Barselona bitti ve saçma sapan yürüyüşlerden de kurtulmuş olduk. Günün hedefi Valensiya ama burada konaklama yapmadan Alikante ‘ye geçeceğiz.
Valensiya’yı önceden iyi araştırdım diyebiliriz. Hazırlıklıyım yani. Öncelikli olarak itiraf etmeliyim ki ben İspanya’yı hiç bilmiyormuşum.
İspanya bir federasyon. Ben Katalanlar ve Basklar dışında ayrı bir millet olduğunu sanmıyordum. Basklar dil ailesi olarak tamamen farklı bir gruplar. Hatta Basklardan bir heyet Atsız Beğ ‘e gelip dillerinin Türkçe ile akrabalığı konusunda bir görüşme yapmış ama Atsız Beğ bilimsel bir kanıt bulamamış. Meğer Valensiyalılar da farklı bir dil konuşan bir milletmiş. Dilleri İspanyolca ile Katalanca arasında ama ikincisine bir iki tık daha yakın bir dil. Sokak tabelalarında gördüğünüz dil Valensiyaca. Aynı durum diğer eyaletlerde de mevcut. Endülüs’te de değişik bir İspanyolca mevzubahismiş.
Şehirden bahsedelim. Bir Roma kenti olan Valensiya 714 yılında Müslümanların eline geçer. Arapların ilk işi şehri hamam ve camilerle donatmak ve sulama sistemleri ile de tarlaları işlemek olur. Araplar şehrin ismini de pek değiştirmez. Balansiyya adını alır şehir. Müslüman dönemi 1238 ‘e dek sürer ve şehir bu yıl Hristiyanlarca geri alınır.
Her geri alınışta yaşanan olaylar burada da söz konusudur. Yahudi ve Müslümanlar zamanla sınır dışı edilir. Elbette ki arada sırada genel nüfus kontrolü sayılabilecek katliamları hesaba katmıyorum. Camiler yıkılır ya da kiliseye çevrilir.
Şehrin ana yapılarından birisi olan katedralden eski bir cami. Kuzey Afrika esintileri taşıyan minare de çan kulesi olmuş. Katedrale girdik. Devasa bir mekan burası. Turistlerin gezebileceği kısımlar paralı. Girmedim ama onun yerine çan kulesine tırmanmayı tercih ettim. (2 euro)
Gayet yorucu ve yıpratıcı bir çıkış oldu. Yaşlandığımı kabul etmeliyim. Eskiden böyle tırmanışlar beni zorlamazken şimdilerde nefesimi kesiyor ve bacaklarımdaki tüm kasları yakıyor. Manzara ise fena değil. Gerçi açı olarak görüşü engelleyen tel kafesler nedeniyle fotoğraf çekmek zor olsa da şehri gözlemlemek için en ideal nokta burası.
Aşağı inip beni bekleyen eşimle buluşarak “horçata” (orxata yazıyor)içecek bir yerler arıyoruz. İnternette bahsedilen pastaneden bir bardak alıp içiyoruz. (3,5 euro) Gerçekten insanı serinleten, hoş bir içecek. Detayına ileri de gireceğim.
Meydanda turlayıp insanları izledikten sonra tura katılıyoruz. Kim bilir kaç yıl oldu bir tur ile beraber gezmeyeli. Katedralin etrafından dolaşıp arkadaki havuzlu meydana ulaşıyoruz. Rehber duvarlarda belli belirsiz görünen, eski caminin giriş kapısını işaret ediyor bizlere. Kanım kanadı adama. Normalde rehber özel turlara katılmıyoruz diye bizlere trip atacakken bu adam Andorra’ya giderken bile bize bir ton bilgi vermişti.
Burada kurulu süslemelerden bahsediyor. Bizden bir hafta önce şehrin yortusunda şehrin mahallelerinde akşam bunların nasıl yakıldığını anlatıyor bize. Eğlenceli olabilirdi. Burada daha fazla durmayarak şehrin kapılarından birine geliyoruz. Eski Roma Surları önce Araplar sonrasında da Hristiyanlar tarafından geliştirilmiş. Şimdiki hali 1460 ‘lı yıllarda inşa edilmiş. Kapısında halen geçmiş yılların kuşatma izleri görülebilmekte. Kapıya çıkış ise ücretsiz.
Buradan sonra gideceğimiz yer “Sanat ve Bilim Şehri” denilen kısım. Tabii buraya gidebilmeniz için Turia Bahçeleri’nin yanından geçmeniz gerekiyor. Turia Bahçeleri eskiden şehri besleyen ama sıklıkla da taşan Turia Nehri’nin kurutulmasından sonra elde edilen topraklara inşa edilmiş devasa bir alan. Burası ağaçlandırılmış, insanların gerek yürüyerek gerekse bisikletle dolaşabilecekleri mükemmel bir aktivite merkezi haline getirilmiş. Elbette AVM vb gibi eksikliklerini hemencecik fark ettim.
Sonunda “Sanat ve Bilim Şehri”ne ulaştık. Burası şehrin eski sanayi kısmı. Zaten yıkılan fabrikalardan günümüze gelen bacalarından bunu anlamak mümkün. Buraya devasa yapılar yapmışlar.
Bunlardan biri devasa bir göze benzeyen, 98 yapımı L’Hemisferik. İçinde bir sinema ve planetaryum varmış. Lazeryum diye bir şey daha varmış ama nedir bilmiyorum daha önceden böyle bir şey hiç duymadım. Oşinografi binası ise önünden baktığınızda ağzını açmış bir köpekbalığını andıran bir yapı. Ve bunların hepsinde kullanılan ana malzeme ise çelik. İnanılmaz boyutta çelik inşaatlarda kullanılmış. Devasa akvaryumunu da unutmamalı.
Burada indik. Yapıların arasındaki boşluklara iki tane de sığ havuz yerleştirmişler. Bunlarda gezi tekneleri gezebilmekte.
Orçataya dönüyoruz. Burada da bizim seyyar satıcılara benzer bir tezgahta iki kadın bu içecekten satıyordu. Meydanda içtiğim orçatanın tadı damağımda kaldığı için ikilemde kaldım, kadına nasıl bakıyorsam kadın elinde bardağı sallayarak beni davet etti. Burada 2,80 euro. Aldık ve gene iki kişi paylaşıverdik.
“Muchos grasias mi signora ” dan ibaret İspanyolcam ve vücut dilim sayesinde satıcı teyzeyle hemen bir kontak kurduk. Kadıncağız bana orçatayı anlatan bir broşür verdi. Buna göre orçata bizimkilerin dediği gibi yerelmasından değil de Türkçesi olmayan “tiger nut” diye bir şeyden yapılmakta. Yer altında yetişen bir şey olduğu için kendine ait bir şekeri var. Tiger nut dünyanın pek çok yerinde yetişiyor ve orçata da İspanyol kültürünün yerleştiği her yerde bilinir, yapılır bir şey olsa da orçatanın vatanı Valensiya kabul ediliyor.
Rivayete göre İspanyol kralı buraya geldiğinde hararetini alacak bir içecek ister. Küçük bir kız gelir kralın yanına ve bir bardak orçata verir. Orçatanın tarihçesi için bu anlatılıyor.
Kadın, eliyle sindirime faydalı olduğunu gösterir bir işaret yapıp ikinci bir bardağı öneriyor. Ben de aynı hareketi yapıp “mi normal” diyorum. Sonra havayı işaret edip “sekundo orçata” deyip aynı hareketi yapıp zıplıyorum. Kadın kahkahalarla gülüp ikinci bir bardağı daha veriyor. Müesseseden bu. Gerçi benim reklamım ile epeyce bir satış yaptı ayak üstü. En sonunda vedalaşırken orçata yapımımda kullanılan tiger nuts tohumlarından bir torba veriyor bana. Bu leblebiyi andıran tohumlar ne yazık ki İstanbul’a gelene dek küflendi ve atıldı.
Valensiya’yı gerçekten sevdim. İnsanları nazik ve yardımseverdi. Ve aslına bakarsanız turun burada kalmasını çok isterdim. Fırsat olursa tekrar gelinecekler listesine ekledim burayı. Unutmadan, paella ‘nın ana vatanı da burası.
Gene yollardayız. Geceleyeceğimiz Alikante’ye doğru gidiyoruz. 1246 yılında İspanyollar’ın Arapların elinden aldığı Alikante turistik bir yerleşim. Dolayısıyla gittiğimiz zamanda bir hareket yoktu. Buna karşın iki yüzyılda anca bitirilen ve gördüğüm en sade facadeli katedrallerden Santa Maria ‘yı görüp sokaklarında kaybolmayı tercih ettik. Gruptan bir abimiz verdiğim harita ile şehre tepeden bakan Santa Barbara kalesine gitti. Dediğine göre manzarası çok iyiymiş. İnternetteki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla Alikante de turizmin avcunda can çekişmekte olduğu için Akdeniz’in mavisi ve beton rengi arasında gidip gelen bir şehir. Bu nedenle gün batımı sırasında göze güzel görünme şansı var kaleden bakıldığında.
Aslında şehrin tek kalesi burası değil. Türk korsanlar tarafından defalarca şehir vurulduğu için üç, dört kale daha inşa edilmiş çeşitli tepelere. Kaleler korsanların karada ilerlemesini engellerken korsanlar da şehrin deniz ticaretini kestikleri için gelişimini de engellemişler.
Şehrin ilginç unsurlarından birisi ise neredeyse beş yüz yaşındaki kauçuk ağaçları. Yürüyüş yolunun çeşitli noktalarında Amerika’dan getirilip ekilmiş ve aradan geçen zaman süresince çeşitli dramatik şekiller almış ağaçlar çok iyi aydınlatılmış. Yıkılmamaları için ağaçları pek çok açıdan desteklemişler. Yürüyüş yolu ise Alikante’ye yazın gelinmesi gerektiğinin işareti mekanlardan biri daha.
Biz ara sokaklara geri döndük. Alikante’nin de tıpkı Malaga gibi dondurmaları meşhur. Ama dondurmadan önce ne yiyelim sorusunun cevabını bulduk. “Paella”. Ne de olsa Paella Valensiya’nın meşhur yemeği, Alikante de uzak sayılmaz deyip derli toplu bir restorana girdik.
Paella kabaca şu şekilde adlandırılabilir. Kısır yapılan bulgur üzerine her ne ile yapılıyorsa – misal biz deniz ürünlü yedik ve akla gelebilecek türlü deniz canlısı ile dolu bir tabak geldi – ondan bir ton yerleştirdiğinizde paella yapmış oluyorsunuz. Eşim sangria içti. Ucundan tattım. Tıpkı kardeşimin dediği gibi meyve oranı fazla olan bir meyve şarabı. Hatta bizim Şirince Şarapları bile bunun yanında ağır alkollü olarak nitelendirilebilir.
Paella sipariş verirken şunu hatırlatayım. Paellalar genelde iki kişilik servis ediliyor ama belirtilen fiyatlar hep tek kişilik. Yaklaşık fiyatlar adam başı 12-15 euro aralığında. Ama size gelen tabak işkembenizi tıka basa doldurmanıza yetecek kadar büyük. Dondurmaya yer kalmadı. Halbuki yer açabilmek için epey bir yol yürüdük ara sokaklarda.