Dün akşamı aratmayan berbat bir kahvaltının ardından yola çıkıyoruz. Kafamıza göre gezeceğiz ama eşim oldukça kötü hissediyor kendini.
Ayn Zeliha ‘nın oradaki kahvelerin birinde soluklanmaya karar veriyoruz. Eşim kahveyi içemiyor. Oldukça kötü olduğunu düşünüyorum.
Yürüyünce açılacağına inandığını söyleyince isteksizce kaleye yöneliyoruz. Turdan beş altı kişi daha bizden önce kaleye çıkmaya çalışmış ama henüz açılmadığı için kapısında bekliyorlardı.
Bir müddet sonra kapı açılıyor. Merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Daha şimdiden güneş bizi pişirmeye niyetlenmiş gibi. Eşim terasa benzeyen kısımda beklemeyi tercih edince ben yalnız başıma yukarı çıkıyorum.
Sütunlara gidip bakıyorum. Hatay’daki rehber kızın dediği Süryanice yazıları bir türlü göremiyorum. Halbuki şimdi araştırdığımda kızın haklı olduğunu buluyorum. Tarihi neredeyse 12 bin yıl öncesine dek uzanıyorsa da günümüzde kalenin içi bakımsız. Otlar ve çalılar ile kaplı olduğu için pekte iç kısımlarda dolaşamıyor onun yerine kalenin uygun yerlerinden panoramik fotoğraflar çekmeye çalışıyorum. Gerçekten harika bir manzarası var.
Türlü olaylar, türlü felaketler görmüş peygamberler şehri Urfa altımda tüm güzelliğiyle duruyor. Ne de ilginç ne de çalkantılı günler geçirmiş. Standart olarak geçilen süreçlerin yanında Haçlılar tarafından da idare edilmişliği var şehrin. Türkler ilkin 1094 ‘te Selçuklular zamanında şehri alsa da 1098 ‘de sağlam bir kuşatmanın ardından Haçlı Ordusu şehre girer ve tarihte Edessa (şehrin eski adlarından biri, bir diğeri El Ruha) Kontluğu olarak yer alan devleti kurar. Kurar kurmasına da Antakya Prensliği kadar uzun ömürlü olmaz. Nureddin Zengi tarafından geri alınır. Bu başarı Müslümanların Anadolu toprakları dışında Haçlılara karşı gösterdiği ilk başarı olarak anılır. (Zengiler de Türk dememe gerek yok sanırım
Aşağıya iniyoruz. Eşim nispeten daha iyi. Urfa ‘nın çarşılarına doğru ilerliyoruz.
Urfa ‘nın çarşıları çok canlı. Uzun uzun anlatmayacağım gelip görülmesi gerek. Puşiydi, şalvardı ne isterseniz ucuza temin etme imkanınız var. Esnafı da oldukça iyi. Ne kazık atmaya yelteniyorlar ne de yanınızdaki kadınlara bakıp rahatsız ediyorlar. Oysa LP ‘de çarşıda kadınlara sarkıntılık edildiği yazmaktaydı. En ufak bir rahatsızlık verici bir davranışla karşılaşmadığımız gibi aksine attığımız her adımda içtenlikle yardım ettiler. Allah bereketlerini arttırsın.
Çarşı içinde durup soluk alabileceğiniz bir yer var. Burası Gümrük Han. Buraya geldiğinizde Antep’te iken Urfa ‘yı bekleyin dediğim menengiç kahvesini içebilirsiniz. Güzel bir yer. Mutlaka uğramalısınız.
Artık yine yollardayız. Bugün oldukça zorlu bir gün olacak.
Önce Atatürk Barajı ‘na gidiyoruz. Katıldığımız bu tura bile adını veren GAP projesinin en büyük parçası. Dünyanın en büyük baraj sistemlerinden birinin en büyük kısmı. En azından Avrupa’nın en büyüğü.
Bizde doğup artık bizim olmayan ülkeleri aşarak denize ulaşan nehirleri dizginlemek, arada sırada ipinin ucunu kaçırıp efendileri tarafından gaza getirilip bize hırlatılan Hafız Esad ve Saddam gibi tiplemelerin yönettiği çöl ülkelerine haddini bildirmek için Atatürk döneminden beri bekleyen baraj sisteminin yapılmaya başlanmasıyla beraber terör hareketleri de çıkmaya başladı. Tıpkı Atatürk döneminde patlayan ve layığıyla bastırılan isyanlar gibi…
Buradan barajın enerji üreten kısmını, türbinlerini görüyoruz. Küçücük görünen boruların içerisinden kamyonlar geçip gidebilmekte. 1987 yılından kalma ajandamın içinde bu kısmın inşaat sırasında hemen hemen aynı yerden çekilmiş bir fotoğrafı var.
Çok büyük bir çabanın sonucunu görüyoruz. Bu inşaatlar çok büyük meblağların yanı sıra çok sayıda da cana mal olmuş. Bu seyir terasına gelmeden birkaç adım ötede üzerinde inşaatlarda ölen işçilerin adlarının yer aldığı plaketlerin çakılı olduğu bir anıt var.
Rivayete göre elektrik türbinleri tam kapasite ile sadece bir hafta çalışsa İstanbul ‘un bir yılda kullandığı suyu harcarmış. Buradan barajın gücünü ve Fırat ‘ın önemini anlayabiliriz sanırım.
Buradan Adıyaman ‘a geçiyoruz. Perres diye geçiyor eski kaynaklarda. Rivayete göre putperest bir babamın yedi oğlu varmış ve hiç biri babalarının inandığı putlara inanmamış. Babaları da türlü baskılarına rağmen kendi inancına dönmeyen inatçı çocuklarını öldürmüş. Bu nedenle şehrin adı “Yedi yaman” olmuş zamanla günümüzdeki hale dönüşmüş. Yörenin tipik sürecini bu şehri de araştırırken görüyoruz. Burada istisna Nemrut ‘ta anlatacağım Komagene Krallığı.
Adıyamandaki otelimiz pek aman aman değil ama backpacker günlerimizi yad edince gayet kalınabilir olduğuna karar veriyoruz. Fazla bir beklentimiz de yok zaten. Kapının bir askı ile kapandığı, içinde yeşilin şimdiye dek rastlamadığım bir tonunda 37 ekran televizyona sahip ufak bir oda. Günümüz anlayışına göre vasatın altı bir yer. Halbuki ben çocukken otel odalarında TV bile yoktu. Aslına bakarsanız doğru düzgün bir TV yayını bile yapılmıyordu ya neyse…
Öğle yemeğini Adıyaman merkezinde bir lokantada alıyoruz. Ben Adıyaman kebabı alıyorum. Diğer yörelerin kebaplarından bir farkı yok. Gene de karnımı doyuran bu yemek için hesaplı bir ücret ödüyorum. Tatlı istediğimizde ise yan dükkanı gösteriyorlar. Küçük, sevimli, eskiden Fatih taraflarında olan dükkanlara benziyor. Burada dilberdudağı adında bir tatlıyı deniyoruz. Sıcak yenen, baklavaya benzer harika bir şey bu. Yanında buz gibi yarım litre süt olsaydı keşke…
Dükkan çalışanları ile konuşuyoruz. “Menzil ‘e de gidecek misiniz?” diye soruyorlar. Menzil ‘i bildiğimizi ama turla geldiğimiz için uğrayamayacağımızı söylüyoruz. Nakşibendi tarikatına bağlı cemaatlerden birinin merkezi bu köyde. Üniversiteden tanıdığım bazı arkadaşlarım buraya geldi. Kendilerince dünyaları değişti. Mutlular. Anlattıklarına göre her kesimden insanın misafir edildiği, sufi hayatın sürdüğü bir merkez. Kötüleyenlerin ise standart sözler dışında spesifik bir dayanağa da sahip olduklarını görmedim. Anladığım, bildiğim şeyler değil. Allah kim doğru yolda yürüyorsa yolundan saptırmasın, diyorum ancak.
Yemekten çıkıp şehrin ana caddesinde bir duvara yaslanıp halkı izliyoruz. Her şey doğal, her şey olması gerektiği gibi olağan. Yanımdaki devlet dairesine genç ağırlıklı çok sayıda insanın girdiğini görünce dayanamayıp dönüp bakıyorum. Şehir kütüphanesi imiş. İstanbul’daki mahalle kütüphanelerinin kaçı açık kaldı acaba? Gelen giden var mı ayrı bir konu. Heybeliada’daki kütüphane kapanalı yıllar oldu, kitaplar şu an nerede bilen yok.
Unutmadan söyleyeyim şehrin güzel ve küçük bir de arkeoloji müzesi var.
Buradan minibüslere geçiyoruz. Artık hedef Nemrut.
Önce bu hedefe uzanan uzun kimi zaman sıkıcı ve kesinlikle yorucu bu yolda Adıyaman ‘ın Kahta ilçesinden geçiyoruz. TOKI tarzı apartmanlar burada da görülüyor. Sandığım gibi küçük, fakir bir yer değil.
Karakuş Tümülüsü’ne dek durmuyoruz. Gerek burada gerekse yol üzerindeki bazı yerlerde uzaklardan Nemrut Dağı görülebiliyor
Gir göreceğimiz yer Karakuş Tümülüsü. Kommagene Kralı II. Mithradates tarafından annesi İsas adına yaptırılan anıt mezar, sütun üzerindeki kartaldan dolayı Karakuş Tümülüsü olarak biliniyor. Son zamanlarda Bayanlar Tümülüsü diye internette yaza dursunlar (Allahım ne nazik bir ırk olmuşuz) bilinen adı Kadınlar Anıt Mezarı. Doğu, batı ve güney yönlerde dörder sütun varken günümüze doğuda iki, batıda (tokalaşma sahnesi olan sütun) ve güneyde birer sütun kalmış ki yer de boylu boyunca yatan bir sütunu da bakarsanız görebiliyorsunuz. Yerde bir de aslan heykeli var ama yüzü epeyce hasar almış.
Günümüzde halen üzeri likenlerle kaplı olarak heykel beklemede. Uzakta Atatürk Barajı görülmekte. Çılgın manzaraların karşısında tarihle baş başayım. Hala anıt koruma altına alınmamış. Zamana, yörenin ekstrem gece ve gündüz sıcaklık farklılıklarına direniyor. Özellikle barajdan sonra iklimin değişmesi bu tarz eserler için daha olumsuz etkilere sebep oluyormuş. Hemen yanı başımızda buğdaydan biraz daha irice dişleri olan başaklar rüzgarda tembelce sağa sola eğilip bükülüyor. Daha yeni yeni yeşilden sarıya dönmeye başlamış renkleri.
Ardından aradan neredeyse iki bin yıl geçmiş olsa dahi Roma‘nın azameti ve haşmeti karşısında küçücük kalacağım yer olan – Cendere Köprüsü ‘ne varıyoruz.
Roma imparatoru Septimus Severus ailesi ve kendi onuruna bu köprüyü 192 ila 211 yılları arasında yaptırır ve giriş ve çıkışlarına kendisi, oğulları Caracalla ile Geta ve eşi Julia Domna (Romalılarca o dönemde tüm askerlerin annesi olarak nitelendirilir) adına dört adet sütun diktirir. Bunların üçünü görüyorsunuz. Dördüncü nerede derseniz Roma tipi bir entrika karşımıza cevap olarak çıkar. Kardeşlerden biri olan Geta’nın ölümü üzerine kendisi için yaptırılan sütun kardeşi, Caracalla tarafından ortadan kaldırılır. Çünkü sütun dikmek bir hakimiyet sembolüdür ve hiç bir otorite döneminde kendine rakip olarak gösterilebilecek bir otoriteyi kabul edemez
Nehrin suları çekilmişte olsa inanılmaz genişlikte bir yatağa sahip olduğunu söylemeliyim. Köprünün ortasında oturup ilerideki yeni köprüye, muhtemelen buz gibi olan sularda oynayan çocuklara, gençlere bakıyorum.
Köprünün devasa gözüne bakıyorum. Dünyanın en büyüğü işte bu. İtiraf etmek gerekirse Mostar’daki köprü buna rakip olamaz. Köprü başındaki kitabelerdeki yazılar silinmeye başlamış. Karı koca uğraşıyoruz okumaya ama pek de bir şey çıkaramıyoruz ortaya.
Bu sırada rehberde anlatmaya başlıyor. Bir kaç yıl öncesine dek köprünün taşıt trafiğine açık olduğunu hatta tanklarında köprüyü kullandığını ve bir problem olmadığını söylüyor. Ama aşağıdaki yeni köprünün ise çöktüğü için tekrar yapıldığını söylüyor. Artık araç trafiğine kapalı olduğu için yürüyerek karşı kıyıya geçiyor ve bizi bekleyen minibüslere binerek yolumuza devam ediyoruz.
Muhteşem bir coğrafya. Dağlar, nehir, ağaçlar, ilerideki kayalıktaki fethedilmesi pek mümkün olmayan ama görülmeye değer kale. Hepsini aştıktan sonra Nemrut Doğal Parkı’na giriş yapıyoruz
Önce Arsemia ‘ya gidiyoruz. Burada kutsal mağara, Antiochos ile elinde sopası ile Herakles ‘in tokalaştığı ştel (burada Antiochos kendini bir tanrı ile aynı seviyede göstererek kendisinin tanrısallığı üzerine vurgu yapar, propaganda her zaman var) heykeli, Anadolu’daki en büyük tek parça Yunanca metin gibi parçaları, kalıntıları görüyoruz. Yukarıda saray kalıntıları da varmış. Buralarda her şey kendi başına, doğanın insafına bırakılmış. Anlatılması zor ama çok iyi fotoğraf çekebileceğiniz harika manzaralar var.
Son etaptayız. Bir yanı uçurum olan virajlı bir yoldan ilerliyoruz. İlk defa yörenin fakir görünümlü yerleşimlerini görüyoruz.
Sonrasında artık Nemrut ‘a çıkmak için yürüyeceğimiz yere varıyoruz.
Bu Nemrut ile Urfa ‘da uzun uzadıya Hz. İbrahim ile olan mücadelesini anlattığımız Nemrud yada tarihi kayıtlarda Naram-Sin denilen adamla bir bağlantı yoktur. Burası Antiochos isimli Komagene kralı tarafından inşa edilmiş bir mezardır aslında. Ha bence gene kendini tanrı sanan otorite sahibi bir manyağın şahsi heveslerini tatmin için emri altındaki ahmakları kullanarak inşa ettirdiği bir yapıdır.
Bizden bir hafta önce aile dostlarımız gelmiş ve burada doluya tutulmuşlardı. Gelmeden benim dinlemeyeceğimi bildiklerinden olsa gerek buranın rüzgarı ve soğuğu ile ilgili istihbaratı anneme yapmışlar o da eşimi ikna etmişti. Elimizde kazaklar, sırtımızda ne olur ne olmaz diye yanımıza aldığımız yağmurluklarla tepeye doğru tırmanmaya koyulduk.
Dik bir tepe. Bastığınız zemin iri çakıl ve mıcırdan oluşmakta. Sağınız düştüğünüzde uzunca bir zaman duramayacağınız tarzda bir şarampol.
Çıkması derseniz, eşekler size ulaşımda yardımcı olacaktır ama eşek ile iniş yapan iki kişinin suratlarını görünce tabanvayın psikolojik açıdan en iyisi olduğuna karar verdim.
Öte yandan şunu düşünüyorum. Ne kadar acı, değil mi? Biz dağın tepesine doğru çıkarken dünyanın türlü yerinden gelen insanın aşağılara doğru indiğini görüyoruz. Hatta köpekleri ile gezenleri de görünce “pes” diyorum.
Çıkış yolunun ne kadar dik olduğundan bahsetmiş miydim? J Şansıma pek rüzgar yok ama ayazının çekilmez olacağını sanıyorum. Ama yol boyunca dinlenmek için verdiğim kısa molalarda bakınırken gördüğüm manzara paha biçilemez.
Sonunda tepedeyiz. Duygularımı anlatmak zor. Zirve yaptım gerçekten. Zor ve yorucu bir yokuş oldu ama bunun yanı sıra karı koca derin bir hayal kırıklığı içerisindeyiz. Taş heykelleri devasa monobloklar olarak hayal ediyorduk. Değillermiş… Tanrıların, mezarı koruyan kartal kafalarının ve ilginç başlığı ile kralın (Antiochos ‘un elbette) büstleri yan yana sıralı duruyor. Sıralama şu şekilde. Her iki tarafta da aslan (yeryüzündeki kuvvet), kartal (tanrılar ile iletişimi sağlayan güç), Antiochos, Fortuna, Zeus, Apollo ve Herakles şeklinde sıralanıyor. (Pers kültürü üzerinden fazla bir hakimiyetim yok. Grek isimlerini yazabiliyorum ancak)
Heykellerin gerisindeki yığma tepe halen açılamamış durumda. Burada ilginç bir link var.
http://www.hurriyet.com.tr/astroloji/11530739.asp
Bir göz atmanız değişik fikirler oluşturacaktır sanırım sizlerinde kafasında.
Kommagene ile girelim konuya. İskender dünyayı Helenleştirme çabasıyla yola çıkar. Helenleştirme sanıldığının aksine Yunanlaştırma değilde batı ve doğunun (Yunan ve Pers) kültürlerini bir potada eritme felsefesidir. Öldüğünde sadece toprak alımı tamamlanmıştır ama kültürel açıdan bir entegrasyon yoktur. Ama kendinden sonraki generallerin kurduğu devletlerde bu süreçte başlar. Bu sırada baba tarafı Pers Darius ‘a anne tarafı İskender ‘e akraba olan Mitridiates Kallinikos tarafından bu felsefeyi uygulamaya çalışan Kommagene krallığı kurulur. İki dünyanın da Tanrıları alınıp ortak isimli olarak yeni bir din içinde tekrar oluşturulur. (Fakat yazım dili Yunanca)
Fakat ülke öyle bir yerdedir ve kral öyle akraba bağlarına sahiptir ki hem güçlenir hem de zenginleşir. Başkenti Samsat’tır ve buradan Fırat ‘ı geçebilirsiniz. Ticaret yolları hep bu krallığın üzerinden geçer. Antiochos kendini tanrı-imparator ilan ettiğinde Anadolu Romalılarca işgal edilmiştir ve güçlü Pontus devleti tarihten silinmiştir. Ama Antiochos belki bir tanrı değildir ama zeki bir diplomattır. Romalıların gölgesinde bağımsız bir devlet olarak kalmayı başarır. Ondan sonrada bir müddet daha bu belirsiz ve kırılgan statü korunursa da Romalılar sonunda burayı Suriye eyaletlerine bağladıklarını bildirerek sorunu çözerler. Roma için sorun çözülmüş, tarihi açıdan ise Kommagene Krallığı yok olmuştur. Bu konuda da en tafsilatlı bilgi http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=nemrut+da%C4%9F%C4%B1&kw=&a=&all=&v=&fd=&td=&au=&g=&p=2 deki 20. entry ‘de.
Tepenin öteki tarafına yürüyoruz. Yer yer halen kar var ama sıkıp kartopu yapabileceğiniz türden değil.
Diğer kısımda da heykeller var ve daha önceden de dediğim gibi aynı sıralama ile durmaktalar. Ve işte güneş batıyor. Panorama çekiyorum gün batımını. Arkayı netledikten sonra flaşı patlatıp portre çekiyorum. Çektiklerimin en iyisi. Yüzler net, arkada renkler belirgin ve canlı. Fakat istenilen kalitede gün batımlarını yakalayamıyorum. Zaten ancak bahar başlangıcında çok kısa bir dönem için bu mümkünmüş.
Çok sayıdaki turiste gelince, günbatımını şarap içerek izliyor ve tepeye varışlarını kutluyorlar.
Minibüslere atlayıp dönüyoruz Adıyaman’a. Çok etkilenmedim açıkçası.