Tiflis etrafında gidebileceğiniz pek çok yer var. İlk seferinde gittiğimiz Mtskheta ile başlayalım serimize…
Bu garip isimli yere gidebilmek için öncelikle metroya atlayıp Didube istasyonuna ulaşmanız ve çıktığınızda da bizim Topkapının eski halini
andıran insan manzaralarını aşmanız gerekecek. “Marşutka” diye sorunca sizi duraklara yönlendirecekler ki burası da eskiden Topkapı’daki bizim minibüs duraklarının anılarında canlanmasına olanak sağlayacak bir yerdir.
Araçlar kısa sürede dolar ve çokta uzak olmayan ama söylemesi bir nevi ölüm olan Mtskheta ‘ya gidersiniz. (Biz mıtsketa dedik ama muşketa gibi okunuyormuş. Ama anladılar bizi)
Şehrin merkezinde bulunan büyükçe bir meydanın yakınlarında indiriliyoruz ve kalabalığı takip ederek Svetitskhoveli Katedrali’ne ulaşıyorsunuz. Burası Gürcistan’ın en eski kentinin, en eski kilisesinin kalıntıları üzerine 1010 yılında inşa edilmiş. Tiflis’i kuran Gürcü kralı da aralarında olmak üzere pek çok eski kralın mezarı da katedralin altında.
Aslında yapı kale gibi surlarla çevrili. Gerçi Moğol saldırılarını engelleyememiş ama olsun, sağlam surlar. İçerisi ana baba günü
adeta. Alman turistler o kadar pervasızca dolaşıyorlar ki içerideki kısa boylu papaz ile sıklıkla atışıyorlar. Gürcüler için burası bir nevi hac yeri olduğu için etrafla bir ilişkileri yok onların. Ben içerideki ikonlara bakınıyorum. Rivayete göre İsa Peygamberin kuşağı da gömülü zeminde. İçeride taş işçiliği güzel ama derin bir işçilikte söz konusu değil.
Bahçede dolanıyoruz. İlerilerde, tepenin üzerinde Jvari Katedrali bize göz kırparmış gibi duruyor. Gürcistan tüm bilgilerimi alt üst etti. Bir şehirde en fazla bir katedral olur bilgim yerle bir burada
Hava sıcak. Jvari ‘ye yürümeye başlıyoruz ama bir süre sonra bunun sonuçsuz olacağını fark edip bir taksici ile anlaşıyoruz. Lonely Planet fiyatı olan 15 Lariye yanaşan kimse yok. En sonunda temiz yüzlü yaşlıca bir adamla 20 ‘ye anlaşıyoruz.
Taksi kısa sürede dolambaçlı yollardan geçerek tepeye ulaşıyor. Görüyorum ki yürümeye değmezmiş. Burası da kalabalık ve turist yok
henüz. Evli bir çift önünde fotoğraf çektiriyor. Burası önemli bir mekan. Kral Mirian hristiyanlığı kabul ettikten sonra buraya tahtadan dev bir haç diktirmiş. Yıllarca bu haç hristiyanlığın doğudaki sınırını belirlemiş. Moğollar burayı yerle bir ederken haçı da indirmişler.
Tepeden şehre bakınıyorum. Svetitskhoveli Katedrali etrafını saran beton denizinden boyuyla fark ettiriyor kendini. Mtkvali yada bizim
deyimimizle Kur Çayı çamurlu bir şekilde akarken Agarvi ise mavi. İlerilerde ise dağlar katman katman geliyor üzerimize. Bu iki nehrin ikisinin de aynı renk olduğu bir ana denk gelmedim henüz.
Taksiyle dönüyoruz. Buradan Gori’ye de gidilebilir ama Stalin ‘in doğum yeri olmasından başka bir özelliği olmayan bir yere gidesim yok. Belki de Stalin nedeniyle gitmek istemiyorum. Tiflis’e giden bir minibüse atlıyoruz. İçi sağlam kalabalık ama neyse ki alışığız bu şartlarsa. Bir saat içinde Tiflis’e varıyor ve Batum trenine binmeden önce dinlenmek için otelimize dönüyoruz.