Böyle olmamalıydı sanırım ama oldu. Sabah oldukça soğuktu, kendimi pek iyi hissetmiyorum. Kahvaltıda önce bir soğuk algınlığı ilacı çaktım, ardından vitamin. Sonlara doğru taylotla taçlandırdım durumumu ve iki de ishal hapı ile finale vardım. İlaç zehirlenmesi olmazsa durumum iyi.
Çağlar’da bir yaramazlık yok. İyi, bana bir şey olursa taşır beni. Taksi tutup 40-50 euro verip gitmek gibi bir niyetimiz yok. O nedenle aldığımız tarife göre önce Moulay İdris‘e gitmemiz oradan da bir şekilde muhtemelen bir taksi ile antik Roma kenti Volubilis ‘e ulaşacağız. Bu arada söylemeyi unuttum, bu gece de burada kalacağız. Gönlümden Rabat ‘a geçmeyi geçirmiştim ama ortak kararda sabah halimin kötü olması etkili oldu.
Çıktık sokaklara. Çok bir kalabalık yok. Okullarına giden ufaklıklar, aylak gezen kitleler şunlar bunlar.
Her neyse, 29 numaralı otobüse atladık (7 md). Yaklaşık 40 km kadar kırsala gideceğiz. Elbette ki araçtaki tiplerde değişiyor köklü bir şekilde. Araçta yaşlılara yer verdik. İtalyada bile yaşlılara yer verince insanlar olumlu tepkiler verir, teşekkür ederdi; burada o da yok. Biz insanlık görevimiz dedik.
Bu arada araçta sağlık durumum tekrar bir yoklama çekti. Soğuk ter mi dersiniz, aşırı sıvı alımından kaynaklanan üretimin çıkış talebi mi dersiniz tam tekmili ile karşımdalar.
Yol, hatırlayabildiğim kadarıyla izlemeye değer bir yeşillikle kaplı. Zeytin ağaçları ve otlaklar eşlik ediyor yol boyunca. Sanırım Fas için şanslı bir mevsimde yola düşmüşüz. Tahmini Afrika ve hatta Fas beklentilerimizle taban tabana zıtlıkta bir doğa ile karşı karşıyayız.
Moulay İdris ‘e ulaşıyoruz. Bir tepeye doluşmuş yapıları ile görülmeye değer bir yer gibi bir izlenime sürüklüyor insanı. Moulay İdris 8. yy da, Bağdattaki Abbasi halifesinin hışmından buralara kadar kaçarak kurtulabilen bir kişidir. Buraya ulaştığında yerlileri Müslümanlaştırmaya başlar ve kendi hanedanını kurar. Günümüzde türbesi de burada otobüslerin durduğu yerden az biraz yürünerek ulaşılabilen bir yerde.
Otobüsten indik. Buradan yoldan geçerken gördüğümüz antik kente dek yürümek pek akıl karı değil. Yapılabilir ama gereksiz. Bu nedenle taksi tutmaya karar verdik. İyi İngilizce konuşan ve gerçekten de iyi niyetli bir çocuğun da yardımıyla fi tarihinden kalma bir mersedesi iki saat bekleme ve gidiş dönüş şartıyla 100 md ‘ye tuttuk.
Burası eski bir Kartaca yerleşimi. Romalılar Kartacalıları tarihe gömdükten sonra buraları da ele geçirmiş. Burası Moritanya eyaletini yönetebilmek için önemli bir merkez konumunda olmuş. Etrafındaki buğday tarlaları, güvenli ve büyük bir yerleşim olması 20,000 kişiye ev sahipliği yapmasını sağlamış.
280 yılında Romalılar yerleşimin şehir statüsünü geri almış. Yerli halk Latince konuşmaya devam etmiş İslam buralara ulaşana dek. 19.yy da iyiden iyiye boşalmış, Moulay İsmail Meknes’teki sarayında kullanılması için mermerleri toplatmış. Tarihi kısaca bu.
Giriş 20 md. Girişin hemen sağında bir tuvalet var. Koştum hemen. İşimi gördüm.
Mekan büyük. Kafanıza göre gezebiliyorsunuz. Kazılarda bir Arap ülkesinde ne kadar düzenli ve çabuk olabilecekse işte o hızda sürüyor.
Önce Orfeus Evi ‘ne bakıp sağa döndük. Burada kapitol ve bazilika var. Daha doğrusu kalanlar. Bazilikanın sütunlarının üzerlerinde leylekler yuva yapmış, zahmetsizce adeta bir planör gibi sadece kanatlarını açarak sağa sola gidip geliyorlar miskince. Bazilikanın oradan ilerilere bakınca neredeyse uçsuz bucaksız bir taş denizinin uzandığını gözlemledik. İlerilerde dağlar, sağ taraftaki düzlüklerde ise yemyeşil tarlalar. Persepolis ve Zeynep ‘in kenti Palmira ‘dan çok çok farklı manzaralar.
Güneye dönüyoruz. Önce fırın binasından kalanları geziyoruz. Ardından restore edilmiş zeytin üretimhanesine uğrayıp makinalara bakıyoruz. Daha da aşağıdaki evlerde ve diğer hamam benzeri yapıların bazılarının zeminlerinde çok güzel mozaikler var. Oldukça renkli ve zarif olan bu mozaikler boyut olarak da oldukça büyük bir alan kaplamaktalar.
Tekrar kuzeye yöneldik. Akrobatlar Evi ve Köpek Evi ‘ne baktık. Burada pek bir şey yok ama muhtemelen Romalıların döneminde bu civarlarda bir genelev olmalıymış. Çünkü evlerin birinin içinde bula bula kocaman, mermerden dev bir penis buluverdik. Roma kentlerinde bu tip şekiller genelevlere giden yolları göstermekteydi.
Hemen yanda Zafer Takı bulunmakta. Büyük bir kapı. Önünden şehrin kuzey kapısına dek uzanan Cardo Maximus ‘un özellikle sol yakası asillerin evleri ve özel hamamları ile kaplı neredeyse. Bu durumda buradaki mozaiklerin kalitesinden bahsetmeme gerek yok sanırım.
Biraz daha takılıyoruz burada. Gerçekten şu ana dek Fas içerisinde durupta “evet, bu her şeye bedeldi” diyebileceğim ilk yer burası oldu. Bir kayanın üzerine yapışıp kalmış devasa deniz tarağı buraların bir zamanlar denizlerin ortasında bir yer olduğunu haykırıyor adeta.
Araçla kasabaya, oradan da geldiğimiz otobüsle Meknes ‘e dönüyoruz. Olabilecek en ekonomik yöntemle Volubilis seferini tamamladık.
Yol sırasında Meknesten de bahsedeyim isterseniz. Meknes’te Fez‘in hemen dibinde olmasına rağmen bir başka imparatorluk başkenti. Ticari başkent olan Kazablanka, turistik başkent Marakeş ve resmi başkent Rabat günümüzde. Bunlarla kıyaslandığında Meknes oldukça gariban kaçıyor.
Şehir 9. Yy da Tunustan göç eden Berberi kavmi Miknasalılar tarafından kurulmuş. 11.yy da Almuravidler bir kale yapmış ama Almuhadlar şehri ele geçirmiş. Ardından Meriniler ve Wattasiler şehri yönetmiş. Bu büyüme mimari açıdan da şehrin kalkınmasına olanak vermiş. Camilerin çokluğundan “Yüz minareli şehir” diye anılırmış o günlerde Meknes.
1755 ‘te Lizbon’u vuran deprem bu şehri bile ölümcül derece de etkileyip yıkmış. Sağa sola bela olmaya, saldırmaya başlayan Meknes bir anda duraksamak zorunda kalmış.
Daha da kötüsü ise 1912 yılında Fransızların şehre girip askeri bir garnizon tesis etmeleri ile başlamış. Bundan daha kötüsü ne olabilir sorusunun cevabı ise şu. Hemen Fransa’dan çiftçiler getirilerek yerli halkın elindeki topraklar alınarak işletilmeye başlanmış.
Ve vardığınız yer şehrin kalbi olan “Hedim Meydanı”. Bir zamanlar Marakeş ‘in Djema el Fnaa ‘sının en büyük rakibi imiş. Şimdi ise görünen küçük ve ucuz bir kopyası olduğu. O nedenle şehrin en büyük ve görkemli kapısı olan Bab Mansur ‘dan eski kente giriş yaptık.
Burada başka bir meydan daha var. Lalla Meydanı burası. Bir kilo kadar küçük muzlardan aldık .(9 md) Tahmin ettiğimiz kadar ucuz değil burada muz. Çok ama çok daha ucuz olmalıydı.
Çağlar ‘ın sıkkın olduğunu hissediyorum. Bir banka oturup top oynayan çocukları seyrediyoruz muzları atıştırırken. Evi, bizimkileri arıyorum. Bu ülkeden çokta haz etmedim açıkçası. Çağlar, “Sokotra ‘da olabilirdik” diyor. “Evet” diyorum, haklı olduğunun bilinciyle ama uzatmıyorum. İlerilerde iki aile birbirine sağlamca bağırıp çağırmaya başlıyor. Diğer ülkelerde de bağırış, çağırış çok olurdu ama bu kadar uzayanına denk gelmemiştim.
Geniş bir çember çiziyoruz. Molla İsmail ‘in türbesinin kapısı kapalı. Tipik kapı işlemeleri burada da kendini belli ediyor. Yola devam ediyoruz.
Hedim Meydanındaki restoran ve kafeteryalara yaklaşıyoruz gayet temkinli bir şekilde. Oldukça açız ama adamların da bize yapışmasını istemiyoruz. Ama tüm çabalarımıza rağmen sonuç nafile. Bizim camekanlara doğru hafif yalpalamamız bile çığırtkan tiplerin bize yapışmasına vesile oluyor. Ne ahmakça. Bıraksalar herhangi birinin masasında adam gibi, huzurla yemeğimizi yiyecek ve paramızı bırakacaktık. Bunu görünce anında çark edip Medina kısmına doğru yöneldik.
Burada da şehrin rengi yavru ağzı ile sarı arasında değişmekte. Daracık sokaklar, yapışan insanlar… Burada da adamın biri bize yapıştı. Yaşlıca bir adam bu. Parasında değilim ama bu tip zorlama davranışlar ifrit ediyor beni. O yaşta bir adama bağırmakta istemiyorum. Bir pizzacıda çalışan kadınlara rica ediyorum ve zorlukla da olsa kadınların yardımıyla sepetliyoruz yapışkan ihtiyarı.
Küçük bir fırından küçük bir ekmek alıyoruz. (1 md) Michelin yıldızı olan bir lokantanın ekmeği bile bu denli leziz gelemezdi.
Ayağımı umursamaksızın yürümeye en azından Çağlar ‘a ayak uydurmaya çalışıyorum. Ben yenilgiyi kabullendim ama arkadaşımınkini de mahf etmeye hakkım yok.
Çarşıları dolaştık. Türlü türlü ama gayet düşük kaliteli ürün satılmakta. Bize Fas ‘ın en ucuz kenti Meknes ‘tir diye denmişti zaten. Ama bedava dahi olsa çoğunun alınabilme imkanı yok.
İnsanları seyretmek ise en eğlencelisi. Kara kuru erkekler, etli butlu, kalın hatlı kadınlar dolanıp duruyorlar. Milyonlarca insan hayatını bir şekilde idame ettiriyor kendi halinde.
Bou İnania Medresesi’ne giriyoruz. Standart Fas işi işlemeler. Diğerlerinden ne eksiği ne fazlası olan bir yapı. Bir iki tane de “fınduk” denilen tarihi konuk evine de bakılıyor. Turizm için bir hareketlenme var anlaşılan.
Çağlar haritaya bakarak bulunduğumuz yerden otele yürüyebileceğimizi söylüyorsa da ben bunu yapabilecek güce sahip değilim. Yürüyemiyorum. Gene savaşırcasına bir mücadele ile otele en yakın noktadan geçen otobüse biniyoruz. (103 numaralı hat 7 md)
Otele kapağı atıp biraz uyuklayalım diyoruz. Yorgunuz. 6 gibi kalkarız, iki saatlik dinlenme yeter adam olana diye sözleşiyoruz.
Sekiz gibi derin bir titreme ile yataktan kalkıyorum. Çok üşüyorum, bu pek hayırlı değil. İlaç almayacağım bu kez. Fas ‘ın mikropları mı benim vücudumun direnci mi? Göreceğiz. Fas’taki ilginç insan davranışlarından birisi de insanların aksırıp hapşırırken ağızlarını kapatmaması. Haydi, çok şey istemiş olabilirim ama kafanı çevir be adam. O da yok.
Çıkıp akşam yemeği için turladık gene sokaklarda. Dün akşamın bir benzerini yaşadık. Yarın tekrar okyanusu görmek üzere batıya yöneleceğiz.