Sabah kalktık. 9 ‘u az geçe çoktan sokaktaydık. Bizimkileri Kalemeydan ‘a doğru yürütüp bizde kahvaltılık bir şeyler aldık Metin Abi ile beraber. Bu kez Knez Mihailova ‘dan değil de Etnografya Müzesinin bulunduğu caddenin başından Uzun Mirkova Caddesi’nden gittik. Evet caddenin adı Uzun Mirkova. Sırpçada güncel olarak kullanılan on bin Türkçe kelime var.
Dünkü romantik Kalemeydan turlamacasının yerini bugün gezmeceli bir gezi alıyor. Dünkü rotada ilerliyoruz. Kale daha tam anlamıyla keşfedilmemiş. Altında kilometrelerce tünel, yol ve mezarlıklar olduğundan bahsedilmekte. Demiştim, Sırplar bize benziyor. Gökten sihirli bir elin gelip kazması bekleniyor sanırım.
Giriş dünkü gibi Kral Kapısı’ndan. Solda kentin koruyucusu kabul edilen Pobednik aynı yerde duruyor. Sokullunun yaptırdığı çeşmeyi, hamam kalıntılarını geçtik. Ruzika denen Lazareviç dönemi kilisenin kalıntılarını bulamadım. Daha sonra Damat Ali Paşa ‘nın sekizgen türbesinin olduğu yere gittik. Burada atalarımıza fatihamızı da okuduk. Atalarımız diyorum, çünkü burada Damat Ali Paşa ‘nın yanı sıra Petervaradin Savaşı’nda şehit düşen Tepedelenli Selim ve Çeşmeli Hasan Paşa da yatmakta imiş. Ruhları şad olsun.
Burada önce iki Türk’e sonrasında bir Türk gruba hızlıca rehberlik hizmeti verdim. Adamlar önce rehber olup olmadığımı sordu, sonra keşke rehber olsaydın dediler sonra rehberlik etmemi istediler. Bizimkiler çoktan Karacorcieva Kapısı’na varmış oldukları için onları geri de bırakıp yoluma devam etmek zorunda kaldım.
İstanbul Kapısı’ndan çıkıp Askeri Müze’ye doğru yöneldik. Bahçede toplar vesairler yer almakta. Müze içinde ise Sırpların ortaçağda kullandıkları silahlardan tutunda NATO müdahalesi sırasında düşürdükleri Stealth uçağından parçalar da var. Benim ilgimi açıklıktaki ortaçağ silahları çekti.
Kafaya takılan miğfer tam delilik. Sıcakta, güneş altında o tenekenin içinde insan erir, kafa da saç kalmaz. Görüş açısı da çok dar. Kılıçlar fena değil test ettim. Çok geniş savurunca kontrol kaçıyor. Terli elle, yorgunken elden fırlayabilir bence.
Ama beni en çok etkileyen ciritler oldu. Bildiğim Romalı ciritçiler bundan dokuz adet taşırlarmış. Üzerinize çılgınca koşan bir ordu varken bunlardan nasıl fırlatılır anlayamadım. Oldukça da ağırlar. Bunlardan birini alıp iyice tartıp yaradana sığınıp savurdum. Epeyce gitti. Hatta öteki tarafta bu ciritleri bir tahtaya fırlatan veletler bile durup bana baktılar. Bende aynı şeyi bir daha yapabileceğimden pek emin olmadığımdan denemedim bile.
Magnet satan kadınlardan biriyle sohbete başlıyorum. Konu Tesla’ya geliyor. Kadın üzüntüyle, Tesla’nın da kendisi gibi Hırvatistan’da doğmuş bir Sırp olduğunu söylüyor. Balkanlarda sınırların hep değiştiğini, aşağı yukarı yüz sene önce Sırbistan’ın bizim bir eyaletimiz olduğunu söylüyorum kadına.
Tam orada bir taş var. Osmanlı veziri 1878 ‘de Sırplara Belgrad ‘ın anahtarını verip şehirdeki Türk hakimiyetinin bitişini kabullenir o anıtta. Allah hiçbir şehrimize böyle bir anıt yaptırtmasın kimseye.
Çıktık. Knez Mihailova ‘dan önce St. Mihael katedraline geçtik. Sırp Patrikhanesi de hemen yanında. Biliyorsunuz Sırpları İstanbul’daki Rum Patrikhanesi’nden ayırıp kendi patrikhanelerini tekrar 1557 ‘de kurduran Sokullu Mehmet Paşa ‘dır. İlk patrikte zaten kendi kardeşlerinden yada kuzenlerinden biridir.
Yapı dışarıdan güzel görünüyor ama içi dışına göre bence zayıf. Sırp krallarının modern dönemlerde taç giydiği ana kilise burası.
Buradan çıkıp hemen yandaki “?” restoranına gidiyoruz. Aslında burası mimarisinden de anlayacağınız üzere bir kafana. Kafana, kahvehane sözcüğünün Sırpçalaşmış hali. Türk dönemindeki han, yemekhane gibi yerlerin adı. Burada çay içtikten sonra dün gece dondurma yediğim yere bizimkileri götürüyorum.
Aşırı sıcak bizimkileri dağıttı. Onları otele bırakıyorum. Benim hedefim Ada Ciganlija ‘ya gidip takılmak. Nasıl gideceğim sorusunun cevabı için sorduğum kızlar arılar gibi birbirlerine sorular soruyorlar. Zor bir şey sormamıştım halbuki.
İşaret ettikleri ilk otobüs beklediğim araçmış. Atlıyorum içine. (150 dinar) Oldukça pahalı geliyor bu ücret bana. Sürekli ve harika İngilizce konuşan iki kızdan geldiğimizde haber vermelerini rica ediyorum.
Yol çok uzun değil ama otobüs hınca hınç dolu. Eriyoruz adeta. Dışarıdaki ısı ölçerler 41,5 dereceyi gösteriyor. Eğer Marko bizim kalmamıza izin vermeseydi parklarda sürünüyor olacaktık.
İniyoruz. Sayılamayacak kadar çok insan yürüyor adaya doğru. Burası Sava Nehri içinde kalan bir adacık. İnsanlar iner inmez üstlerini sıyırıveriyorlar. İlerilerde Fanta stand açmış ücretsiz dağıtım yapıyor. Hemen kapıyorum bir tane ama bir kutunun bu kadar çabuk bittiğini bilmiyordum.
Kalabalığı takip ediyorum güneşin altında. Bugün Redbull ‘un ucube uçak yarışması yapılıyor Belgrad’da ilk kez. Bununda etkisi var kalabalıkta. Yürüyorum.
Sırpların çoğunluğu Türkiye’ye gelmişler ama genelde Kuşadası ve Alanya’ya. Erkekler suyun analiz edilse idrar, oksijen peroksit ve güneş yağından oluşmuş olduğunu söylüyorlar. Oksijen peroksit “neden?” diyorum. Kızlar sarışın olmak için uğraşıyormuş. “Eee” diyorum, “Sırplar esmerleri beğenirdi hani?”. Gülüyorlar. “Bizim için sarışın olmuyorlar, Sırp kızları Sırplara bakmaz”
Her yerde aynı terane…
Sıcağa dayanamıyorum. Çocuklarla vedalaşıp dönüşe geçiyorum. Sıcak o denli sarsıcı ki. Yarışları seyretmeye kalmıyorum bile.
Yol üzerinde bir Fanta daha kapıyorum. Bir de ne olduğunu bilmediğim sadece alkollü olmadığından emin olduğum başka bir şeyi daha.
Otobüs durağında bekliyorum. Çok yakışıklı, uzun boylu bir çocuk kızlara İngilizce adres soruyor ama kızlar oralı bile olmuyor. Çocuk tanıdık bir küfür ediyor. Meğer Türkmüş. Şehir merkezine oradan da Yeni Belgrad‘a gidişi soruyorlar. Anlatıyorum yolu. Dört Türk daha geliyor. Onlar da Balkanlarda başka yerleri soruyorlar bana. Bildiğim kadarıyla anlatıyorum. Giderken el sallıyorlar.
Atlıyorum otobüse. Bilet almadım bu kez. Sadece bikini üstü ve şortlarla giren çok sayıda kız var ve kimse rahatsız etmiyor onları. Hatta bakan bile yok.
Akşama dek otelde oyalanıyoruz. Marko laf eder mi diye düşünürken sesini duyuyoruz. “Biraz daha kalacağız” diyorum. “Kal” diyor.
Tekrar çıkarıyorum bizimkileri. Republik Meydanı’nda gene bir kalabalık var. Tam dört tane de polis. Hemen yakınlarımdaki bir kadına soruyorum kalabalığın nedenini. Epey doluymuş kadıncağız. Devlet kültürel konularda bütçeden kesinti yapmış. Saçma sapan şeylere para bulabilen bir devletin kültüre para bulamamasının imkansız olduğunu söylüyor kadın. “Amerikanlaştırmak istiyorlar bizi” diyor kadın. “Ben Sırbım, Mc Donalds yemek istemiyorum. Benim kendi kültürüm var, dilim var” diye ekliyor.
Devam ediyoruz. Şimdi ki durak Terazije. Eskiden, şehri yöneten Türkler kentin su ihtiyacını karşılamak için künklerle dağlardan suyu taşıyıp buradaki dev bir havuza boşaltırlarmış. Bir de su terazisi varmış elbette. Onun yerinde şimdi uyduruktan anıtımsı bir çeşme var. Arkada Moskova Oteli.
Buradan ilerliyoruz. Nikola Paşiç Meydanı’nda voleybol oynayan kızlara bakınıyoruz. –Sadece ben bakıyorum, diğerleri fotoğraf çektiriyor—Paris Oteli’nin olduğu yerde Osmanlı zamanında bir bezistan vardı. Bu kısım şehrin Türk mahallelerinden birisiydi.
Az ötede Sırbistan meclis binası var. Güzel bir yapı. Kapısında atı sırtlayan adam necidir bilinmez. “Kara Atların Oyunu” diye adlandırılıyor bu heykeller. Ama Sırpların simgesi kartallar Nazi mimarisinin etkisiyle devasa sütunlara konmuş.
Karşısında Pionerski parkı ve onun sağında da Obrenoviçler tarafından kullanılan eski saray görülebilir.
İlerilerde Taşmeydan var. Önde St. Mark kilisesi var. Bizans tipinde bir tapınak. İçine giremedik saat nedeniyle ama binanın dıştan görünümü oldukça etkileyici. Tuğlalar, küçük kubbecikler ile gerçekten zarif bir binadır.
Taşmeydan. Roma döneminde taş ocakları varmış burada. Hatta kimi lahitler burada bulunmuş bile. Sonrasında, Osmanlı döneminde Sırpların ve diğer milletlerin kullandığı bir mezarlık bile olmuş. Türkler buraya taşmeydan demişler bu nedenle ve isim bu şekilde kalmış.
NATO saldırılarında burada çoğu çocuk 60 kişi ölmüş. O nedenle hem Sırpça hem İngilizce “biz sadece çocuktuk” yazan bir pano var. Savaş acımıyor, çoluk çocuk demiyor. Ama Amerikalı ve İngiliz demokrasi getirirken acımıyor hiç.
Parkta güzel bir de havuz var. İnsanı dinlendiren, huzur veren bir mekan burası. Neden biz de böyle mekanlar yapılmıyor anlamıyorum hiç.
Mc Donalds’ta bir şeyler atıştırdık. Otelden eşyaları aldık, Marko ile vedalaştık ve tren istasyonuna gittik.
Üsküp ‘e gidecek tren yıldırımların aydınlattığı bir gecede şiddetli bir yağmurun altında ilerliyor. Dışarıdan gelen ıhlamur kokuları bize tüm yol boyunca eşlik ediyor tıpkı aynı camdan içeri giren sivrisinekler gibi.