Gece uyuyamadım. Hayatımın en kötü gecelerinden birisini yaşadım. Pegasus check in için linki gönderdi, kendiminkini girdim, bir sorun yok ama… Eşiminkini girdim sorun var. Pasaportunun geçerliliği dolmuştu ama bizim ülkeye pasaportla girmesi gerekmiyor bununla beraber bizimkilerin sağı solu belli olmaz. Gerçi uçağa alınmazsak kim bilir neler olacak. Kardeşimi aradım, Pegasus’a yazdım. “Sorun olmaz” diye cevaplar alsak bile net bir cevap yok.
Uyandık. Uykusuzluk sağlam hırpalamış beni. Bir şeyler atıştırıp yola çıktık. Tipik bir Zürih sabahı. Güneş yok. Gri bulut katmanları, insanların içine, en mahrem bölgelerine dek erişip dondurmaya yeltenen ıslak bir soğuk. Aşağı indik, beleş kahveden içtik. Bizim Hazara arkadaş yok ama başka bir Orta Asyalı gelmiş yerine.
On dakika kadar Zürih garına yürüyüp kalkış yapacağımız perona kolaylıkla ulaşıp trene bindik. Pek bir kalabalık yok. Rahatça yayıldık. Ama canım o kadar sıkkın ki. Kafamda neler kuruyorum, panik atak etrafımda fink atıyor adeta. Ettiğim duanın haddi hesabı yok. Bir saat kadar sonra kendimi iyi hissettiğimi fark ediyorum.
Yol boyunca iki kez denetlendik. Hatta biri yanında stajyeri ile geziyordu. Samimi, yaptıkları işlerden zevk aldıkları her hallerinden belli insanlar. Kimseye otoritelerini zorlayarak bir saygısızlık yapmıyorlar.
Gene çok sayıda gölün yanından geçtik. Biri Nöşetel Gölü. Galatasaray ile yaptığı meşhur maçtan hatırladığımız şehrin oldukça gezilesi olduğunu belirtmeliyim. Ama kasvetli hava beni ürkütüyor. Dışarısının buz gibi olduğu kesin. Ama baharda gelmiş olsaydık burada ne eşsiz manzaralar olacaktı kim bilir.
Sallantılı geçen bir yolculuğun ardından Cenevre’nin Kornavin Garı’nda indik. Buz gibi. Ve şehir çılgınca “ben Fransızım” diye haykırıyor. Tren istasyonu oldukça büyük ama Zürih’teki kadar devasa değil. Ama dışarıdan bakıldığında daha çok göz okşamakta.
Cenevre Birleşmiş Milletler’in ve Kızılhaç ‘ın genel merkezlerine de ev sahipliği yapmakta.
Çıktık. Gps gene tatilde. Elimdeki haritalar ile yolumuzu bulacağız. İlerideki büyükçe gotik kilisenin oradan sola dönüp dümdüz ilerlersek göle ulaşmamız oradan da “eski kent” kısmına girmemiz gerekecek. Çıktık yola. Otobüsler geçiyor, bizim kartlar otobüslerde de geçiyor ama bineceğimiz otobüsler gitmek istediğimiz yerden geçiyor mu? Her ne kadar duraklardaki elektronik panolarda bir şeyler yazsa da bugün çok yoğun olacağı için macera aramayalım, dedelerden kalan yöntemlerle, yürüyerek gidelim dedik.
Cenevre her haliyle Fransız’ım diyor demiştim. Bunu derken ortalama bir Fransız şehrinin olmazsa olmazlarından olan yoğun Arap nüfusta mevcut. Magnet satan bir dükkana giriyoruz. Sıcacık. Fiyatlar ise standart. 6 cff ortalama bir magnet için sanki devletçe belirlenmiş bir ücret gibi hemen hemen her yerde aynı.
İlerliyoruz. Göl kıyısına vardık. İlerlerde, şehrin bir nevi simgesi haline gelmiş “jet” denilen su fıskiyesi görünmekte. “Jet” Rhone Nehri üzerinde inşa edilen bir basınç tahliye pompası imiş. Ama yerel halkın o kadar hoşuna gitmiş ki 1891 yılında bunu şehrin simgesi haline getirmişler.
Üzerinden araçların geçtiği büyük bir köprü Cenevre Gölü ya da Leman Gölü denilen kısımla nehir arasındaki son sınırı oluşturmakta. Arada küçük bir adacık var. Üzerine çıkıyoruz. Kazlar ve kuğular burada büyük bir koloni kurmuş. Hava buz gibi olduğu için çabucak işimizi bitirip dönelim modundayım. Fotoğraf çekiyoruz ve küçük ve dar köprüden karşı kıyıya geçiş yapıyoruz.
Burada tarihi doku daha net bir şekilde beli ediyor kendini. Ve ülkenin şimdiye dek gezdiğim yerlerinden de epeyce farklı. Zürih’in naif insanlarına oranla daha bir telaşla yürüyor buralılar. Renkliler size omuz atabiliyor ve çarpışmadan kaçınmadığınız için size ters ters bakınıyorlar. Aynı bakışları aldıkları zaman ise uzatmıyorlar. Yerlerde çöpler var. İnsanlar çok daha gürültücü. Ticaret hayatı çok daha canlı gibi. Binalar çok hoş. Masif görüntülerine karşın kaba değiller.
Göle paralel uzanan ikinci caddeye dalıp ilerliyoruz. Sonra ise sağa sapıp merdivenlerden yukarı çıkarak uzaklardan kulelerini gördüğümüz katedrale ulaşmak için yöneliyoruz. Restoranlar yeni açılmakta ama müşteri çekmek için yapışıyorlar. Zürih’e kıyasla yapışkan Sultanahmet ile kıyaslarsanız kocaman bir hiç.
Fondü bakalım dedik. 40 cff adam başı. Bir yer daha vardı hesaplıydı, fiyata ekmek de dahildi. Tabii ki pas geçtik ve katedrale girmeye çalıştık.
Katedral, yani St. Pierre dışarıdan oldukça heybetli. Vay dedirten binalardan ama içi dışa kıyasla hantal ve zevksiz. Renkli camlar ve konu içeren vitraylar ortamı canlandırıyor. Asıl vurucu unsur ise hemen hemen hepsinin farklı olduğu sütun başlıkları. Orijinalinde bir Katolik kilisesi burası. 1536 ‘da Fransa’dan Calvin adında bir genç adam Protestanlara uygulanan baskı nedeniyle Cenevre’ye gelir. Burada da boş durmaz ve gene kovulur. Üç yıl sonra tekrar döner. Amacı Cenevre’yi Protestanların Roma’sı haline getirmektir. Bunun için kollarını işte bu katedralde sıvar.
Katedralin etrafına bakındık ama yüksek katlı binalar ile çevrili olduğumuz için bir göl manzarası göremedik. Kuleye çıkma imkanı var ama bu havada bir şey görüleceği ummadığım- Cebimdeki paraların bölünmez bütünlüğü de önemli tabi- için çıkmadık. Bahçede de şöyle bir gezindik ama pek bir numarası yoktu. Bahçeden aşağıya uzanan bir pasaja daldık ve ana yola çıktık. Ben başka bir pasajı gözüme kestirmiş ve oradan ineriz demiştim ama kısmet bunaymış.
Katedralin etrafında şehrin önemli yapıları da var. Eski kentin de kalbi burası. Jan Jacques Rousse’nun doğduğu bina da bunlardan birisi. Bunlarında etraflarında gezinip sonrasında sahile indik.
Magnet işini park içerisindeki bir dükkanda hallediyoruz. Orijinal plana göre Cenevre’de de kalabilir arada Fransa’ya geçebilirdik ama pandemi sonrası bunu rafa kaldırmıştık. Zürih iyi bir tercihmiş.
Dönüşe geçtik. Köprüde durup fotoğraf çektik. Geçen ağır tonajlı araçların köprüyü sallaması bizi tedirgin etse de kadere boyun eğdik ve istasyona döndük.
CERN ‘e gider ücretsiz turlara katılır hatta belki atom bile kırarız demiştik önceden ama olmadı.
Şimdi hedefimiz belli. Montrö şehrine gidip oradan Chillon (Şilon) Kalesine gideceğiz. Bir terene atlıyoruz. Dört çocuklu bir aile ve tüm çocuklar çığlıklar ata ata koşturuyorlar kompartıman içinde. Kimse bir şey demiyor. Dahası çocuklar düşüyor, en ufakları zaten yerde emekliyor ve aile de bir şey demiyor. Çocuk elini ağzına, burnuna sokuyor tepki yok. Eeee hani kovid, nerede pandemi?
Montröde iniyoruz. Beş dakika sonra otobüs kaleye giden otobüsün geçeceği durakta olmamız lazım ama çıkış sandığım merdivenler bizi kapalı otoparka götürüyor. Hızlıca insanlara sorup dışarı çıkıp ilk gördüğümüz otobüs durağına yanaşıyoruz. Bir dakika geçti araç yok. Duraktaki kokoş ablalara soruyorum ama İngilizce yok, İsviçreli olduklarından şüpheliyim. Neyse geçen biri aşağıdaki yolda beklememiz gerektiğini işaret ediyor. Merdivenlerden koşar adım iniyoruz ve hınca hınç dolu otobüs durağına varıyoruz.
Zaman konusunda bugün oldukça kısıtlı bir durumdayız. Herhangi bir kopukluk, gecikme vb her planı mahvedebilme yeteneğine sahip. Otobüsün geçip geçmediğini sorduğum genç kız gene gecikti diyor, benim için ise ne güzel bir haber. İnsanoğlu ne garip zamanında gelsem beş dakika geciktik diye saydıracaktım. “Şükretmeliyim” diye geçiriyorum içimden ve bir iki dakika içinde gelen araca atlıyorum.
Şoföre gidip telefonumdan indirim kartımın görüntüsünü gösteriyorum. Bana bakıp “güzel telefon” deyip gülümsüyor. Ben bir şey anlamadan durunca da git git diye eliyle işaret ediyor. Fazla medeniyet çarptı beni.
Otobüs kaleye giderken de, kaleden dönerken de trafik sıkışıklığından mustarip olduğu için panoramik bir Montrö turu kaçınılmaz oluyor. Ama imkanınız varsa bu şehri doya doya gezin hatta kalın. Adamlar yüz küsur sene önce turistik bir sayfiye yeri yaratmışlar. Sayfiyeler bizde de var ama toplumun bir kesimine yönelik olmuş. O sayfiye yeri aslında bir mahallenin ta kendisi olmuş. Mahalleli ve misafirlerini kapsar bir kavram imiş. İsviçreli ise sayfiyeyi tüm dünyadan gelen insanlara hizmet verecek unsurlarla süslemiş. Her bütçeye uygun – parası olan insanların bütçesi bu- konaklama tesisleri harika binalar olarak sahil ve tepe arasındaki her yere serpiştirilmiş. Arada bu zenginleri maddi yüklerinden kurtaracak tarihi bir kasino – kumarhane – bile yerleştirilmiş. Denizde arkadaşlarının teknesinde gezen Deep Purple tayfası kumarhanede Frank Zappa ve grubunun olduğu yere yaklaşırken bir kaç zıptıkçının çıkarmış olduğu yangına denk gelirler. Gölün üzeri yoğun bir duman tabakası ile kaplanmıştır. Bu da grubun meşhur “smoke on the water” şarkısını yazıp bestelemesine vesile olur. Böylelikle eline gitar alan ben dahil pek çok insanın da çalabileceği bir şarkı ortaya çıkar.
Kaleye yaklaştık. İndik. Yol ile kalenin arasında tren yolu var. Biz tren yolunun üzerinden kısa bir köprüyü aşarak kaleye ulaşıyoruz. Kalenin içinde söylenene göre pek bir şey yok ama adam başı 17,5 cff tutuyor gezi.
Kale İsviçre’nin en eski yapılarından… Normalde Montröden günde bir, iki kez tekne ile de gelmek mümkün ama saatini yakalamak lazım. Yoksa ister “smoke on the water” mırıldanır ister Montrö nam kenti keyfince gölden izlersiniz.
İtalya’yı Avrupa’nın geri kalanıyla bağlayan yolun üzerine ticareti kontrol etmek ve yolculardan para toplamak için yapılan kaleye Lord Byron da gelmiş. Meşhur şiirlerinden birisini de, gerçek olaylardan esinlenerek “Chillon Mahkumu”nu yazmış. Bu zatı kişilik olarak hiç tasvip etmesem de döneminin şartlarına göre harika gezmiş, kabullenmek lazım.
İşimiz çabuk bitiyor, yolun karşısına geçip gelen ilk otobüse atlıyoruz. Yol daha da tıkalı ama itiraz etmiyorum. Görmeyi en çok istediğim ama zamana bağlı olarak çıkarabileceğim bir noktayı daha görebildim.
Lozan’a giden tren kısa zamanda geliyor. Zaten İsviçre’de herhangi bir treni çok beklemek diye bir kavram yok gibi. Bir de dil sorununuz ve internet erişiminiz yoksa bu ülkeyi kendi eviniz rahatlığında gezebiliyorsunuz. Sorunlu tek yer Zürih Tren Garı. Devasa bir yer ve yönlendirmeler çok zayıf.
Lozan’a varıyoruz. Hoppala… Bu kadar büyük bir şehir beklemiyordum. Elbette ki İsviçre şartlarında bir büyüklük. Terminalden çıkıyoruz ve metroya binmemiz gerekiyor. Yazılarımı takip edenlerin gayet iyi bileceği şekilde bu durumlarda hep yanlış tercihi yaparım. Garanti olsun diye terminale dönüp hem metroya nereden bineceğimizi hem de kartımızın geçerli olup olmadığını soruyoruz. Sanki Amerikan Başkanı gelmiş, soru sormuş gibi bana cevaplar veriyorlar. Hala alışamadım. Bu ülkede saygı görmeniz için insan bile olmanız gerekmiyor ki…
Geçip metroya dalıyoruz. Topu topu iki hat. Sanki bizim tünel gibi. Bir sıcaklık hissediyorum. Hemen ilk gelen vagona oturuyoruz. Rahatız çünkü en son durakta ineceğiz. Ouchy durağında. Burası meşhur Uşi Anlaşmasının imzalandığı şatonun yanı sıra Olimpiyatların genel merkezinin de bulunduğu kasaba olarak nitelendirilebilir.
Zaten indiğinizde karşınız göl. Sola doğru ilerlediğinizde ilk gördüğünüz yapılardan birisi de Uşi Şatosu. İçine girilip girilemediğini çözemesem de restoran gibi işletildiğini gördüm. Ne yazık ki buraya ayıracak zaman yok. Amaç ayrı, hedef büyük.
Hotel Beau- Rivage Palace ya da bizim için Lozan Anlaşmasının imzalandığı yer. Başta, bu anlaşmanın bir otelde imzalandığına inanamamıştım. Sonra giden bir arkadaşımın “ev var ev var; otel var, otel var” demesine işkillenmiştim.
Dev bir yapı. Sahilden girdim ama buraya bir giriş bulamayınca kafeteryadaki çocuğa sormak zorunda kaldım. O da sanırım “yokuşu çık hemen sağda” gibi bir şeyler söyleyerek bizi yönlendirdi.
Evet ana giriş burası. Yani böyle bir yer olmalı. Birden kendimi olabildiğince pejmürde, alabildiğince değersiz hissettim. Herhalde Aya Sofyayı ilk defa gören dedelerim de böyle hissetmiş olmalı. Daldım içeri. Karşımdaki masadaki zenci arkadaşa olabilecek en nazik İngilizcemle (would falan kullanıp sonuna please ekledim)derdimizi anlattım. Adam harikulade bir İngilizce ile resepsiyona yönlendirdi bizi. Çinli gibi bir adam vardı.
– “Merhaba” dedim. “Türkiye’den geliyoruz ve bugün bizim için çok önemli bir gün. “
Adam gayet olağan bir tempoda yanıtladı. “29 Ekim ulusal gününüz” ve ben tekrar ağzımı bile açamadan ekledi “anlaşmanın yapıldığı odayı ziyaret etmek istiyorsunuz, dümdüz gidin, koridorda göreceksiniz. Anlaşmanın yapıldığı günlere ait fotoğraflarda var”
Böyle bir cevap beklemiyordum açıkçası. Şöyle bir cevap olmalıydı, “Üzgünüm mümkün değil” ya da “elbette ama bu kılıkla değil” Öyle bir şey olmadı ama ben orada halen duruyordum. Adam devam etti.
–
“Yoğunluğumuz nedeniyle size eşlik etmesi için bir görevli veremiyorum. Lütfen anlayış gösterin”
Bunu hayal bile etmemiştim.
Koridora girdik. Upuzun bir koridor. Lüks diye bildiğim kavram yenilendi, cilalandı bambaşka bir hale dönüştü.
Fotoğrafların olduğu yere ulaştık. İsmet Paşa, Lord Curzon ve diğerleri… Bir başka anlaşma daha yapılmış sonraları. Bir odaya bakındım, ufak tefek burası olamaz dedim. Değilmiş zaten. Kapalı bir salon. Açalım mı açmayalım mı kararsızım. Şimdi adamlar “niye girdin kardeşim, girilir olsa kapıyı kapalı mı tutardık” dese ne diyeceğim. Eşim “girelim” dedi açtım kapıyı.
Devasa bir oda. Duygularımı tasvir edemeyeceğim. İlk defa 2009 ‘da Hersek Novi de ve çok sene önce Çernivsk ‘te hissettiğim rüzgar, duyduğum duyulmaz ses. Sanki “aferin evlat” diyen bir fısıltı. Saf mutluluk ve gurur.
Lozan hezimettir ve zaferdir olgularını kurcalamayacağım. Lozan bir hezimet, evet. Sudan ve Mısır gibi ülkeler üzerindeki haklarımızdan ilelebet vazgeçmişiz. Sanki bu göreceli barış ortamlarında ve ulaşım teknolojine rağmen gidebiliyoruz da. Ama geri kalan kısım. Kuduz köpeklerin artık gerçeği kabullendiği, türlü diplomatik ahlaksızlık (Türk tarafının telgraf görüşmelerini gizlice dinleyip deşifre etmeleri, zırt pırt savaşla tehdit etmeleri vb) yapmalarına rağmen asıl hedefe eremedikleri o son ıslak imzanın atıldığı yer.
Anadolu toprağına düşüp özgürlüğün harcına karışan binlerce yiğit insanın kanının karşılığı; düşmanın gücünün kırıldığını kabullenip burnunun sürtündüğü salon burası.
Şaka bir yana, ne olursa olsun her Türk genci bu anlaşmanın internetten orijinalini bulup okusun. Hezimet mi, zafer mi? Kendi karar versin. Öyle “keşke yunan kazansaydı” diyen fesli delilerin lafıyla hareket etmesin… Beğenmedikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin camii şeriflerinde günde beş vakit ezan-ı Muhammediye okunuyorsa bunu sevmedikleri Mustafa Kemal ve adamlarına borçlular.
Neyse, dayanamadım buranın tuvaletine girdim. İnanın boş bir odaya girsem ve bir müddet kalsam da bir şey denmeyebilirdi. Tuvalet tertemiz. Musluktan akan su değil elimi vücudumun her bir zerresini ısıtıverdi. Elimi kurulamak için peçete arandım ama boşuna. Meğer kenarda duran kumaş havlular el kurulamak için kullanılan “kullan at” havlularmış. “Bir kaç tane yürüteyim” dedim ama sonra adamlar arar marar yakalanırsam hadi ben neyse “hırsız Türkler” derlerse günün tüm uhreviyatı kaçacak diye düşündüm. Eşimde aynı duygularda olduğunu söyleyince istemeye istemeye binadan çıktık.
Çıkarken Çinli adama tekrar teşekkür ettim. Adam ise her zaman ki tavrıyla sanki yapmış olduğum işin nefes almak gibi doğal olduğunu gösterir bir jestle karşılık verdi.
İndik. Ana baba günü kalabalık bir meydan. Herkes Nasreddin Hoca ‘nın betimlediği gibi her yana amaçsızca gidiyor. Dolanıyoruz. Ayaklarımız tarihi yerlere götürmüyor. Yokuşu çıkıp terasa ulaşıp ilerilere bakınıyorsak da fazla bir manzara olmadığından insanları izliyoruz. Lozan ‘ın şehir kısmına ısınamadık yada o kadar büyük bir iş yapmışız ki artık her şey sıradanlaşmış…
İlk plana göre gece yarısından sonra Zürih’te olacaktık. Bugün ise saat 10’u az geçe varacağımız için marketler kapanırsa diye alışveriş yapalım diyoruz ama hesaplı bir şeyler bulamıyoruz.
Trene biniyoruz. Gecenin karanlığında Zürih’e uzanan yolda arada sırada karanlıkları yırtan ışıkların arasındaki şehir ve kasabaları geçip ilerliyoruz.