Sabah erkenden kalkıyoruz. Tüm gün Belgrad’ı gezeceğiz. Ama eşim başının döndüğünü söylüyor ve yataktan kalkamıyor. Umarım sandığım şey değildir çünkü evden bu kadar uzakta, İngilizcenin bu kadar az konuşulduğu bir yerde ne yapabilirim en ufak bir fikrim yok.
Yiyecek bir şeyler almaya gidip geliyorum. Eşim onu bile yiyemiyor. Bense yemeye çalışırken ağzıma gelen eti zorlukla tükürüyorum. O kadar da ısrar etmiş, anlatmaya çalışmıştım domuz eti olmaması için böreklerde. Ama olmuyor, neyse ki Allah koruyor.
Başka bir şeyler arıyorum almak için Tuna kıyısında ilerliyorum. Bu şehirde çok güzel binaların bakımsızlıktan dökülmekte olduğu, kadınların hayatta epeyce söz sahibi oldukları ilk gözlemlerim. Dönüş yolunda bir bakkala giriyorum. Bakkal (ki fişin üzerinde soyadının Topaloviç olduğunu öğreniyorum) tip olarak Anadolu’nun her hangi bir kasabasının kahvesinden alınıp da tezgahın arkasına yerleştirilmiş gibi. Muz, süt gibi enerji verir diye düşündüğüm şeyleri almaya çalışıyorum. Sıradaki 2 m lik papaz görünümlü adam bana öncelik veriyor, bakkal ise bana verecek muzları teker teker seçiyor. Gördüğüm kadarıyla muz bizim paramızla 2,5 TL kadar ama süt Türkiye ile aşağı yukarı aynı. Burada da bakkallar alışverişten sonra fiş veriyor ve en ufak bir turist tarifesi uygulamadan işlerini yapıyorlar. İşler tıkırında gitse yaşamayacağım durumlar, yapmayacağım alışverişler, girmeyeceğim sokaklar hepsi.
Ama hostelde durumlar pek iyi değil. Eşim hastaneye gitmek istiyor. Hostel sahipleri ile konuşuyorum ve yürüme mesafesinde bir tane olduğunu öğreniyorum. Güzel de yürümemiz mümkün değil. Odaya dönünce bin bir güçlükle eşimi dışarı çıkarıyorum. Beş altı taksi durduruyorum. Ya anlamıyorlar ya da dedikleri gibi çok yakın diye almaya üşeniyorlar.
Nihayetinde bir taksici duruyor. Tipinden de yardımsever olduğu aşikar biri. Eşim arkada. Geçtiğimiz yollar devasa yapıların olduğu yerler. Yolun iki kenarında da NATO bombardımanında vurulan binalar yer almakta ve ibret olsun diye de halen onarılmamış.
Bu sırada eşim kusuyor. Hiç böylesi olmamıştı. Şoför ise yüzünde en ufak bir iğrenme, küçümseme yada “neden bunları aldım araca” ifadesi olmaksızın sağdan soldan naylon torba bulmaya çalışıyor. Bizi acil servisin kapısına kadar getirip bıraktığı hastane epey güzel görünümlü ve büyük bir yere benziyor. Parayı verip üstünü bırakıyorum. Üst dediysem kuruş düzeyinde bir şey ancak ama adamın yüzünde içten bir mutluluk var.
Hastaneye giriş tam film. Dört-beş hemşire kapıda duruyor. Sanırım mostralık. Çünkü içeride koşturan, üstü başı batık tiplerden tamamen zıt, bakımlı kızlar ama yardım sıfır. İngilizce de bilmiyor olmalılar. Hoş, acilin gişesi de pek farklı değil. Neyse burada insanlar çat patta olsa konuşabiliyor yabancı dil. Eşimin pasaportunu alıp kaydını açıp sedyeyle yukarı çıkarıyorlar.
Beklemedeyiz. Direkt nörolojiye gönderdiler. Bizden sonra boyu eşimden bir iki santim kısa bir kız daha geldi aynı yere. Bir müddet sonrasında içeri alınıyoruz. Topaç gibi, sarışın bir hemşire yardımcı olmaya çalışıyor önce. İngilizcesi iyi. Aksan yok. Sonrasında acilin doktoru da geliyor. Hızlıca bir kontrol süreci geçiyor. Büyütülecek bir şey yok diyor. Soğuk nedeniyle vücut güçsüz düşmüş, az dinlenmeli diye ekliyor. İlerideki yatakta sıra bekleyen Can Yücel benzeri adam burasının en iyi hastane olduğunu söylüyor. “Yapılacak bir şey varsa en iyisini yaparlar merak etme” diyor. Burada vitamin direkt damardan veriliyor. Kan tahlili ise parmaktan alınan bir damla kan ile yapılıyor. Kimse damara yapışıp da şırınga ile tüp almıyor. (Tam kan tahlili yapılmış) Ben eşimin kan grubunu öğrenmeye çalıştıklarını sanıyordum. İnsan azmanı görevliye bunu dediğimde “blood pressure, blood type” diyerek geçiştirdi. Muhtemelen “çekil ayak altından be adam” yerine söyler gibiydi.
Serum vb nedeniyle eşim hafif uyuklamaya başlarken odayı inceleme imkanı bulabildim. Dışarıdan harika görünen binanın içi dökülüyor. Halen sarışın kız tüm hastalara koşturuyor. Yaşlı hastanın eşi nereden geldiğimi soruyor çok ama çok düzgün ve anlaşılır bir İngilizce ile. “Türkiye” diyorum. Bizi izlediklerini, özellikle Orhan Pamuk ‘a çok saygı duyduklarını, Nobel ‘in daha önce verilmesi gerektiğini ama artık bu ödülün de fazlaca içinin boşaldığını söylüyor. Kadın çıkınca kocası ile konuşmaya başlıyoruz. Sırpları tahminlerimin çok çok ötesinde iyi insanlar olarak bulduğumdan bahsediyorum ilkin. Ülkelerinin pazarlamalarının çok kötü yapıldığı ile başlıyor. “Bir kaç manyağın peşine takılan bir kitlenin ve onların zorlaması ile harekete geçen sessiz kalabalıklarda suç” diyor. “Onlar da tepki verebilseydi işler değişirdi. Ne yapsak durduramadık ama olanlara sanıldığı kadar sessiz kalınmadı. Hepimiz deli değiliz” diye ekliyor. Bazı konulara girmeye çekiniyorum. Aklım her ne kadar eşimde ise de merak ve çekingenlik arasında sıklıkla gidip geliyorum.
Bazı gerçekleri biliyorum. En azından Balkanların çeşitli bölgelerine yaptığım önceki gezilerimde olanların daha detaylı ve daha farklı olduğunu gözlemleyebilmiştim. Sadece Sırplar değildi insanları katleden. Nedense Hırvatların yapıldıkları unutuldu yada duymazdan gelindi. Ama Mostar ‘ı yıkan, her milli maçtan sonra Müslüman mahallelerine girip olay çıkartmaya çalışan (biz döndükten çok kısa bir süre sonra Hırvatlar bizim ruhsuz ve milli bilinç yoksunu futbolcularımızdan kurulu takımımızı hem de istanbul’da farklı yendi. Sonrasında ise Hırvatlar gene Mostar ‘ı karıştırmış. Halbuki bizim Türk olduğumuzu öğrenen Sırplar bile bizim el hareketlerimiz ile Hırvatlara yapmamızı istediklerini işaret ediyorlardı, yazık.) Halen oluk oluk turisti Hırvat topraklarına gönderiyor, adamları ihya ediyoruz. Sırp ise sonsuza dek düşman edilmiş sanki. Katledilen Boşnaklar son zamanlarda Amerikan filmlerinin gündeminde. Ama her nedense katledilmiş olarak sadece Hristiyan Boşnaklar gösterilmekte. Katledense Ortodoks Sırplar. Hırvatlar ise sırtlarını sıvazlayan İtalyan ve Alman ağabeylerinin yanında Sırpların ve Boşnakların yaşadığı sefaleti izlemeye devam ediyor.
Sırbistanda yabancılık çekmediğimizi ve insanlarla oldukça çabuk kaynaştığımızı anlatıyorum. Bunun çok sürmeyeceğini, artık genç nüfusun zamanla Amerikanlaştığını söylüyor. Her yerdeki sorun bu anlaşılan.
Adamın da tedavisi tamamlanıp gönderiliyor. Bizi biraz daha tutuyorlar. Eşim biraz daha iyi ama gene başı dönüyor. Bize söylenen ise öteki binadaki polikliniğe gitmemiz. Bense Belgrad’da bildiğim tek yerin sadece bu oda olduğunu söylüyorum. Sarışın hemşire bize yardım için eşimin koluna giriyor ama nafile. Ancak eşimin yarısında kızın boyu. Ama alt kata kadar indiriyor bizi. Kimdir bilmem ama dediğim gibi bize, herkese suratını asmaksızın yardımcı oldu.
Alt katta çıkış işlemlerini yapmak için bekliyoruz. Beni badici kılıklı benden az biraz kısa biri girişteki küçük kayıt odasının arkasındaki bölüme aldı. Oturdum bir süre. Kim bilir kaç para ödeyeceğimi vb düşünürken kimse gelmeyince çıkıp “bulaşıkları mı yıkayacağım yoksa direkt mi döveceksiniz ?” diye sordum. Badici kılıklı olan yanıma geldi, anlamamış. Zaten bu coğrafyada espri anlama yeteneği beklemiyordum ama dediklerimi açıklayınca gülümsemeye başlıyor. “Böyle bir şey olmaz burada” diyor. Sonra soruyor “Fatura alacak mısın? Alacaksan 100 euro ama almayacaksanız gidebilirsiniz” Anlayamıyorum. Aslına bakarsanız adamı anlıyorum ama dediklerine anlam veremiyorum. Bir kaç kez tekrarlıyor ben sorduğumda. En sonunda “eğer içeyim diye para veriyorsan teşekkürler ama tedavi için vermeyeceksin. Fatura istersen onu 100 euro’ya satarım” diyor. Güzel espri. Üç beş bir şeyler veriyorum. Bizi ambulansa alıp öteki kliniğe yolluyorlar.
Eşim iyi olmadığını söylüyor. Ambulansın arkasında oturuyoruz. Pis kokan bir adamı yatırıyorlar önümüze. Çare uman bakışlarla süzüyor bizi. Yanıma ise gençten bir doktor oturuyor ama oda bir şey soracakmış gibi bakıyor. Niye baktığını anlamak için gözlerimi diktiğimde konuşmaya başlıyor. Konuşmamızdan Türk olduğumuzu anlamış, Türkçeye de kulağı Şehrazat dizisinden alışıkmış.
Neyse kısa süre sonra ambulanstan inip bin bir güçlükle işaret edilen yapıya gidiyoruz. Sonradan da baktım hastane çok büyük bir alanı kaplamakta. Tam kapıdan içeri girerken çıkmakta olan bir kız elimizdeki kağıtları aldı. Bakındı, içeriye gitti ve birilerine gösterip konuştuktan sonra yanımıza döndü. Başka bir yere gitmemiz gerektiğini kötü olduğunu söyleyip özür dilediği İngilizcesi ile gayet iyi dile getirdi. Ben nasıl gideceğimizi bilemediğimi söyleyince de eşimin bir koluna da o girip gideceğimiz yere dek bizimle geldi. Kah sürükleyerek, kah az kaldı dayan diyerek binaları aşarak eşimi getirdik bir binaya. Kız hep şu bina deyip küçük hedefler koyuyor bense eşimin her adımda iniltilerini duyup yavaştan çözülüyorum. Bilmediğim bir şehirde tüm korkularım ile yüz yüzeyim burada. Babamın öğütlediği, olmam gerektiğini söylediği evin reisi kavramını ortaya koymam lazım ama nasıl?
Sonunda kız (ki bu meleğin hemşire olduğunu konuşmalarımız sırasında öğrenmiş bulunuyorum) bizi bir polikliniğe getiriyor ama yanımızdan ayrılmıyor. Daha Sırp bürokrasisi ile mücadelemiz yeni başlıyor. Nemrut bir memure bana başta bir fırça kayıyor. Sanırım fırça nedeni bir Yunanlı ile Türk‘ün neden Sırbistan’a geldiği. Bunu bize söylüyor ama anlamadığımı görünce bizle gelen kızı haşlıyor. Eşim ise loş koridorda inildiyor oturduğu yerde. İnsanlar ise yanından uzaklaşmış ama korkuyla ona bakıyorlar. Aniden “höyt” diye ayaklansa bir iki yaşlı kadın aramızdan ayrılabilir bakışlardan anladığım kadarıyla.
Kız arada “turist” falan deyince biraz duraksıyor.” Problem paraysa öderim” diyorum. “Para değil sorun olan “ diyor hemşire kız. “Departmanlar arası iletişim problem” diye ekliyor. Sonrasında sarışın, uzun boylu bir bayan doktor da olaya müdahil olunca nemrut memure (nemrutska diyelim) aniden yumuşuyor. Bana bakıp Yunanlı nasıl Türk ile beraber oluyor diye tarzanca hareketlerle soruyor. Yunanistanda da Türkler var eşim onlardan diye halen bizim ülkede bile milletin anlamamakta ısrar ettiği detayları inmiyorum bile. Kendimi gösterip “Turska” diyorum sadece havalı bir şekilde. Gülüşüyorlar. Nemrutska eliyle çok konuştuğumu gösterip Yunan bu nedenle hasta dercesine hareketler yapıyor. İşler yolunda sanırım.
İşler gerçekten de yoluna girmiş. Hemşire kız bana işlerin tamam olduğunu, doktorun görmesi için biraz beklememiz gerektiğini söylüyor. Artık kendisine ihtiyaç kalmadığını belirtiyor. Teşekkür ediyorum. Sadece İngilizcesini biraz daha ilerletmesini söylüyorum. Eksiği sadece kelimelerde zaten. Grameri benden daha iyi ama kendince kötü. “Yabancı bir ülkede, çaresiz kalmış insanlara yardım edebilecek kadar İngiliz diline hakimsin; dil bilmek budur. Ama derdin şiir yada roman yazmaksa biraz daha ilerlet” diyorum. Kız mutlu oluyor, bunu yüzünden okumak mümkün. Ama bizim için yaptıklarının yanında hiç bir şey karşılık olamaz. Bizdeki tiplemeleri aklıma getiriyorum da… Acile getirdiğimiz çocuğumuzu ancak yatırmaya karar verip para ödeyecek olduğumuzda tedaviye alan, hiçbir sorumuza cevap vermeyen insanlarla kıyaslamak bile istemiyorum bu kızcağızı. İşini bitirip yoluna gidecekken tekrar dönüp türlü insanla bizim adımıza uğraşan, kaprislerini çekip bürokratik saçmalıklarla cebelleşen, eşimi benimle beraber sırtlayan bu kız kimdir bilmiyorum. Ama Allah yolunu açık tutsun. O kıza denk gelmeseydik muhtemelen ben saatlerce orada tarzanca atışır muhtemelen kavga çıkarır ve nihayetinde sağlam bir dayak yer kalırdım.
Artık rahatız. Şişmanca bir kadın bizi odaya çağırıyor. Loş bir oda. Elektronik tek cihaz muhtemelen türünün ilk örneklerinden basit bir bilgisayar. İnce uzun tipik Sırp tipli bir doktor masanın arkasında. Bir ilaç versin de İstanbul ‘a kadar kör topal gidelim. Tüm derdim bu. Belgrat’tan her sabah İstanbul ‘a tren var.
Çok düzgün, aksansız, tane tane bir İngilizce ile kağıtlarımızı soruyor. Ben pasaportları veriyorum nedense. “O kağıtlarla işim olmaz benim” diyor. Hoppala. Türk pasaportu mu rahatsız etti adamı? Gerçi Yunan pasaportu da vardı arada ama. Göreceğiz bakalım.
Sorunumuzu soruyor. Ben içimden İngilizcemin yeterli olabilmesi için boşluklarda dua ediyorum. Adam, hayal gibi hatırladığım, çocukluğumun o eski doktorları gibi davranıyor. Ben çocukken hep bu tarz doktorlar vardı.”Kalemi takip et” diyor. Sonrasında eşimin başını hızlıca sağa sola sallıyor. Eşim düşüyormuş gibi bağırıyor ve bir yerlere tutunmaya çalışıyor. Bense Sırp Kasabı gibi algılıyorum adamı bu aşamada.
Acayip bir gözlük çıkarıyor ve eşimden takmasını istiyor. Şişe dibi gibi hatta Hüdaverdi ‘nin taktığı türden bir gözlük. Bir şeyleri gösteriyor. Sonrasında uzun tornavida gibi bir şeyi eşimin kulağından içeri sokuyor. Çığlıklar… Tam bir cadı doktoru gibi görünüyor adam gözüme. İstanbul’da olsaydık son teknoloji aletler ile bakılır bir şeyler çıkardı ortaya düşünceme göre. Katır kutur bir sesler duyuyorum sanki.
Sonrasında doktor, eşime yürümesini söylüyor. Sürükleyerek anca getirdiğim kadının benim tarafıma düşmesini ummak dışında bir şey elimden gelmezken eşimin hafif bir sendeleme ile kapıya kadar gidip döndüğünü görünce şaşırıyorum. Doktor hemen sonrasında bizi koridora çıkarıp koridor boyunca eşimin koşmasını istiyor. Hayret edilesi bir durum olarak eşim gayet rahat, koşarak kat ediyor mesafeyi.
Bir başka odaya daha geçiyoruz. Üzerinde derecelerin yer aldığı bir yuvarlağın olduğu duvarın önüne eşimi oturtuyor. Burada da teknolojik bir şey yok. Muhtemelen buradaki en teknolojik şey duvarda kullanılan boya olmalı. Çünkü açılar, çember ve dereceler ta antik Yunan’dan beri bilinmekte. Adam sağ ve sol göz kapalı iken kolu yere dik şekilde tutmasını istiyor eşimden. Üç derece sağa kayar şekilde her denemede eşim sabit tutuyor kolu.
Son aşamada bir masaya yatırıyor eşimi. Pencereyi açıp uzaklara baktırıyor. Gözbebeklerine bakıyor ve eşimin başını yere doğru eğip “vertigo bu” diyor. Bu sırada eşim sağa sola düşmemek için acayip şeyler yapıyor yattığı yerde.
Tedavinin sonu benim için en vurucu an belki de. Doktor o anlaşılır İngilizcesi ile bu durumun kimi insanda işitmeyi kimi insanda ise dengeyi bozan bir durum olduğunu söylüyor. İstanbul ‘a gidene dek idare edecek bir ilaç talep ettiğimde ise dünyanın en cahil insanına denk gelmiş gibi bir şaşkınlıkla bana bakarak “zamanla vücudun kendisini onaracağını” söylüyor. İstanbul’da doktorların en az üç gün yatırdığını, türlü ilaçlar verdiğini söylediğimde ise verdiği cevap daha çok yüzündeki ifade ile her dilden anlaşılır bir şekilde yansıyor. “Bilemeyeceğim, belki de başka bir etkileşim vardır. Buradan yorum yapmam doğru olmaz ”diyor. Çekinerek Türk – Yunan nasıl beraber olabiliyor diye soruyor bize. Detaya inmeden “Hayat” diyorum. Gülümsüyor. O anda pasaportları gösterdiğimde söylediği “o kağıtlarla işim olmaz” lafının aslında “benim işim insanla, kağıt üzerinde yazılı herhangi bir şeyle değil” anlamına geldiğini anlıyorum.
Gitme vakti. İstanbul’a dönüp dönemeyeceğimizi soruyorum. Eşimi yarın tekrar getirmemi ancak o zaman net bir şey söyleyebileceğini söylüyor. Korkmamam gerektiğini sadece kontrol amaçlı gelmemizi istediğini tıbbi herhangi bir şey yapılmayacağından bahsediyor.
Dayanamayıp soruyorum. “Her hastanızla bu kadar ilgileniyor musunuz? İstanbul’da olsa doktor altı-yedi hasta alırdı” diyorum. Karşımdaki baston gibi adam küçülüyor sanki dediklerimi duyunca. “İyi bir doktor olduğumu düşünmüyor musunuz?” diye hiç bir tavra sahip olmaksızın soruyor. Kaş yaparken göz çıkarıyorum gene sanırım. “Hayır” diyorum. “Aksine ilk kez bu kadar detaylı bir konsültasyona rastlıyorum ve her sorumuzun cevabını da aldık. İstanbul’da olsanız zengin olurdunuz”
Gülüyor samimi bir şekilde, “Yapılması gereken bu sadece” diyor ve arkamızdan bakıyor bir müddet.
Hastanenin devasa bölümleri arasında dolanırken eşim “İstanbul’da olsa, özel hastanede yavaş çalışıp az hasta bakıyor diye kovulur; devlet hastanesinde ise herkes hastasını buna gönderip yayılır bu da delirir ” diyor. Benim ise aklım hala kavrayabilmiş değil. İnsanın bir makine olduğunu her zaman düşünmüşümdür ama bu şekilde bozuk mekanik bir arabanın tamiri gibi iyi edilebileceğini düşünmemiştim. Şu an benden en ufak bir fark olmaksızın yürümekte olan eşime “bir iki tahtan yerinden oynamış, bir iki vidayı sıkmak kafiymiş” diyorum. Bu stres ve panikten sonra saçmalamak benimde hakkım olmalı.
Neyse bir şekilde insanlarında yardımı ile hastanenin çıkışını bulup taksiye atlayıp hostele kapağı atıyoruz. İlginçtir burada insanlar –özellikle kadınlar- soru sorduğunuzda mutlu bir şekilde gülümsüyor ve sanki bir kalıpmış gibi yetersiz olduğunu iddia ettikleri İngilizceleri için özür dileyerek konuşmalarını bitiriyorlar.
Aç karnımızı doyurmak için Sinan ‘ın bir gün öncesinden keşfettiği Boşnak lokantasına gidiyorum. Henüz kapalı. Yanındaki “pekara”ya zıplıyorum. Burada, basit poğaça vb satan dükkanlara pekara deniyor. En hesaplı yemek işini buralarda yapabilirsiniz. Bende poğaca vb bir şeyler alıyorum. Bir de canım çekti somuni kapıyorum. ”Somuni” ekmek demek anladığınız üzere. Ama açlıktan mıdır bilinmez tadı harika geliyor.
Akşam, yaklaşık sekiz saate yakın süren gezisini bitiren Sinan da dönüyor mekana. Önce son durumu anlatıyoruz. Gezi planımızın ilk versiyonuna göre biz bu akşam Saraybosna ‘ya geçecektik. Daha dün sabah karar değiştirmiştik. Sinan’sa bu akşam da kalmamızı istemişti. Nasıl istemiş anlamadım yerimizden bile ayrılamadık.
Eşim iyi. Kalmamıza gerek kalmadığını akşam şehri gezebileceğimizi söylüyor. Bizde fazla uzaklaşmamak şartıyla Belgrad gecelerine akıyoruz yavaştan. Belgrad gecesi dediğime bakmayın sakın, sanırım o anlatılan çılgın Belgrad geceleri sadece yaz mevsiminde yaşanmakta sadece. Bu mevsimde bu havada bir şey yok. Zaten anlatacağımda.
Epeyce, şehrin yerlisi kıvamına gelmiş Sinan ile hemen yakınımızdaki tramvay durağında kısa bir bekleyişin ardından şehir merkezine dek yola çıkıyoruz. Tramvaylarda biletlerin register edilmesi işlemi tamamen sizin insiyatifinizde. Bir kontrol yok aslına bakarsanız. Ama illa biletimi işleteceğim derseniz (tıpkı bizim gibi) biletinizi bir nesnenin içine sokup sıkıştırıp deliyorsunuz. Yakın zamanda elektronik makinalara geçilecekmiş.
Tramvaylarda akşam vakti dahi olsa kadın nüfus ağırlıklı olarak kendini gösteriyor. Sırp kadını uzun sayılabilir boyda, sağlam yapılı, kendine güvenen tipte bir varlık. Balkanların genelinde olduğu gibi erkekleri ile kıyaslarsanız muhteşem varlıklar ama gene de güzellik açısından bizim kızlarla aralarında pek bir fark yok. Ama erkeklere yermişcesine bakma gibi bir huyları yok.
Neyse fark ediyorum ki sabah alışveriş için kaleye dek gelmişim neredeyse. Katedrale dek ilerlemiştim. Zaten bir durak sonra kalenin önünde yani kalemegdan da iniyoruz.
Belgrad ‘ın en meşhur yeri bizden de izler taşıyan Kalemegdan. Zaten iki Türkçe sözcüğün birleşiminden oluşmuş. Her ne kadar şehri gündüz gözü ile pek görememişsem de tarihini vb paylaşayım. En azından bizden şanslı olanların işine yarayabilir.
Roma döneminde adı Singidinum olan şehir ticaret yolları üzerinde olduğu için her zaman önemli bir yerleşimdi. Savunması kolay, en azından kuşatması ve fethetmesi zor bir yer. İstanbul ‘u andıran bir coğrafyada yer almakta. Yarım ada gibi bir yerin ucunda Tuna ve Sava Nehirleri’nin birleştiği bir yerde. Hatta rivayete göre Kanuni bile bir ara başkenti buraya taşımayı dahi düşünmüş.
Kalemeydan işte bu şehrin kalesi. Romalılar burada bir kale inşa ederler. Elbette ki Bizans bunu berkitir. Zaten şehir, imparatorluk ikiye bölündüğünde doğuda kalanların batıdaki en büyük kenti (İstanbul’u merkez aldığımızda) durumundadır. Arada bir iki kez el değiştirir elbet. Hunlar ve Avarlardan sonra okuduğum kadarıyla Peçenek Türkleri Bizanslıların jandarması olarak 1. Haçlı seferinde haçlı ordularını burada karşılayarak onlara eşlik ederler.
Osmanlılar şehri ancak Kanuni döneminde yani üçüncü kuşatmanın neticesinde ele geçirirler. İlk dalga 1440 ‘da 2. Murat tarafından çarpar ikincisi ise oğlu 2. Mehmet tarafından 1456 ‘da. İlginçtir o tarihlerde şehir Macarların elindedir. İkinci kuşatmada şehri kuşatanların başında baş belamız Hünyadı Yanoş vardır. Araştırmalarım sonucunda gördüğüm kadarıyla mükemmel bir savunma organize etmiş bize karşı. Donanmayı yakmış, yeniçerilerin yaptığı büyük hücumlardan birinde ise yağ döktürdüğü iki hendeğin arasına girildiğini görünce bunları tutuşturmuş. Sis dumanının ardında kalan destek hatları ve sultanın otağına saldırmış. Ordu bu beklenmedik saldırı ve yeniçerilerin kaybı nedeniyle dağılmaya yüz tutmuş. Gerideki yeniçeriler topuklamış, Macar şövalyeler sultanın otağını basmış. Elbette ki Fatih TV dizilerinde gösterilen tipler gibi bir padişah olmadığı için otağına giren üç şövalyenin işini bitirip çadırdan yaralı olarak çıkmış. Çıktığına bacağına bir de ok yemiş. Bu durumda bile sultanı savaşırken gören askerler sultanın intikamından korkarak alelacele bir direniş hattı oluşturarak Macarları durdurmuş. Bu sırada yaralanan Yanoş ise bu yaralar nedeniyle ölmüş.
Fakat şehri almak Kanuni’ye nasip olmuş. Nehrin üzerindeki adaları ele geçirip üs kurmuş ve ince donanmayı buradan desteklemiş. Umulmadık şekilde şehre girmeden o zamanlar ayrı bir şehir olan (günümüzde şehrin banliyösü) Zemun ‘u ele geçirmiş. Sonrasında Avrupa’daki “Akşehir” olan Belgrad (bizim Belgrad dediğimiz şehir Sırpça Beo + Grad yani beyaz ve şehir kelimelerinden oluşmuş) ele geçirilmiş. Şehir ele geçirilir geçirilmez tıpkı Bizans’ın da yaptığı gibi askeri bir garnizon şehri şeklinde tahkim edilmiş. Kale büyütülüp idari binalar ile şehir doldurulmuş. Kalabalık bir Türk nüfusun yanında Sırplar da şehre iskan edilmiş. Şehir Avrupa içlerine yapılan seferlerde üs olarak kullanıldığı için Fetih Kapısı anlamına gelen Bab-ül Feth ismi ile de anılmaya başlamış.
Ama işler tersine dönmeye başladığında 1688 ile 1791 arasında şehir altı kez el değiştirmiş. Her yönetim kendininkini yerleştirmeye çalışmış. Avusturyalılar Türk tipi şehir yapılanmasını ortadan kaldırmak için şehrin Müslüman mahallelerini yerle bir edip ızgara biçimli bir yapıda şehri tekrar kurmuşlar. Düzenli şehir yapısı Avusturyalıların isyanları daha iyi bastırmaya olanak vermektedir. Bizimkiler ise şehri geri aldıklarında ilk iş bu kafir icadı olarak gördükleri yapılanmayı yok ederek harekete geçerler. Bu görüşe göre insan yaşantısı ve ihtiyaçları şehrin zaten yapılanmasını etkileyecektir. İnsanlar yönetimin yaptığı yollarda yürümemelidir; yollar insanların seçtiği, kullandığı yerlere inşa edilmelidir. O nedenle de Türk yerleşimi yamuk yumuk görünümlü ama kendine göre bir fizibilitesi olan canlı bir organizmadır adeta.
Sonunda 1867 ‘de Osmanlı çekilir buradan kesin olarak. Zaten fiili olarak son beş yıldır bir etkisi yoktur. 1862 ‘de kale yakınlarında bir Sırp çocuk askerlerce tartaklanır. Bunun üzerine başta Rusya olmak üzere diğer devletler bizi şöyle bir yoklayıp anlaşma masasına yanaştırmışlardır. Ama sadece insanlar dönmüştür Anadoluya. Ama yemeklerin adları, semt isimleri halen yaşamaktadır. Türk döneminde Ficr Bayırı yani “dinlenme tepesi” denilen kale bölgesine Sırplar Türkçe sözcüklerle Kale Meydanı demişlerdir. Buradan ana cadde üzerinden güneye ilerlerseniz su kemerlerinin şehre suyu getirdiği nokta olan Terazije ‘ye ulaşırsınız. Biraz daha gidip bir de hafiften sola saptınız mı eski mezarlık bölgesi “ Taş Meydanı “na gelmiş olursunuz. Bu şehir öyle bir şehirdir ki kocasını kaybeden ve şartlar gereği başka kocalarla evli kalan bir dul gibidir. Anılar her zaman bir yerdedir.
Ama Bayraklı Camii ve kale içindeki bir iki yer haricinde bizden bir şey yoktur. Aslında kimseye ait eski bir şey yoktur. Gelen geçen yıkıp baştan kurduğundan mıdır yoksa kafası kızan bu şehre daldığından mı her şey çok yeni sayılabilecek kadar yenidir. Daha eski tarihli binalar Zemundaki burçlar ile kilisedir.
Demiştim, kalenin oradaki durakta indik. Kale çok büyük bir alanı kaplamakta. İçi zaten park. Bunun dışında birde hayvanat bahçesi var ki zamanında bir de jaguar firar etmiş buradan. Ama gerçekten görülmesi gereken yerlerden. Buradan Belgrad ‘ın İstiklal Caddesi denilen Knez Mihailova Caddesi üzerinden sağa sola bakarak ilerledik. Güzel art nouveau yapıların sağlı sollu sıralandığı uzun bir cadde burası. Sinan Terazije denilen meydandaki “Taze” isimli dükkanların birinden atıştıracak bir şeyler alıyor. Ben hiç havamda değilim. “Taze” buranın en ucuz yemek yeme imkanını sunan yemek zinciri. Dükkanlar tıpkı Ljubljana’daki benzerleri gibi daha kapıdan girmeden kokusu ile genel bir fikir uyandırıyor. Sanırım “Taze” satılmak istenen ürün için bir ütopya. Buradan sonra en büyük meydan olan Cumhuriyet Meydanı’na geçtik. Burası bir zamanların “İstanbul Kapısı” nın olduğu yerler. (Demek ki Belgrad Kapısı ‘ndan çıkıp biraz da dişimi sıkıp yürürsem buraya ulaşacağım). Şimdi ise ortasında Prens Mihailo Obrenoviç‘in at üstünde bir heykelinin durduğu, etrafında Ulusal Müze, Ulusal Kütüphane ve Ulusal Tiyatro gibi gerçekten etkileyici yapıların yer aldığı sevimli bir meydan. Buradan bir zamanlar şehrin Sefarad Yahudileri’nin iskan ettirildiği Dorcol taraflarına doğru yürüyoruz. Bu isim bir şeyler çağrıştırır gibi oldu değil mi? Hayır yanılıyorsunuz, ismin kökeni “Dört Kol” dan gelmekte. Evet Haklısınız, çünkü “”Dört Yol” demek J
Neden buradayız? Çünkü şehrin en havalı semti burası. Silikon Vadisi, Botoxland diye de anılıyor. Çünkü güzel hatunların, paralı ağabeylerin takılıp arzı endam ettiği muhit burası. Böyle semtler belalı olur ama “bela biziz” diyoruz (ama sadece birbirimize ve elbette ki sessizce). Çünkü Sırp denen canlının erkeğinin yanında epey bir minyatür kalıyoruz. Demişimdir, eşim bile boyu ile Türk kadınının şanını kurtarıp Sırp kızlarını alt etmiştir ama o bile erkeklerin yanında minyon görünmektedir. Muhtemelen dedelerimiz de benimle aynı duygulara kapıldı. Baktılar adamlar kalıplı, çaldılar kılıçları kafalarına kafalarına. Ancak kafaları kesince bizimle hemen hemen aynı boyda olabiliyorlar ancak.
Muhite geliyoruz. Saat bu tip alemler için erken. Eh, havada hafiften dondurucu. Bu havada açabilmek zor ama Slav kadını bu konuda hava koşullarını pek umursamaz bildiğim kadarıyla. Ama ilginç olan burada ne mekan ne ortam olarak pek takılacak bir yer de yok. Sadece bir tek kadının hafif bir çatalını görüyoruz ki. Kısa günün karı olarak nitelendiriyoruz.
Bir aksiyon göremeyince (şimdiye dek gördüklerimizde de bizde bir aksiyon çıkmamıştı zaten) dönüşe geçiyoruz. Bu şehirde magnetler 250 SP. Neredeyse İtalya fiyatı. Kapanmakta olan tezgahlara uğruyoruz. Burada “beş alalım 1000 verelim” yada “dükkan kapanıyor yap bir güzellik” gibi kavramlar işlememekte haberiniz olsun.
Sebze pazarının yanından yürüyerek hostele dönüyoruz. Eşim iyi olduğunu söylüyor. Sessizce çantaları toparlıyorum. Doktorun gidin diyeceğini tahmin ederek belki de umarak…