Son gün için yaklaşık 20 km.ye yakın bir rota belirlemiştik. Fakat havanın inanılmaz soğuğu (-7 derece idi) bizi inanılmaz sarstı. İlkin Oktagon ‘un oraya, oradan da opera binasına gittik. Bir akşam önce opera binasına uyanık hemşerilerimizin nasıl girdiğini öğrendik. Opera binasında 2-3 euroya sahneyi göremediğiniz ama sesleri duyabildiğiniz yerlerin biletlerini alıyorsunuz. Oyunun başlamasına az kala buralardan da sahneye insanlar yakınlaştırma için getiriliyor. Böylelikle 50 euro veren adamla yan yana oturup operayı izleme imkanınız oluyor.
Buradan parlamento binasına gittik. Harika bir bina. Avrupa’nın merkezi ısıtmalı ilk binası burası. İçeri girişler biraz düzensiz. Sizin dilinizde yada dilini anlayabildiğiniz bir rehberin olduğu bir turu beklemeniz gerekiyor. Ve seferler arası çok uzun kişi başı giriş 10 euro. Girmedim. Ama binayı çeşitli açılardan izledim, dolandım. Harika bir bina bu.
Buradan Tuna kıyısına indik. Kıyıda biraz ilerleyince ayakkabılar vb gördük. Yanlarına yaklaşınca bunların metal ve yere sabitlendiğini fark ettik. Çevredeki tek yazı yerdeki İbranice harfler olduğu için bir anlam veremedik ama ikinci dünya savaşı ile ilgili olabileceğine dair fikir yürüttük. Hedefimizde Margret adası da vardı ama oraya gitmeye cesaret edemedik. Tuna kıyısında pis kokuya aldırış etmeksizin bir süre oturup Elizabeth köprüsünden Budin ‘e son bir kez geçip geri döndük.
Geri dönüş sırasında Peşte‘nin katedrali olan İstvan Katedrali ‘ne girdik. Burası Estergon ‘daki katedral kadar olmasa da oldukça büyük ve yüksek. (İstvan almanda stephan, ingilizce de ise steven’a karşılık gelmekte) İçeride sanırım şapellerden birini müze yapmışlar, Macar kraliyet tacının imitasyonu burada saklı. Bir şey sorma bahanesiyle içeri girdim ama fotoğrafını çekmedim. Aslında saf kandırılabilir ihtiyarlar var. Ama yabancı dil bilen adam yok.
Son akşam çigan gecesine katıldık. Katakomba denilen bir tavernada eğlendik. Olmazsa olmaz bir yer değildi ama yine de iyi de eğlendik. Özellikle ksilofon çalan Yahudi kılıklı adam gerçekten harikaydı.
Ve son söz…
Budapeşte diğer iki şehirden de oldukça farklı yada bir yanı akıncı bir yanı tatar olan bir ailenin çocuğu olarak ben öyle algıladım. Gönül devlet büyüklerimizin atmasyon konuşmalar yapacağına buralarda ata yadigarı hazinelerimizin diriltilmesi konusunda hareket etmelerini bekler.
Tuna da koyu kahverengi sularına rağmen yine de kendine baktırıyor. Gerçi Macarlar sadece gerçek aşıkların Tuna ‘yı mavi görebildiklerini iddia etseler de…
Kadınları diğer ülkelerin kadınlarından farklı. Bakıyorlar, gelip konuşuyorlar. Yabancı olmanız onlar için yeterli. Ama izlenimlerim İtalyanlar Macarlar için biraz daha farklı kanısına vardırdı beni.
Budapeşte de fakirlik var. Çöp var. Hırsızlık var. Benim de peşime takılan bir arkadaş oldu ama alt geçitlerin birinde ektim. Hava karardıktan sonra elinizde fotoğraf makinasıyla dolaşmak biraz riskli. İlla dolaşacaksanız ana caddelerde dolaşın.
Türkleri pek sevmiyorlar ama Türklerden ve Türkçeden çok şey aldıklarını inkar etmiyorlar. Milli yemekleri olan gulaş aslında yeni çerilerin yediği kul aşı. Vakti zamanında söğüş sığır eti masalarına gelmezken Türk ordusunun sofrasındaki bu yemek ilgilerini çekmiş. Güzel de yapıyorlar doğrusu. Baklavayı bal ile yapıyorlar. Dillerindeki Türkçe kelimenin haddi hesabı yok. Sakal sakal sadece szakal diye yazmakta.
Gençlerde hızlı bir yozlaşma var. Aklı basan ihtiyarlar durumu üzüntüyle seyrediyorlar ve geçmişe karşı bizim gibi bir özlemleri var. Adım başı Attila isimli mekanlar, alanlar var. Hatta Attila ‘nın çocuklarından bizim irnek olarak bildiğimizin adı csaba (çaba) olarak kullanılıyor. Ortaçağ Macaristan ‘ı da özlenenler arasında. Bizlere karşı çok savaştıklarından bahsediyorlar ki haklılar. Macar süvarisine karşın top ve barut teknolojisini geliştirmek zorunda kalmıştık.
Türk ırkçılığında üç hac yeri vardır. Biri İstanbul ‘dur, diğeri kültürümüzün kaynağı Orhun Anıtları diğeri son noktamız Estergon Kalesi ‘dir. Estergon Kalesi’ne gidebildiğim için Tanrı’ya şükürler olsun.
Macaristan ‘da tarzanca ile pek çok insan tanıdım. Ama Macar rehberimiz Eva Hanımefendiyi unutamayacağım. İş aşkı ve kültürü ile -bazan tarihi konularda tartışsak bile – bizlere çok yardımcı oldu.
Bir daha bu topraklara gelebilirsem Estergon ‘a bir minibüs kiralayarak gideceğim. Bangır bangır mehter marşlarını çalacağım. İşte o zaman Estergon kalesinin korku salan akıncılarının, Tatar atlılarının, 2 Eylül 1686’da Budin ‘i kaybettiğimizde ikinci dünya savaşına dek Avrupa ‘da görülen katliamda yok edilen atalarımızın ruhlarını ihya ettiğime inanacağım.