında açılmış.
İçerisi üç apsisli bir yapı. Pek fresk yok. Nartekste 5.yy dan kalan tuğlalar bir camekanın ardında sergilenmekte. Üst katına çıkış varsa da çıktığım halde oradaki bölme kapalı olduğundan içeri giremedim. Zeminin altına inen merdivenlerin ötesinde de –her ne varsa- aynı şekilde kapalı olduğundan göremedim.
Sanırım bir çocuğun vaftiz törenindeyiz. Zaten 14. yy da Serdica ‘ya yeni ismini veren kilise düğün, vaftiz ve cenazelerde gözde mekanlardan biri imiş. Seyrediyoruz töreni. Hiçbir şey anlamasakta tanıdık ritüeller, kulaklarımızın aşina olduğu ilahi formları bizi şaşırtıyor. İçerideki boğucu havaya karşın oturmak iyi geldi bana. Tütsü kokusu olmaması ise harika.
Buradan şehrin yeni katedrali olan Alexander Nevsky ilerliyoruz. Aya Sofya ‘nın yan cephesinde meçhul asker anıtı ve sönmeyen ateşi de görebilirsiniz. Nevski katedrali piramidimsi, yüksek bir ikizkenar üçgeni anımsatmakta. Pek ısınamadım. Belki de bunda çar Alexander adına yine 77-78 savaşında Bulgarların bağımsızlığı için ölen Rus askerlerinin onuruna yapılmış olması yatıyor olabilir. İki yüz bin Rus
bu savaşta ölmüş. “Gebersinler” diyorum, ne insan kaynağı varmış adamlarda. Vur vur bitmemiş bir türlü.
İçine giriyoruz gene de. Neo Bizans tarzı yapının özellikle altar kısmında restorasyon çalışmaları var. İçerisi zifiri karanlık neredeyse. Makinamı eşimin çantasının üzerine koyup 4 sn olarak ayarlıyorum. 45 m yüksekliğindeki kubbeyi de gene aynı şekilde ve aynı ayarlarla resmediyorum. Kubbede kim olduğunu kestiremediğim beyaz saçlı, pos bıyıklı bir adamın tasviri varmış. İyi yakalamışım doğrusu.
Karanlıkta pek bir şey göremiyoruz. 1882 ila 1912 yıları içinde inşa edilen kilisenin kriptasında zengin bir ikona sergisi olduğunu biliyoruz ama bu kısma girişi daha da önemlisi biletlerin kimin tarafından satıldığını tespit edemiyoruz. İç kısımda ağırlıklı olarak renkli İtalyan mermerleri kullanılmış.
Dışarı çıkıyoruz. Ortodoks kiliselerinde görmeye alışılmadığımız şekilde girişe göre sol taraftaki kapı oldukça süslü ve zarif. Onun dışında pek de görülecek bir özelliği yok. Yine girişe göre sağ tarafta, ilerilerde görülen büyük ve güzel bina ise Yabancı Sanatlar Müzesi.
Bu sırada hava kapanmış. Gördüğümüz güzel parklara gidip oturalım diyoruz. Uzaklardaki Vitoşa Dağı’nın zirvesi görünmüyor bulutlardan. İlk parkta bir banka oturup bir şeyler atıştırıyoruz. Hava benim için epeyce sıcak. Önce ayakkabılarımı ardından çoraplarımı çıkarıyorum. Bir köpek gelip ayaklarımı kokluyor. Onu gezdiren kadın kendini tutamayıp kahkahaları koyuveriyor. Biz de öyle…
Sonrasında hava iyice kararıyor ve rüzgar şiddetleniyor. Küçük yağmur damlacıkları atıştırırken önceleri umursamadan oturuyorsak da
sonrasında kaçmak zorunda kalıyoruz. Tekrar güneş çıkınca öteki parka gidiyoruz. Burası daha büyük bir park. Meğerse tabiat ana bize pusu kurmuş. Parkta yağmur geçen sefere oranla daha hızlı bir şekilde bastırıyor. Büyük bir çınarın altındayız ama ağacında direnci kırılıyor. Büyük tiyatroya kaçalım derken yanımızda boş duran kafeteryayı fark edip onun dev şemsiyesinin altına sığınıyoruz. Yağmur şiddetini daha da arttırıyor ama bizim için bir problem yok. İsterse gece yarısına dek yağabilir. Tiyatrodan çıkan yeni evli çifti, onların arkasından gelen sağdıç ve nedimelerini izliyoruz bir müddet. Tam karşımızdaki kafeteryadaki müşteriler ve çalışanların etek boyları dikkatimizi çekiyor ardından. Alman tarzı binalar aklımı alıyor sonrasında. Parkın turizm polisleri ve onlarla konuşan dondurmacı kadın ise bize bakmakta devamlı.
Yağmur diniyor. Hedeflediğimiz tüm noktalara ulaştığımız için o sokak senin, bu cadde benim girip çıkıyoruz. Sveti Nedelya Kilisesi’ne varıyoruz ama içine girmeye üşeniyorum. Nasıl olsa fotoğraf çektirmeyecekler. Bense çabucak sinirlenen bir tipim.
Mağazalara girip çıkıyoruz. Zamanla bu da bayıyor. Dondurma yemek için tekrar Mc Donald ’s ‘a giriyoruz. Bir Çingene kız giriyor mekana. Kız epeyce boyanmış, süslenmiş, takmış takıştırmış. Her masadan bir şeyler istiyor. Biz sepetliyoruz ama karşı masadaki turistler tabaklarında ne varsa veriyorlar. Bunun dışında ilginç bir şey yaşanmıyor bizde sıkılıp gara dönüyoruz.
21’de İstanbul’a otobüs var. Büyük bir kalabalık bunu bekliyor. Dünkü Koreliler de burada. Selamlaşıyoruz içtenlikle. 23 ‘ teki İstanbul otobüsünde de yer yok neredeyse.
Bizse demir koltuklarda oturmaya çalışıyoruz. Uyumaktan geçtik çoktan. Tahminlerimizin ötesinde, gar oldukça güvenli bir mekan. Güvenlik görevlileri üçlü gruplar halinde sürekli devriye geziyor. Zaten mekanda bir bar ve bir de casino var. Kafeteryaları saymıyorum bile.
Gerek bilet alıp bekleyen gerekse üst kattaki casinoya yönelen hatunları da saymıyorum J
Nihayet bizim içinde zaman doluyor. Otobüsümüzün kalkacağı perona yöneliyoruz. Araç geliyor. Bizimle beraber topu topu on beş kişi ya var ya yok.