Yeni bir gün. Sabah çıkıyoruz. Kardeşim kalıp son turlarını atıp İstanbul’a dönecek. Biz ise güneye olan seyahatimizin ilk basamağı olan Vilnius ‘a geçeceğiz.
Nispeten daha iyi bir araçtayız. Yol boyunca farkına vardığım en önemli detay Letonya’dan Litvanya’ya geçişte ortalığın daha bakir, daha bir yeşil olduğu şeklinde. Güzel manzaralar, sonsuz ormanlar… Kim bilir kaç kere yazdığım ve bu yolculuktan bahsederken tekrarlıyor olacağım görünümler…
Araç şehrin biraz dışındaki bir otelde yolcu bırakıp şehre doğru ilerliyor. Diğer komşularına göre biraz daha pejmürde, karışık ve kaotik bir kente girdik sanırım. Nehrin çevresindeki zarif binaları geride bırakıp otobüs terminaline ulaşmak için daldığımız ara sokaklarda bundan daha da emin oluyorum artık. Yapacak bir şey yok.
Araçtan iniyoruz. Google map’ten ezberlercesine bakmıştım ama panikliyorum. Gar çıkışındaki görevliye caddenin adını soruyorum ama bildiğini gösterir bir tepkisi yok. Sol tarafıma Mc Donald’s ‘ı alıp otele doğru yürüyecektim. Neyse ki hamburgerciyi görebiliyorum.
İlk iş karnımızı doyuracağız. Fiyatlar uygun ama ya açlığımızdan yada oğlumun dediği gibi menülerin biraz küçüklüğünden olsa gerek çabucak bitiriyoruz önümüzdekileri. Etrafımız kuşlarla dolu. Küçük serçeler barışçı saydığımız güvercinlerce sepetleniyor sıklıkla. Güvercinlerden biri masamızın üstüne kadar çıkıp meydan okurcasına dolanıyor. Huzursuz olmuyor değilim. Attığım bir iki kırıntı güvercinlerinde birbirlerine girmesine neden oluyor.
İlerliyoruz. Yolun sonunda, dış cepheleri dökük, bir art neuveau bina bizim otelimizmiş. Florence Butik Hostel ilk görünüşte biraz vasatın da altında. Canım sıkılıyor. Tren yolunun dibindeyiz neredeyse. Ama binaya girince fikrim değişiyor. Saray yavrusu gibi bir iç mekan ile karşılaşıyoruz. İtirazım yok. Ödediğim en yüksek otel ücreti burası içindi ve Vilnius gibi bir kente fazla diyordum rezervasyonu yaparken.
Görevli kadın odamızı gösteriyor. Her oda bir çiçeğin adı ile anılıyor. Onca günün yorgunluğunu kökünden kazıyacak bir oda. Ücreti hemen istiyor. Ve yolculuğumuz boyunca ilk kez bizden nakit para talep ediliyor. Euro ödüyorum. Büyük hesap makinasında garip hesaplamalar sonucunda bana iki euro karşılığında yerel para olan Lita ‘lardan veriyor. Oda artık bizim, gün artık bizim.
Kısa bir dinlenmenin ardından keşfe çıkıyoruz. Öteki cadde bizi iki, üç katlı binaların arasından şehre götürüyor. Bir şehir kapısı, bir abbara görünümlü, üzeri süslü işlemeleri olan girişi geçtiğimizde artık Vilnius ‘un tarihi kısmına varmış oluyoruz.
Yolun karşısına geçip yörenin en ünlü hediyelik eşyası olan amberler için dükkanlara girip çıkıyoruz. Riga ve Tallinn ‘den sonra süper ucuz bir yerdeymişiz gibi geliyor. Ama dükkan dükkan dolaşınca farklılıklarda hissedilmeye başlanıyor. İki bomba sarışının işlettiği dükkanda fiyatlar ortalamanın %50 kadar üstünde. Demin gezdiğimiz kilisenin yanı başındaki , girmeye üşendiğimiz, bembeyaz Rus Ortodoks kilisesine (Tanrının Annesinin bilmem bir şeyi Kilisesi) uzanan yolun başındaki dükkan ise çok daha ucuz ve seçenek açısından daha tatminkar. Kilise tarihi değil. 1903 yapımı.
Cadde boyunca ilerliyoruz. Solda, muhteşem filarmoni orkestrasına ait binanın ötesinde Türk elçiliği var. Sarışın bir bayan çıkıyor. Eşim, Türk bayrağı önünde hemen poz veriyor. Oğlum ise elçilikten içeri henüz kapanmakta olan kapıdan girmeye çalıştıysa da başaramadığı için annesinin yanındaki yerini alıyor. Kimsenin bizimle ilgilendiği yok. Yolun biraz ötesinde ise Yunan elçiliği yer almakta ama aynı sahipsizlik orada da kendini gösteriyor.
Kubbeli Aziz Casimir Kilisesi’ne bir girip bakınıyoruz. Aziz Casimir Litvanya ‘nın koruyucu azizi. Kilise, onun adına 1604 – 1635 yılları arasında yapılmış ama bitiminden yirmi sene sonra şehre giren Ruslarca tamamen yakılmış. 1749 ‘da günümüzdeki haliyle tekrar inşa edilmiş.
Eski belediye binasının önündeki meydanda soluklanıyoruz. Beyaz belediye binası hoş, yorulan insanlar merdivenlerinde oturup gezinen yaşlı Alman turistleri izliyorlar. Meydanın etrafı gene artık alışılageldiği üzere zevkli yapılarla sarılı.
Alman gruplarından birinin peşine takılıyoruz. Başta düşmanca bakıyorlar ama en arkadaki koltuk değnekli adama yardım edip tüm yolu kapadınız geçemiyorum diye an kötü aksanlı Almanca cümleyi kurunca değişiveriyorlar. Meğer yemek yemek için ara sokaklara dalmışlar. Gene de gerek okları gerekse elimdeki haritayı izleyerek sokaklara girip çıkıyoruz. Söylediğim gibi akla gelen her Hristiyan tarikatının kendine ait bir kilisesi, hatta mantığıma tamamen ters gelse de katedrali bile var. Girdiğimiz hemen hemen tüm kiliselerde ayinlere denk geliyoruz. Oğlum ne söylendiğini soruyor ama cevap veremediğim için hayal kırıklığına uğruyor. İstanbul ‘un standart ayinlerinden farklı. Evanjelist Lutheran Kilisesi ve Aziz Nicholas Kilisesi de uğradığımız duraklardan. Hepsinde de ayin var. İlk kilise 1555 yılında yapılmış ama beriki epey bir tarihi. 1320 ‘de yapılmış ve şehrin günümüze ulaşabilen en eski kilisesi. İçi güzel ama bir o kadar da kasvetli. Gece içinde kalmayacağım mekanlardan.
İlgimi çeken, hoşuma giden bir detay var pek çok binada. Zaten kendi başlarına zarif görünümlere sahip bu binaların pek çoğunun pencerelerinden, balkonlarından renkli çiçekler dışarı taşmış, rüzgarla üşengeççe salınıp duruyorlar.
Nihayet şehrin katedraline ulaşıyoruz. Kuğu gibi bembeyaz, eski Yunan tapınaklarını andıran katedral 1251 ‘de yapılır. Ama ülke tekrar paganizme dönünce kilise işlevini yitirir. 1387 yeniden katedral olduğu yıldır. Sayısız ekleme, tamirat görür günümüze dek. Günümüz hali Laurynas Stuoka Gucevičius tarafından yapılır. Zaten bu isim şehrin genelindeki pek çok yapıyı inşa eden yada yapımında söz sahibi olan kişidir. Kilisenin giriş kapısının önünde oldukça yüksek, üzerinde bir saatinde olduğu, insanların –daha doğrusu oldukça güzel kızların şaşırtıcı bir şekilde kendileri kadar güzel başka kızları bekledikleri veya buluştukları- bir çan kulesi var. Gezilebiliyor ama biz gittiğimizde kapalıydı. Neyse diyerek katedrale giriyoruz. Şekli Latin haçı şeklinde ki Katolik kilisesi olduğundan şaşırtıcı değil. Ama içi bir katedral için hayal kırıklığı yaratacak şekilde sade. Serinliğinden istifade ediyoruz. Sanırım kriptası var girişe göre sol tarafta böyle bir intibah yaratan bir iki yer gördüm.
Ana baba günü gibi bir kalabalığın olduğu katedral meydanından, kime ait olduğunu sezemediğim ama Gediminas ‘a ait olduğunu tahmin ettiğim bir heykeli geride bırakarak şehrin en cafcaflı caddesi olan Gedimino Caddesi’ne dalıyoruz.
Sağlı sollu Jurgenstil yapıların arasından, üzeri süslemeli yolda ilerliyoruz. Arkamda her bir adımımızda küçülen çan kulesi ve giriş kapısının üzerindeki üç figürüyle Vilnius Katedrali. Dükkanlara girip girip çıkıyoruz. İçten bir merhaba sımsıcak gülümsemelerle cevaplanıyor bu ülkede. Kafelerden birinde bir şeyler içmek için duruyoruz burada. Baba oğul devasa iki bardakta gelen kırmızı ama lezzetsiz meyve çayını içiyoruz. Amaç sıvı almak, kayıpları gidermek. Eşim için ise seçim elbette ki kahve ve bu bir yaşam biçimi. Tam kardeşime göre bir şehir.
Tuvalete giriyorum. Kapıda kocaman bir afiş. “Gerçek erkek aşkı satın almaz” yazıyor. Bu ülkede fahişelik yasak. Dindar bir ülke. Ama hepsinden önemlisi, bir kadını fahişeliğe iten, onun satımını yapan insandan kabaca kaçacak ama kan alıyorlar eğer yazanlar doğruysa.
Sağa saptık. Şehre adını veren Vilna Nehri değil bu, Neris Nehrini aşıyoruz. Geçtiğimiz köprü Zaliasis Köprüsü. “Yeşil Köprü” olarak da biliniyor. Orijinali 1500’lü yılların ortalarında yapılmış ama günümüzde üzerinden geçtiğimiz yüz metreyi aşan bu modern yapıt 1952 yılında kullanıma açılmış. Köprünün girişinde ve çıkışında heykeller var. Köprünün üzerinden bakıldığında güney kıyısında zarif binalar, kuzey kıyısında ise ağaçlıklı bir yürüyüş yolu ve arkasında da modern üsluptaki apartmanlar seçiliyor.
Köprüyü aşıyoruz. Köprünün kuzeybatısında Aziz Rafael Kilisesi var. Alman etkisi olan, barok kiliselerden. Hakkında bir bilgi bulamadım. İki kuleli, Slovenya’daki kiliseleri andıran bir yapı. İçine girmek yerine doğuya dönüp yürüyüş yolunda ilerliyoruz.
Gedimino Kalesi, efsaneye göre büyük Litvanya dükü Gediminas Trakai’dakı kalesinden av için çıkar. Av hayvanlarının peşinden giderken Trakai’dan uzaklaşır ve yolda biraz yorulunca kutsal bir bölgedeki bir tepenin eteklerinde uyuyakalır. Rüyasında yüz kurt kadar güçlü, devasa ve yüz kurt kadar güçle uluyan bir kurt görür. Acaba ne anlama geliyor bu rüya diye tekrar kalesine döner ve merakla bilge bir kişi olan Lizdeika’ya sorar bu rüyanın ne anlama geldiğini. Lizdeika Gediminas’a şöyle der.
“Kralım bu gördüğün rüya iyiye alamet. Bu rüyayı gördüğün yere git ve oraya yüz kurt kadar aşılmaz güçlü bir kale yaptır. İleride orası bütün dünyada dillere destan aşılmaz, güçlü bir kent olacak”
Bunu duyan Gediminas ‘da o rüyayı gördüğü tepenin üzerine bugün hala Litvanya’nın sembollerinden biri olan kaleyi yaptırır.
Ne yapalım derken gelmişken kaleye çıkalım diyoruz. Funikuler ile 8 lita vererek (byk 3,ççk 2 lita/iniş çıkış) kısa süre çıkıyoruz. Kale zamanından büyük bir kompleksmiş. Burası şehrin ilk kurulduğu nokta aynı zamanda. Litvanya güçlü iken, Polonyalılar ile beraber bu coğrafyaya hükmederken bize karşı olan her savaşa asker göndermişler. 13.yy da yapılan kale 1419 ‘da bugünkü halini almış. Ama… Ama Rus işgalinde fazla bir direnişi olmamış. Ruslar burayı neredeyse dümdüz etmişler. 30’lu yıllarda restorasyondan geçmiş olduğu söylense de girişteki kraliyet ahırları gibi alanlar tamir edilmiş gibi görünüyor. Kalenin üzerinde, yani Gedimino Tepesi’nde ise (Tepe dediğime bakmayın topu topu 48 m yüksekliğinde) sadece Gedimino Kulesi onarılmış. İçine girecekken bir İngiliz turist beni durduruyor. Yanlardan göreceğimden farklı bir manzaranın olmadığını ve kulenin pis koktuğunu söylüyor. Aklı başında, orta yaşı aşmış bir adam olduğu için sözüne güvenip yan tarafa uzanıyorum. Oğlum ise kendini yerçekimine ve eğimin yönetimine bırakmış yemyeşil çimenlerde yuvarlıyor.
Açıkçası bu kadar çok kiliseyi bir arada görmemiştim. İlginç olan bir başka husus, görece olarak bu denli küçük bir kente bu kadar çok kilise yapmak ne kadar akılcıl. Daha da şaşırtıcı olan ise her kilisenin neredeyse birbirinden farklı üsluplarla inşa edilmiş olması. Yemyeşil bir kentin ibadethanelerini seyrettim doya doya.
Sol tarafta Üç Haçlar Tepesi var. Biraz daha yüksekçe bir tepe. Paganizm döneminde işkence gören yedi Fransisken rahibin anısına inşa edilmiş kar beyazı iç içe üç haç var burada. Kimi söylence rahiplerin işkence sonrasında nehre atıldığından bahsetmekte.
Epeyce bir zaman harcıyoruz burada. Yanda duran kızlara “Uzupis’te görecek bir şey var mı?” diye soruyorum. “Yok” şeklinde cevap veriyorlar. Geldiğimiz şekilde aşağıya inip şehre adını veren Vilna Nehrini solumuza alıp ilerliyoruz. Nehir demek aslında biraz abartı olacak. En azından burada Vilna bir dere ancak. Büyükçe bir parkı aşıyoruz. Üç Haç Tepesi ve tepedeki haçlar trafik lambalarının orada oldukça net bir şekilde seçilmekte.
Uzupis yolunda, solda Aziz Anne Kilisesi’ne denk geliyoruz. Açık ara ile şehrin en harika yapısı burası. Kiremitten inşa edilmiş, gotik bir yapı. 14 yy da var olan ahşap kilisenin yerine 1495-1500 arasında Bohemyalı Benedikt Rejt ‘e yaptırılmış. Bu kişi Prag Kalesi’nde de epey emeği olan bir mimar. Yapımında 33 farklı tipte kiremit kullanılmış.
İçinde pek bir numarası yok. Ama kapısının önü dilenci doluydu ki bu insanların kılıkları ve inildemeleri oğlumu derinden etkiledi. Hemen arkasında Assisili Fransis Kilisesi adından başka bir kilise daha var.
Uzupis Cumhuriyeti’nin sınırlarına girdik. 1 nisan 1998 ‘de bir avuç tatlıkaçık tarafından şehrin bu entel, dantel bölgesinde bir devlet kurulmuş. Anayasası, bayrağı her şeyi ile bir devlet ama sadece kendi kendilerini tanıyorlar. Anayasalarının maddelerini listeleyeceğim. Böylelikle kaale alma kısmının sorumluluğunu size atıp ben gördüklerimden bahsedeceğim.
1. Herkesin Vilna Nehri’nin yanında yaşamaya hakkı olduğu gibi Vilna Nehri’nin de herkesin yanından akmaya hakkı vardır.
2.Herkesin sıcak suya, kışın ısınmaya ve başını sokacak bir yere sahip olmaya hakkı vardır.
3. Herkesin ölmeye hakkı vardır; fakat bu bir zorunluluk değildir.
4. Herkesin hata yapma hakkı vardır.
5. Herkesin bireysellik hakkı vardır.
6. Herkesin sevmeye hakkı vardır.
7. Herkesin sevilmemeye hakkı vardır; fakat bu zorunlu değildir.
8. Herkesin bilinen veya ünlü biri olmama hakkı vardır.
9. Herkes aylaklık yapma hakkına sahiptir.
10. Herkes bir kediyi sevme ve ona bakma hakkına sahiptir.
11. Herkesin bir diğerinin ölümüne kadar bir köpeğe bakma hakkı vardır.
12. Bir köpeğin köpek olmaya hakkı vardır.
13. Kedi sahibini sevmek zorunda değildir, ancak zor zamanlarda sahibine yardım etmelidir.
14. İnsan bazen görevlerinin farkında olmama hakkına sahiptir.
15. Herkesin tereddütte olma hakkı vardır; fakat bu o kişinin görevi değildir.
16. Herkesin mutlu olmaya hakkı vardır.
17. Herkesin mutsuz olmaya hakkı vardır.
18. Herkes sessiz kalma hakkına sahiptir.
19. Herkes bir şeye inanma hakkına sahiptir.
20. Kimsenin şiddete başvurma hakkı yoktur.
21. Herkesin kendi acizliğinin ve muhteşemliğinin farkına varma hakkı vardır.
22. Herkes sonsuzluğa karşı gelme hakkı vardır.
23. Herkes anlama hakkına sahiptir.
24. Herkes hiçbir şey anlamama hakkına sahiptir.
25. Herkesin birden fazla milliyete tabi olma hakkı vardır.
26. Herkesin kendi doğum gününü kutlama ya da kutlamama hakkı vardır.
27. Herkes kendi adını hatırlamalıdır.
28. Herkes sahip olduklarını paylaşabilir.
29. Kimse sahip olmadığını paylaşamaz.
30. Herkesin erkek-kız kardeşi ve anne-babası olmasına hakkı vardır.
31. Herkes bağımsız olma yetisine sahiptir.
32. Herkes kendi özgürlüğünden sorumludur.
33. Herkesin ağlamaya hakkı vardır.
34. Herkesin yanlış anlaşılmaya hakkı vardır.
35. Kimsenin başka birisini suçlu göstermeye hakkı yoktur.
36. Herkesin kendine özel olma hakkı vardır.
37. Herkes hiçbir hakka sahip olmama hakkına sahiptir.
38. Herkesin korkusuz olmaya hakkı vardır.
39. Yenilme.
40. Kavgaya karşılık verme.
41. Teslim olma.
Güzel taşlı bir yoldan ilerleyerek merkeze vardık. Merkezde, gerçekten de tamda ortada Uzupis Meleği denilen bir heykel yer almakta. Yukarıya kadar çıkan yol sağlı sollu basit bir görünüme sahip kah bakımlı kah bakımsız art neuveau apartmanlar ile çevrili.
Pek bir numarası yok. Anladığım kadarıyla bu uydurmasyon devletimsi bölge bizim gibi tipleri kendine çekip paralarını harcatmanın derdindeki insanlarca icat edilmiş. Gelip geçen türlü tipteki insanı –ve elbette ki türlü kılıktaki hatunu- bir müddet izledikten sonra dönüşe geçiyoruz. Vilna ‘nın karşısında Ortodoks katedrali var. Katolik katedrali gibi bembeyaz ama onunla karşılaştırıldığında oldukça basit kalıyor. Uzupis ‘i ana kente bağlayan köprüyü aşarken son gördüğüm detay, nehre set olarak yapılan duvardaki, küçük ve üstsüz denizkızı heykeli oldu.
Sokağa girdik. Bir sağ ve sonrasında bir sol. Şehrin ana caddesindeyiz gene. Magnetçiler ve türlü hediyelik eşya satan tipin açtığı tezgahları turluyoruz bir süre. Akşam yemeği için çıkmak yerine dinlenmenin derdindeyiz. Gene Rimi imdadımıza yetişiyor. Girip bir ton yiyecek bir şeyler alıyoruz. Sandviçler üzerlerinde sadece kendi dillerinde yazan ambalajları ile pek yardımcı olmuyorlar ama dediğim gibi insanlar burada yardım için yırtınıyorlar.”Müslümanız, domuz eti olmayanları gösterin” dediğimde, ilk sorduğum kadın İngilizce bilen birini arıyor. Bulduğu kız ise hem istediğimiz ayrımı yapıyor ve kafamdan kısa sürede çıkan en önemli bilgiyi vermenin derdiyle domuz eti olan sandviçlerde ne yazdığını anlatmaya çalışıyor.
Rimi ‘den aldıklarımızı yerken bu ülkenin tüm insanlarının mı yardımsever olduğunu yoksa biz de insanlara yardım ettiğimiz için mi Allah‘ın bu tip insanları karşımıza çıkardığını tartışıyoruz bir müddet.