Tiflis ile Batum arasında epey sık bir trafik var. Biz ise her zaman ki gibi bu tip bir yolculukta gece yaptığımız için treni tercih ettik ve epeyce memnun kaldık. Gürcü tren yollarının online bilet satan web sitesi oldukça başarılı. Her işlemi yapabiliyorsunuz ama size öyle bir şifre veriyor ki akıllara seza. Yok öyle bir şey. Ünlemler, artılar aklınıza ne gelirse. Hem de en az on iki karakter gibi de bir uzunluğu var.
Pek bir şey hissetmeksizin Batum’a ulaşıverdik. Batum’daki tren istasyonu şehrin biraz dışında kalsa da istasyon önünde bekleyen minibüsler yok parasına sizi merkeze taşıyor. Atladık birine ve kısa sürede merkeze vardık.
Dün epeyce yürümüştük. Yorgunluk yok ama ben de su toplamış ayaklar var. Akşam tren kompartımanında ayaklarımı pudralarken kondüktöre denk gelmiştim. Gürcü dilinde sağlam bir şekilde haşladı beni sanıyorum. Ördeğimsi bir yürüyüş ile Batum’un arka sokaklarına geçip otele ulaşıyoruz. Pek güzel bir otel değil ama sabahın kör saatinde bizi alıyor olması iyi oldu. En azından eşyaları bırakabildik.
Çıktık sokaklara. Dünden yağmur inmiş olmalı. Eee yan taraf zaten Artvin. Güneş çıksa şaşmak lazım. Sokaklar Tiflis’e kıyasla pis ama
çamurlu değil neyseki. Bir yerlerden poğaça tarzı bir şeyler alıp yiye yiye yollarda dolaşıyoruz.
Sahile uzanıyoruz. Acayip bir kent burası. Arka sokaklar viranelik. Neresi değil ki diyebilirsiniz, haklısınız da. Ama sahil etrafında kurulan bir mahalle var ki, burasıyla kaldığım yeri kıyasladığımda çok derin bir uçurum var. Kazablanka var daha beteri gördüğüm. Bununla beraber Batumi Piazza denilen meydan gerçekten ilginç. Hoş yada güzel diyemediğim gibi kötü vb de demek mümkün değil. Avrupadaki güzel yapıların imitasyonlarının olduğu Gürcü San Marko Meydanı olarak da düşünülebilir. Buranın yakınlarında yer alan bir Rus kilisesine girdik. Dua etmeye gelmiş yaşlı kadınlardan biri elimdeki fotoğraf makinasını fark edince bana öyle bir saldırdı ki bir an için şeytani bir alet kullandığımı düşünmedim değil.
Benden daha bıyıklı olan Rus teyzenin saldırısını bertaraf etmenin verdiği mutluluk ile Osman’a Gürcü telefon kartı aldık ve yurt ile iletişimimizi sağlayabildik. Gerçi buradan bağırsak bizim taraftan duyulabilirdi sanki.
Tekrar sahile geldik. İleride hava karardı. Yağacak, kaçarı yok. Şu an olduğumuz yer güneşli iken gezebildiğimiz kadar gezmeli. Radisson
Oteli’nin yanında içinde Gürcü harflerinin olduğu DNA sarmalına benzer bir kule var. Alfabe Kulesi olarak biliniyor. Bu noktadan Hilton Oteli’nin epey ötesine dek olan sahil şeridi yazları plaj olarak kullanılıyormuş. Sahil çakıl. Ama deniz bir şehrin havasını gerçekten oldukça değiştirebilmekte. Bu ufacık şehir o kadar çok parka sahip ki anlatamam.
Hilton Oteli’nin oraya kadar çeşitli heykellerin ve metal cisimlerin eşliğinde ilerliyoruz. Dolfinarium hemen burada. Yunus gösterilerinden oldum olası hoşlanmadım. Hiç bir canlının ne kadar akıllı olursa olsun bu tip hareketleri isteyerek yaptığını sanmıyorum. Kim bilir yunusların eğitim süreci nasıl bir işkenceydi.
Burada büyük bir gölet var. Binlerce kurbağa içerisinde ya da etrafında tembel tembel güneşten istifade etmekte; kıyısında ise onlarca kaplumbağa ve en az o kadar balıkçı şansını denemekte. Nurigeli Gölü imiş adı. “Derin mi?” diye soruyorum adamlardan birine, kaale bile almadan “çooook ” diye yanıtlayıp başından savıyor.
Gayet alımlı ve heybetli bir bina olan Ortodoks Katedraline yöneliyoruz hemen. Batum’u Ruslar alınca Bakü ile arasına petrol ve bağlantılı yan maddelerin nakliyesi için bir tren yolu döşemiş ve bir liman inşa etmişler. Batum’a batılılar doluşunca onlar için bir katolik kilisesi inşa edilmiş. Komünist dönemde boş tutulan yapı Gürcü hükümetinin bağımsızlığını kazanmasıyla yapıya devletçe el konulup Ortodoks Kilisesine hediye edilmiş. İçinde güzel, pastel tonlu tablolar var ama yapı oldukça kasvetli. Fotoğraf çektirilmiyor. Zaten sabah sabah kadının elinden canımı daha da önemlisi fotoğraf makinamı bin bir güçlükle kurtarabilmişken daha da zorlamıyorum şansımı.
Batum’un en meşhur yerine gitmemiz lazım. Botanik Bahçesi. İngilizce bilen biri yok. “Maşrutka” diyorum, “botanik” diyorum cevap yok. Bir kağıda ağaçlar çizip ona doğru giden minibüse soru işareti yapıyorum ama gene sonuç yok. Bir eczanedeki kadın neyse ki Almanca biliyormuş. “Vi fahrın zu botanişe garten?” sorusunun cevabını elimde kağıda yazıyor. 31 numaralı minibüs gidermiş. Daha demin o minibüsün dibinde sormuştum nasıl gideceğimizi.
Yapacak bir şey yok elbette. Tekrar minibüslerin oraya giderek botanik bahçesine bizi götürecek minibüsü bulup kapağı atıyoruz. Sabah dikkat etmediğimi fark ediyorum. Önce tren istasyonunu aşıp yarım saat kadar bir sürede varıyoruz. Giriş 8 Lari. Kapıdan dönmek olmaz. Giriyor elbette. Dünyanın pek çok köşesinden türlü ağaç Karadeniz’in bu kıyısının ılıman havasına sığınarak yaşamını sürdürüyor. Devasa bir alan. Hakkıyla gezmek bir günü geçecektir.
Aynı şekilde geri dönüp merkezde bir şeyler yiyoruz. Ortodoks Katedralinin yanında Türklerin işlettiği bir kafede karnımızı doyuruyoruz.
Bu arada otele gittik ve hava kararınca tekrar çıktık. O arada yağmur atıştırmış. Biz dolaşırken öyle bir yağmur yağdı ki anlatılmaz. İliklerimize kadar ıslandık.