Budapeşte ile ilgili yazacağım şeyler gerçekten beni zorluyor. Sanırım beni daha da zorlayacak tek yer Kırım olabilir. Bizim olan bir yerde bize ait çok az şeyin kalmış olması insanı gerçekten yaralıyor, İstanbul ‘da Bizans ‘tan kalan eserler bile Macaristan ‘da en azından Budapeşte ‘de Türklerden kalan eserlerden yüzlerce kez fazla.
Viyana ‘dan karayolu ile Budapeşte ‘ye geçişimiz oldukça ilginçti. Sınırı geçer geçmez alışveriş için girdiğim kafeterya bozması yerde gerçek bir çingene ile karşılaştım ve yolculuğun başından beri ilk defa kendimi savunmam gerektiğini düşündüm. Meydan okuyan, balıkçı tablalarında uzanan balıkların ölgün bakışlarına benzer ama buz gibi gözlerle ‘kolega türko’ deyip elindeki bıçağı bana satmaya çalışan (ki eminim gece geç saatte o bıçakla beni soymaya bile kalkardı) saçları inek yalamışçasına kafa derisine yapışmış sefil Çingene ‘ye nasılda sert ve seri Almanca cevap verebildiğime şimdi bile şaşıyorum.
Macaristan ‘a girişimiz soğuk ve sisler içerisinde oldu. Saatlerce buzlaşmış tarlalarıyla geride bıraktığım Avusturya ile bataklıkmışcasına bir izlenim yaratan Macaristan pek farklı ülkeler.
İnsan olarak da farklılar. Şöyle ki; Prag ‘ın sessiz, içe dönük ama insan yerine konulduğunu anlayınca size açılan insanı yada Viyana ‘nın soğuk tiplemelerinden çok farklılar. Gerçekten yabancı hayranlığı had safhada burada. Bela paratoneri gibi tek başına dolaştığım akşamlarda İtalyan erkeklerin mücevhermişçesine ilgi gördüğünü, bir şey sorduğunuzda hatunların size önce şuralı mısınız diye aşırı yakınlaşmaya çalıştıklarını fark ettim. (not olarak burada hatunların size takılıp kendilerini barlara davet ettirip sizi yoldurabilme ihtimalleri çok duyduğumuz vakalar)
Şehrin ki aslında tek bir şehir yok ortada. Buda ve Pest şehirleri birleştirilmiş. Birde Obuda kenti var. Burası Romalılarca Aquincium olarak kurulmuş ilk yerleşim. Buda ki bizim kaynaklarda Budin diye geçen yer olmakta. Peşte tarafı ise Roma kaynaklarında Contra Aquincium olarak geçmekte. Romalılardan burayı Hunlar almış. Pek çok kavim burayı almış kaybetmiş. Macarlar Hristiyanlığı kabul ettikten bir müddet sonra başkentlerini buraya taşımışlar. 1540 ‘da bizimkiler şehre girmiş. 1680‘lere dek bizde kalan kent ( arada epey kuşatma da yaşanmış) Avusturyalıların eline geçmiş. Sonrasında ise çalkantılı dönemler yaşamış epeyce ama günümüze tüm bu zorlukları aşarak gelebilmiş.
Neyse, Budapeşte ‘ye de öğleden sonra geldik. Elizabeth Köprüsü ‘nün orada inip Mcdonalds bulup karnımızı doyurduk. Buradaki Mcdonalds‘larda yerel ürünler var. Ama ketçap vb ekstra ücretli.
Standart tur programında yer alan hızlı bir şehir turu ile güne başladık. Budapeşte ‘de hemen yapılıp baştan savılması gereken yer Peşte tarafındaki alanlar olmalı. Budapeşte ‘de otobüs ulaşımı çok rahat, metrosunu kullanmadım. Ama o da oldukça iyi görünmekte.
Normal otobüs bileti 300 HUF. Şoförden de alabiliyorsunuz ama bu kez 400 HUF ödemeniz gerekli. Sadece ulaşım için indirim kartı ararsanız günlük olanlar 1550, üç gün geçerli olanlar 3850 HUF. Budapest Card ise iki yadaüç gün ücretsiz ulaşım olanağı verirken kimi müze ve dükkanlara indirimli giriş imkanı vermekte. İki günlük olan 6300, üç günlük olanı 7500 HUF. (1 Euro yaklaşık 270 HUF )
Buraya yakın bir yerde, konsoloslukların olduğu çok harika bir semt var. Bu semti ortadan yaran yol oktagon ‘a gidiyor. Oktagon adından da anlaşılacağı üzere sekiz yolun birleştiği bir alan. Buradan ayrılan yollar Peşte ‘nin en güzel alanlarına gitmekte. Devasa tiyatro salonu, tren garı, Avrupa ‘nın en büyük sinagogu vb hep bu meydana gelen yolların üzerinde.
Ama şehrin Budin tarafı gerçekten çok güzel. Özellikle Budin Kalesi başlı başına bir sanat eseri. Bembeyaz taştan yapılma bir masal beldesi adeta. Kalenin en güzel yeri Fisherman’s Battalion denilen – sanırım balıkçı müfrezesi diyebilirim- yer. Çok güzel bir Tuna manzarası var. Bu alanda Tatar istilası sırasında balıkçılar tarafından kalenin savunulduğu anlatılmakta. Ama balıkçıların kazanıp kazanmadığı yada kaleyi neden balıkçıların savunduğu muhteşem Macar şövalyelerinin nerede olduğu -yada öldüğü- hakkında bir şey söylenmiyor 🙂
Bu alana ayrıca triniti de denmekte. Budin ‘in en büyük Katedrali St.Mathias Katedrali burada. Ne yazık ki giremedik içine. Güzel ve yüksek bir yapı. Mathias nam-ı diğer Mathias Corvinius bize epeyce baş belası olmuş bir kişilik. Zaten Corviniuslar Hünyadi Yanoş ‘un sülalesi. Corvinius Latince kuzgun demek. Ya devlet başa ta kuzgun leşe sözü bunlardan gelmekte. Kanuni Budin ‘e girince burada namaz kılmış, yani bir bakıma ikinci bir Ayasofya burası. Bu Macarlara çok koymuş , oysa ben Budapeşte ‘de olması gereken camileri ve diğer Türk yapılarını sorunca saçma sapan tepkiler aldım. Evliya Çelebi ‘nin notlarına göre şehirde bizim yaptığımız bir saat kulesi bile mevcutmuş. Şehir 1540 ile 1681 arasında bizim elimizdeyken imparatorluğun dördüncü büyük şehri haline gelmiş. Kale içerisinde bir kaç tane müze var. Askeri müzede burada. Ayrıca civarda devasa bir kütüphane de var. Kale içerisinde kale kuşatması sırasında savaşırken şehit düşen son Osmanlı Paşası’na ait mezar taşı ve Macarların ona ithafen yazdığı yazı da görülebilir.
Kaleye nehir kıyısından 1900’lerde yapılmış bir füniküler ile de çıkabiliyorsunuz.
Budin ‘in kale gerisi alanı eski Türk mahallesi ;hatta günümüzde bile sizi duygulandıran Türkçe kelimeler sokak adlarında hala saklı. Mescit Utca gibi. Kavala ‘daki gibi dar, huzurlu sokakçıklar insanı hüzne boğarak sizi selamlıyor. Yıllar önce atalarımızın arşınladığı şu an mezarlarının bile kalmadığı topraklarda yürüyoruz.
Buradan güzel bir manzaraya sahip Gül Baba Türbesi ‘nin olduğu tepeye geçtik. Gül Baba bir alperen. Yani savaşçı derviş. Tüm Balkanlarda olduğu gibi bu yenilmez savaşçılar barış döneminde gayri müslim halkı koruyucu kanatlarına almış. Despotların ve tiranların teröründen bıkan halk bu yabancı ama dürüst insanları ilkin merak ardından hayranlıkla izlemiş. Boşnaklar ve Arnavutlar İslama bu şekilde geçmiş. Gül Baba da böyle bir zat. Budin önlerinde bir Nemçe muhasarasında şehit düşünce bizzat Kanuni ‘nin olduğu bir cemaatle aziz naaşının cenaze namazı kılınmış. Sultan Abdülaziz ‘in gelişi anısına çöplük olan türbe toparlanmış ve günümüze gelmiş.
Türbedar bir Macar. Bir TV programında türbenin bahçesinde Türk çocuklarıyla oynayarak büyüdüm demişti. Yıllarca Macaristan ‘da kalan Türklerin akıbetini araştırmama rağmen bir şey bulamamıştım. Türbedara sorduğumda bu çocukların yerel halkla karıştığını, genelde günümüzde Peşte tarafında yaşayan çok zengin tacirler olduğundan bahsetti. Ve giderken şunu ekledi ‘Onlar dünyanın en güçlü kanına sahipler; Macar ana ve Türk babadan gelen asil bir soy onlar’
Türbedara teşekkür ederek, minnetle şehidimize fatihamızı okuyarak yerimizden ayrıldık.
Otelimiz rakoçi caddesi denen fevkalade merkezi bir yerdeydi. Adım başı match mağazaları var ve oldukça hesaplılar. Metro ve otobüs hatları oldukça iyi ve işlek. Tek kötü olan marketlerde nakit euro geçmemesi ve satışçıların ingilizce hiç ,almancayı da hemen hemen hiç bilmemeleri. Ama iyi niyetli insanların arasında hemen kurulabilen tarzanca ve güler yüz ile her şey çözümleniyor.
Akşam yemekleri güzel bir restorana giderseniz biraz pahalı. Ama dediğim gibi çok merkezi bir yerdeydik. Ve şimdi düşünüyordum da yine Türkiye ‘ye göre çok ucuza kalkmışız masadan.