Uçağa biniş sırasında dört kişi dikkatimi çekiyor. Eşimi uyarıp “bunlar ya uçağı kaçıracak yada kaçacak” diyorum. Türlü tipte insan uçağa binmek için beklemekte. Onlara bakıp vakit geçiriyorum. Bana ya Prag ya Dubrovnik diye teklif sunulunca bende seçimimi Dubrovnik’ten yana kullandım. Benim hikayem bu. Yüzeysel bir şekilde araştırma yaptım. Canım sıkkın.
Nihayet uçuyoruz artık. Pilot tipinden ve duruşundan hava kuvvetlerinden gelme olduğunu haykırıyor adeta. Bu bile beni rahatlatıyor. Önce Trakya topraklarının üzerinden geçiyoruz. Ardından Yunanistan. Yazları denize girdiğimiz Fener (Fenari ) sahilinin ardındaki gölün çok büyük olduğunu görünce hayret ediyorum. Ardından Arnavutluk ‘a doğru Makedonya üzerinde gene büyük gölleri görerek uçuyoruz. Bir müddet Adriyatik ve mükemmel bir iniş ile artık Dubrovnik’teyiz.
Küçük bir havalimanı var. Bu limanın yazın low cost firmaları nasıl taşıdığına akıl erdiremiyorum. Pasaport sırasına girince iyice afallıyorum çünkü işler oldukça ağır yapılmakta burada. Bekliyoruz. Elimizde otel voucheri olduğu için rahatız. Fakat gruptan dört kişiyi alıkoyuyorlar. Hırvatistan ‘a vizesiz girilebilmekte. Bu da bir şekilde buradan Avrupa’ya kapağı atabilmeyi kolaylaştırıyor kimileri için.
Önce Dubrovnik ‘ten bahsedelim.
Dubrovnik ilginç bir tarihe sahip. Zenginken Venedik ile epeyce rekabete girmişler. Venedik neden bunları silip süpürmemiş anlayabilmiş değilim. 1203 ‘te İstanbul yolunda iken böyle bir kenti yağmalamışlardı. Neyse Ragusalılar ki Dubrovniklilere Venediklilerin taktığı isim bu, Venedik ve komşuları ile uğraşırlarken, doğudan gelen Türklerle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu kısa sürede anlarlar. Zenginlerdir ama şehrin mottosunda olduğu gibi “Özgürlük satılık değildir her hangi bir miktarda altın karşılığında ” (Non bene pro toto libertas venditur auro) diyerek ak akça kara gün içindir demiş biriktirdikleri parayı Osmanlılara haraç olarak ödemeyi tercih ederler. Osmanlı da bu şehri yutmak yerine kendileri için tarafsız bir liman ve casus üssü olarak yaşatırlar. Bu yaşam bedeli 1478 tarihli ahitnameye göre 12,500 altın olarak görülüyor. Ayrıca 2,500 kuruş gümrük bedeli ve 2,000 kuruş sadrazama kalemiye olarak gönderildiği görülüyor. Bu ödemeler 1815 yılındaki Viyana kongresine dek sürmüş ( Kaynak: Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi,Cilt 6,sf 116 , Dubrovnikliler 1481 demekte bu tarih için)
Ayrıca Osmanlının pekte başarılı olmayan Hindistan seferindeki silah arkadaşları arasında Ragusalılar da var.
Sonra Napoleon fırtınası buradan da geçmiş. Şehre bakan tepedeki kale kalıntıları da Napoleon dönemiyle ilişkilendirilmekte. Napoleon, Ruslar tarafından püskürtülmüş. Kısa süreli bir “tam bağımsızlık ” ardından Avusturya yönetimi dünya savaşına dek süregelmiş.
Havalimanı ile eski kent arası yaklaşık 20 km süren virajlı genelde uçurum kenarında giden bir yol ile birbirine bağlanmış durumda. Çavtat, Mlini derken ileride solda Lokrum adası ve Dubrovnik ‘in kum rengi surlarının ardında kırmızı çatıları görünüyor.
Tek sıra surlarla çevrili şehrin giriş kapısının önündeki köprüde ilerliyoruz. Bir zamanlar köprünün altı da, şehrin doğu surlarının dışı da dere tarafından sarılıymış. Zaman yada insan etkisi, belki de ikisinin ortak çalışması ile dere buhar olmuş gitmiş. Giriş kapısının üzerinde şehrin koruyucu azizi Vlahus ‘un bir heykeli var. Vlahus , Sivaslı, Ermeni bir aziz. İlk hristiyan şehitlerinden. Nedendir bilinmez bu şehrin azizi oluvermiş. Ayrıca boğaz sağlığının da koruyucu azizi olarak biliniyor.
Şehrin içine girince karşınıza uzun bir cadde çıkıyor. Kapıdan denize dek uzanan bu caddenin ki adı Stradun sağlı sollu İtalyan tarzı binalarla çevrili olduğu görülmekte. Verona, Pisa gibi şehirlerin sokaklarındaymış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.
Girişte, hemen sağfa, üzeri tuğla bir kubbe ile kaplı çok yüzlü bir çeşme sizi karşılıyor. Onofri çeşmesinin her bir yüzünde ayrı bir surat ağızlarından çıkan borularla su akıtıyorlar diyemiyorum çok azı su akıtabilmekte. Buna karşın bu çeşme olsun şehrin tüm çeşmelerinin suyu içilebilmekte. Yerli halk musluk suyunu kullanıyor. Bende çekinmeksizin musluk suyunu içtim. Kısa zaman zarfında bir problem çıkarmıyor. Çeşmenin kitabesinde 1438 yılı yazmakta. Dört yüz rakamının CD yerine CCCC şeklinde yazılmış olması da epeyce ilgimi çekti.
Hemen solda , Spasa kilisesinin yanı başında Fransisken Kilisesi, müze olarak da kullanılan manastırı ve 1317 tarihinde çalışmaya başlayan Avrupa’nın en eski eczanesi yer almakta. Dubrovnik Avrupa’nın pek çok en eskisine dolayısıyla ilkine sahip. 1347 ‘de yaşlılar için açılan bakımevi, 1377 ‘de açılan karantina binası ( cüzzama atfen sanırım Lazarete adı ) ,1432’de işletilmeye başlanan yetimhane Avrupa için birer ilk olmuş. Halbuki Anadolu’da bizden kalan benzeri kuruluşlar Avrupa sayılmamış. İlginçtir Bizans bile Avrupalı sayılmamış ki 6. yy ‘a tarihlenen ve Gülhane Parkı’nda izleri görülen Agios Paulos yetimhanesi ilk olarak görülmüyor. Tipik Avrupalı ikiyüzlülüğü. İşlerine gelince “Bizans’ın çocuklarıyız” derler. Ne çocukları olduğu malumumuz ama burada zikredip ağzımızın tadını bozmaya gerek yok diye düşünüyorum.
Şehir köle ticaretini 1418 ‘de resmen yasaklamış.
Stradun ‘un solunda yani şehrin doğusunda kalan mahalleler yamaçta yer aldığından çok sayıda merdiveni çıkmak gerekiyor. Neyseki şehir bizim ölçülerimizle epeyce mini olduğu için problem oluşturmuyor. Bu sokaklarda da çok sayıda kafe vb yer almakta. Pencerelerinden rengarenk çamaşırların sarktığı binaları birbirine bağlayan sokaklar kimi zaman küçük şapellere de götürüyor bizleri. Ya da evlerin arasından Yahudi mahallesinede ulaşmak mümkün. Hoş burada getto kavramı yok. Rehber göstermese havra önünden geçtiğimi farkedeceğimi sanmıyorum.
Stradun ‘a inip sahile doğru ilerliyoruz. Buradan da sahile doğru. Şehrin surları içerisinde rüzgara karşıda korunaklı bir durumda olduğumuzu farkediyoruz. Şehrin limanında rüzgara açık bir konumdayız. Buradan hemen karşıda yer alan Lokrum adasına yada yazın üç adalar turlarına katılmak mümkün. Bu üç adalar turu epeyce pahalı bir aktivite. 30 euro.
Burada grup serbest bırakılıyor. Bizde sahilden içeri geçip meydanda şöyle bir dolanıp kafelerin birine girip kapuçino içiyoruz. Korktuğumuzun aksine kapuçino epeyce ucuz ve harika bir tada sahip. Burada biraz oturup ışıklarını teker teker yakmaya başlamış dükkanları ve kalabalıklaşan caddeyi ve tipleri seyrediyoruz. Kadınlar uzun boylu. Erkekler ise epeyce uzun boylu. Dedelerin neden bu taraflara sefer düzenledikleri belli oluyor. Benim bile bir bahane bulsam da kapışsam diye kanım kaynamadı desem yalan olur. İnsanlar sessiz, kendi dünyalarında, donuk tipler. Kimse kimseye karışmıyor. Kimse kimseye bakıp rahatsızlık vermiyor.
Öte yandan hava kirliliği diye bir kavram söz konusu değil. Hava o denli temiz ki karanlık inedururken bile masmavi bir renge bürünüyordu.
Son olarak meydandaki kiliseyi ziyaret ettik. Genelde düğünler için kullanılan kilisede az sayıda dua eden insan vardı. Dışarıdan güzel görünen yapının içerisi epeyce sade. İçeri girip bakmaya değer bir şey yok.
Stradun ‘un iki yanındaki binalardaki hediyelik eşya satan dükkanları teker teker dolandık. Magnetler pahalı. Bu arada mumdan yapılan güzel nesnelerde satılıyor. Ayrıca bu dükkanların çoğu küçük bir fark ile euro bozabiliyorlar.
Nihayet otelin bulunduğu Lapad bölgesine ve oradan otelimize ulaşıyoruz. Burası anladığım kadarıyla şehrin nispeten kalburüstü muhitlerinden biri. Yemek meselesini şansımıza bulduğumuz bir Boşnak lokantasında (Stara Kuca) hamburger yiyerek gideriyoruz. Hamburger büyük, tadı fena değil, fiyatı hesaplı sayılır ama sunum sıfır.