Sabah, hafif serince bir havada hostelden ayrıldık. İlk gelen tramvaya atladık. Beşinci durakta inmemiz gerekiyor. Bilet almadık aslında alamadık. Çünkü alabilecek kimse yok. Bununla beraber Mete dahil hepimiz oturma şansı bulduk. Mete’nin yanına oturan yaşlıca bir kadın Rusça bir şeyler anlatmaya başladı. Muhtemelen, “yaşlılara yer vermelisin, baban gibi hayta olmamalısın ” gibi bir şeyler söylemiş olmalı. İşin komik yanı Mete kadını anlıyormuş gibi mimiklerle hareket ettikçe kadın coştu. Ne söylüyor elbetteki anlamıyoruz ama ilerideki koltuktaki genç bir Rus bir kadına bir bize bakıp katıla katıla gülüyor. Biz de tren izleyen büyükbaşlar misali bakınıyoruz. Böyle neşeli böyle eğlenceli bir şekilde Tallinn’i geride bıraktık.
Günler önce geldiğimiz yolu bu kez ters yönde kat ederek Riga’ya varıyoruz. Yol için bir şey anlatmıyorum. Aynı ormanlar, aynı çift şeritli yol. Sadece Parnu’da bir şenlik vardı. İnsanlar yerel kıyafetlerle belediye binasının etrafına doluşmuş bir şeylere hazırlanıyorlardı. Sordum ama Rusça ne anladılar bilmiyorum ama uzun uzun cevap verip fotoğraf çektirdiler.
Artık günler güneşli. Ve Riga güneş altında harikulade bir şehirmiş. Çantaları bırakır bırakmaz kendimizi sokaklara attık. Kardeşim zaten şehri hatmetmiş bize sadece onu takip etmek kalıyor. Güneşi görmenin mutluluğu ile yollara doluşmuş Rigalılar sokak basketbolu turnuvası düzenleyip su niyetine bira içmekle meşguller. Bünyeleri alışkın ki kimsenin kimseye karıştığı yok.
Riga bana her zaman Çin gibi kalabalık geliyor. Kalabalıkların arasından sıyrılıp yemek yiyecek bir yer aramanın derdine düşüyoruz. Evet, Letonyalıların parası eurodan bile değerli ama pahalı bir ülke de değiliz. Hele, turist gelmiş, geçirelim diyen de yok.
Üzerinde “Laima ”yazan uyduruktan saat kulesini gerimizde bırakıp yolları adımlıyoruz. Ülkenin çikolata üretici firmalarından biri inşa etmiş ve “iyi şanslar” demekmiş. Sağ tarafta ilk sokakta , ilerilerde İsveçlilerden kalma burçlardan biri, yolun her iki yakasında da jurgenstil binalar var. Dikkat ettiyseniz dünyanın bu bölgesinde artık art neuveau demiyorum. Ne demişler Roma’da Romalı gibi davran.
Bir mekan buluyoruz. Arkada canlı müzik yapılıyor. Siparişler elbette ki artık alıştığımız üzere oldukça ağır. Hatta hesabı alırken bile epey bekletiyorlar. Eğer, masadan kalkıp gitseydik peşimizden koşarlar mıydı, o kısım bile bir muamma. Gene de Türkiye’de sağlam bir meblağ ödeyeceğimiz genelde deniz ürünlerinden oluşan masaya toplamda 30,80 Lat ödedik. Ama tıka basa doyduk.
Masadan gördüğümüz Kara Kedi evinin önündeki sokaktan girdik. Kara Kedi evinin tam karşısında şehrin Büyük Loncası var. Rivayete göre Büyük Lonca’ya kabul edilmemiş tüccarlardan biri sinirlenip bu binayı yaptırır ve tepesine koyduğu kedinin kıçını, hoşnutsuzluğunu göstermek için loncaya döndürür.
Loncanın da harikulade bir dış cephesi var, söylemeden edemeyeceğim.
Elbette ki meydanda bir katedral var. 1207 yılında yapılmış. Heybetli ama biraz hantalımsı kulesi restore edilmekte. İçerisine giren kalabalıkları takip edip avlusuna ulaşıyoruz. Sanırım birazdan bir konser başlayacak ama kalmaya değeceğini sanmıyorum.
C.tesileri yapılan pazara denk geliyoruz. Yerel kıyafetler içerisindeki satıcılar (elbette %80 küsuru kadın) genelde ağaç işi hediyelik eşyalar, sabunlar ve yörenin olmazsa olmazı amberlerden satıyorlar. Bir köşede bir Viking gemisi ziyaretçilerin ilgi odağı olmuş. Kalabalığa karışıyoruz. Bir şeyler almıyoruz ama hanımlar alacakmış gibi her standın önünde duruyorlar. Tezgahların arkasındaki yüzlere bakınıyorum. Genelde saf bir çocuksulukla bakan, parlak mavi gözler… üşenmeksizin sorduğumuz şeyleri açıklamaya çalışıyorlar.
Buradan şehrin içinden geçen Daugava Nehri ‘ne dek gidiyoruz. Şehre hayat veren, şehrin kurulmasına neden olan can damarı burası. “Bol su” anlamına geliyormuş.
Oğlan yorulduğunu söylüyor. Canım sıkıldı. Evden bu denli uzakta hastalıkla uğraşma en büyük kabuslarımdan. Dinlenmek için pek çok insan gibi bizde otlara yayılıyoruz. Güzel kızlar, ruh gibi dolanan erkekler, turistler herkes sanki burada gibi.
Şehrin ana meydanında bir festival ortamı var. Hansa Birliği günlerinin özlemi mi desem bilemiyorum. Kurulan sahnede kim bilir kaç yüzyıl öncesine ait şarkılar söyleniyor. Meraklı kalabalıklar izlemekte onları. İlk defa olarak eşimi bir kalabalığın içerisinden ezici boyu ile fark edemedim. Sadece kestane rengi saçları diğer kendine yakın boylu hatunlardan ayırt etmemi sağladı. Burası işte böyle bir yer…
Sahnenin arkasında “Kara Kafalar Evi” var. Kapısının önünde iki tane zenci adamın heykeli olduğu için bu ismi almış. Meydanın ortasındaki kılıçlı abimizi ise çıkaramadım. Yöresel mühim zatlardan biri olsa gerek. Karşısındaki bina da hoş. “Town Hall” kavramını Türkçeye nasıl çevirebileceğimi hala keşfedebilmiş değilim.
Yola devam ettiğimizde biraz daha küçükçe bir meydana ulaşıyoruz. Dünyada Noel Ağacının dikildiği ilk yer burası imiş. Ateş yutan başka bir eleman daha burada bir gösteri yapıyor. Soytarılığın başka bir türü özetle.
Otele girdik. Giderken markette bir iki tur atıp alışveriş yaptık. Türk ürünü helvalar raflarda. Henüz bizim markaların istilası başlamamış. Umarım ayaklarımız uğurlu gelir.