Planlar vardır; kimi düşünce düzeyinde kalmıştır kimisi ise başlangıç için sadece bir bahaneye ihtiyaç duyarlar. Aslında her şey şu Boşnak atasözünde özetlenmiştir. “Bir seyahat için tek engel kapı eşiğidir.”
Romanya’yı çok dinledim. Babam staj eğitimini burada yapmış. Braşov ve etrafını çeviren dağları, merkezdeki Kara Kilise’yi, Bükreş’in devasa caddelerini ve sabahın köründe çalışmaları denetleyen Çavuşesku’yu, Köstence’deki Tatarları… Romanya hep bir köşede neredeyse her şeyi hazır bir şekilde bekledi yıllarca.
Elime “Tarihçi” diye bir kitap geçti. Drakula’nın üzerinden kurgulanmış bir kitap olarak Türklerin kötülenmemesiyle de hoşuma gitmişti. Gerçekler ve hayal dünyası bir güzel harmanlanmış. Vlad ‘ın İstanbul’a getirilen kellesi order of dragon ‘un kurduğu kilisenin rahiplerince İstanbul’dan Romanya’ya taşınır. Gerçekten de vampir efsanelerinde, özellikle de İskoç geleneklerinde vampir olduğundan şüpheli kişinin kafası gövdeden ayrılır, birleşmediği sürece de problem olmaz. Ama garanti olması için gövde yakılır.
Kitap öyle sarıp sarmaladı ki hızlıca bir plan yaptım. Romanya’nın otobüs sistemi bizi andırıyor. Sık ve ucuz. Bununla beraber saçmalıklar da yok değil. İki adım öteye araç yok. Tanıdık geldi. Rahat atlatırız dedim.
Havalandık. THY ‘nin sitesi Bükreş ‘e olan yolculuk için bir buçuk saatlik bir zamandan bahsediyor olsa da hepi topu elli dakikada inmiş oluyorsunuz. Yani, kısacası, dağıtılan kahvaltıyı yersiniz de tuvalete yetişebilir misiniz bilemem.
Ailecek Henri Coanda Havalimanı’na iniş yapan uçaktayız. Henri Coanda teorileri halen jet uçaklarda kullanılan bir Romen mucit. Her zamanki gibi bir ben Romen vizesi ile uğraşmış bizimkiler ise ellerindeki pasaportun forsuyla ellerini kollarını sallayarak sınırı geçmişlerdi. İndikten sonra koridorlarda ilerlerken dört beş görevli bizi durduruyor. Vizeme, pasaportuma, tipime bakıp salıyorlar. Gerçi Sırbistan’da da benzeri bir uygulama vardı ama orada çıtı pıtı, sevimli bir kız bu işi yaptığından itiraz etmiyorduk.
Bu daha başlangıçmış. Asıl işkence giriş bankosunda yaşanıyormuş. Ahiret sorularını yanıtladım, tur detaylarımı paylaştım. Sonunda işgal, istila yada yağma için gelmediğime ikna oldular ki giriş damgasını basıverdiler.
Bagajları almak için bekleyen tek mahlukat insanoğlu değil. İşinden bıkmış görünen bir kurt köpeği bandın üzerinde, dönüp duran eşyaları koklayıp duruyor.
Havalimanında az bir para bozdum. Çıkışta bekleyen belediye otobüsüne atlayarak merkeze gitmeye çalışıyoruz. Otopeni‘den şehir merkezine iki otobüs hattı çalışmakta. Bunlardan 783, şehrin kalbi Unirii Meydanı’na, 780 ise ana tren garı olan Gara du Nord ‘a gidiyor. Biletleri, çıktığınızda hemen sağda kalan alandaki yerden alabiliyorsunuz. Tekli yada çiftli alabileceğiniz biletler ile artık ver elini Bükreş. (Tek yön bilet kişi başı 4,30 lei)
Bizden az önce yağmur yağmış. Hava kararıyor gibi görünse de sabah güneşinin samimi bir şekilde sıcaklığını paylaşması gereken saatlerdeyiz. Yol boyunca tarlaların yanından geçiyoruz. Hava aniden ısınmış olmalı. Sis ufka kadar gidiyor. Herhangi bir Christopher Lee ‘li bir vampir filminin içinde gibiyiz.
Bükreş’e giriyoruz. Tahmin ettiğim gibi araç Unirii Meydanı’nda, son durakta bizi bıraktı. Gerçi Universitiade Meydanı’ndan geçtiğimizi fark etmiştim ama anlatılanlar ile gördüklerim arasındaki fark “galiba bir paralelde olmalı” diye düşündürmüştü.
İndik, sağa sola sorduk. Anlatılan caddeye benzer bir şey göremediğimden “dümdüz ilerle” diyen insanlara da inanasım gelmedi başlangıçta. Ama şu var, Romenler had safhada yardımsever ve içten bir halk.
Devasa binaların eşliğinde ilerliyoruz. Yanımızda bir iki tarihi kilise ve büyükçe bir hastaneyi dönüp kalacağımız daireye gidiyoruz. Adam yok ortada. Mecburen arıyorum adamı. Yurtdışında telefonla konuşmakta en az taksi tutmak kadar stresli benim için. Telefonu açan kızla konuşurken gözümün önünde hep durmadan akan rakamlar var. Kız bir de bir saate adamının orada olacağını söylüyor. Gel de delirme.
Yolun karşısındaki bir kafeye giriyoruz. Şehrin ıslak bir havası var. Kafe daha çok bir pub’u andırmakta. Fiyatlar hesaplı olunca sakinleşiyorum. Bunlar ekstra zaman kayıpları ve masraflar gözümde.
Neyse daireye geçiyoruz. Büyük bir daire. Devasa ama kullanışsız balkonuna çıkıyorum. Aslında bu balkon kadar bir alan daha mutfağı büyütürken kapatılmış. Gerçekten işlevsiz. Bir manzarada yok. Ama ilerilerde küçücükte olsa bir park yapılmış ve koyu yeşil bir renk buraya iliştirilmiş. Bir de Rosetti ‘nin heykeli yerleştirilmiş araya.
Çıkıyoruz. Plana göre üç gün buradayız ama bir günü Köstence’de olacak. En az yarım gün Snagov ‘a giderken geçecek. Yani neredeyse bir tam günden az biraz fazla bir zamanımız var bu şehir için.
Bükreş ismi Romance Bucuresti ‘nin Türkleşmiş hali. Bucur isimli birisi bu şehri yerini çok beğendiği için kurar. Bu “bucur” kimdir derseniz bir prenstir, kanun kaçağıdır, çobandır; kimi yerde ise avcı yada balıkçı. Her neyse, şehir olması için çok zaman geçmiş Bükreş‘in. 1459 ‘da Prens Vlad ‘ın yaşadığı bir şehir olarak geçmiş kayıtlarda. Şehrin etrafını tahta surlarla çevirmiş ama yetmemiş.
Türkler şehri ele geçirince başlangıçta yönetimi yerel beylere verirler. Bunların çocukları da İstanbul’da hem rehin hem eğitim gören misafirler olarak yetiştirildiğinden pek bir sorun çıkmaz. Çıkan sorunlarda da çözüm kolaylıkla bulunur. Bükreş’tekinin başını al ülkenin başına, başını aldığın adamı yerleştir.
Ama zamanla işler olumsuz bir hal almaya başlar. Dimitri Kantemir örneğinde de olduğu gibi – ilginçtir bu adam Cengiz soyundan gelmektedir – bu beyler artık savaşlarda tarafsız kalıp asker göndermez hatta düşman güçlerle anlaşma yapmaya başlayınca Osmanlılar civarı yönetebilmesi için 1711 ‘de Feneryotlar ‘ı buraya göndermeye başlamış. Bunlar İstanbul’da Fener muhitinde ikamet eden Bizans soyluları oldukları için iyi bir eğitim ve yabancı dil bilgisine sahiptir. Hem de bu adamları İstanbul’dan uzak tutmak her daim iyi bir fikirdir.
Yunanlılar gidince boşluğu doldurmak yani ortalığı karıştırmak görevi Ruslardadır artık. Arada üçer kez Avusturyalılar ve Ruslar şehri ele geçirseler de fazla barınamazlar. Osmanlı her seferinde geri alır ama işgalciler her geri çekilişlerinde şehri yakıp giderler. Hatta Ruslar 1828 ‘den Kırım Savaşına dek şehri ellerinde tutabilirler.
1859 ‘dan sonra artık Bükreş ‘in tarihi bizsiz olarak anlatılabilir. Üç sene sonra birleşik Moldova ve Valaçyanın başkenti olur. 1881 ‘de ise tüm Romanyanın başkentidir.
Neyse günümüzden bahsedelim. Biz buradayız. Upuzun ve canlı bir caddeye ulaşıyoruz. Burası Üniversite durağı. Metrodan aşağıya geçip yolun karşısındaki Sanat müzesinin bahçesinde görüp, sonra uğrarız dediğimiz el işi ıvır zıvır satan kermesimsi pazara daldık ilk iş. Oldukça ilginç şeyler var. Dergilerden yapılmış çantalar, rengarenk sabunlar vb. Ama en ilginci neredeyse tüm Romenlerin İstanbul ‘a ve Antalya ‘ya gittiğini duymamız oldu. Ayrıca Romanya’ya turist olarak gelmenin gereksiz bir eylem olduğunu insanlardan duymakta şaşırtıcıydı. Ben daha gezi planlarını yaparken Romanya nam devletin “gezdim” denilebilmesi için minimum yirmi gün ayrılması gereken bir memleket olduğu kanaatine varmıştım.
Bu meydanda kurdun memelerinden süt emen Romus ve Romulus kardeşleri betimleyen bir heykel konulmuş.
Ara sokaklar art neuveau binaları ve eski kent kısmı ile gayet davetkar ama buralarda kaybolmayı sonraya bırakmıştık. Tam meydana varmadan sağa saptık. Burada Bükreş ‘in Türk tarihinin en sağlam kanıtı durmakta. Manuk Hanı.
Burası 1806 ‘da Emanuel Marzayan isimli zengin bir tüccar tarafından yaptırılmış. Bu kişi ermeni asıllı olup Osmanlı tarafından diplomat olarakta kullanılmış. O devirde halk tarafından Manuk Bey olarak biliniyormuş. Dürüstlüğü ve uyanıklığı sonucunda Osmanlılar onu Moldova Beyi olarak atamışlarsa da 1818 ‘de ölmüş.
Neyse, Osmanlının Bursa civarındaki büyük hanlarını, kervansaraylarını andıran bir yapısı var. Ana caddeye bakan kısım bir yana ama arka kısmı tamamen klasik bir kervansaray avlusu. Restorasyonu çok iyi yapılmış. Günümüzde restoran olarak kullanılıyor. Aslında tek bir restoran yok. O kadar büyük bir yapı ki en az on ayrı restoran burada yer almakta. Hemen kurulup buranın meşhur limonatasından sipariş ettik.
Hanın arka tarafından çıkıp buradaki caddeden ilerliyoruz. İlk gördüğümüz yer Steful Anton Kilisesi. Eski saray kilisesi olarak da biliniyor. İlk olarak 1559 yılında inşa edilmiş. Eflak prenslerinin taç giydiği yer burası. Günümüz itibariyle şehrin hatta Romanya’nın en önemli dini mekanlarından birisi. Dışarıdan Bizans tarzı kubbesiyle dikkat çekiyor. İçine girmek ise işkence. İnanılmaz bir kalabalık kiliselere girmek için uğraşıyor. Bu yoğunluğu Bükreş dışında başka bir şehirde de görmedim.
Kilisenin içi ufak ama tertemiz. Ve ana baba günü. İnsanlar ayin sırasında ellerinde mumlar ile ağlaşıp duruyorlar. Benim tek derdim ise birilerinin saçımızı, bir yerimizi yakmadan dışarı çıkmak.
Hemen yan taraf eski saray. Sarayı yapan kişinin büstü de duruyor. Meşhurların meşhuru Vlad Tepes ‘in evi. Vlad ‘ı uzun uzadıya yazacağız. Ama Bükreş ‘i adam eden kişi Vlad. Özellikle Osmanlı ile papaz olmadan önce şehri öyle bir geliştirmiş ki anlatmak mümkün değil. Hırsızlık ve fakirlik en sevmediği şeyler olduğu için bunları yok etmek için uğraşmış. Ama kavramlar yerine bunları yapan yada yapabilecek kişileri yok etmeyi tercih etmiş.
Hırsızları öyle işkencelerle öldürtüyormuş ki insanlar yakalandıklarında başlarına gelebileceklerin korkusuyla hırsızlık yapamaz olmuş. Rivayete göre saraya yakın bir meydanın ortasına som altından bir testi koydurmuş. Başında nöbetçi bile yokmuş ama insanlar çalmak hatta yaklaşmak bir yana korkudan testiye bakamazlarmış bile.
Fakirlikle savaşı kelimenin tam anlamıyla savaşmış. Bir gün ülkenin tüm fakirlerini bu saraya davet etmiş. İnsanlar gelmiş bu şölene. Aşağıda ülkenin en fakir insanları mermer bir avluya yerleştirilmiş devasa bir masada yemek yemekte, altın ve gümüş çatal, kaşık kullanmaktadır. Vlad balkonundan bu manzarayı izler tiksintiyle. Kapılar kapatılır ve zemine litrelerce yağ dökülüp tutuşturulur. Tüm fakirler aynı anda yakılır.
Anlaşılan Vlad pratik bir adamdır…
Osmanlılar şehri aldıktan sonra buraya yerleşir ama kısa sürede Eflak prenslerine terk ederler. Feneryotlar ise burasıyla hiç uğraşmadığından zamanla unutulmaya ve yıkılmaya yüz tutar. Günümüzde bu bölüm gezilebilmekte. Tamamı açık değil, kısmen kazılmakta yada kazılmayı beklemekte… Bununla beraber içinde dolaşırken büyük bir mekanda olduğunuzu belli eden yosun tutmuş odalarını gezmek ve bir zamanlar Vlad Drakul‘un karanlık fikirleri ile yürüdüğünü bildiğiniz galerilerinde turlamak ilginç geliyor. Romenler de, burada taç giymiş onlarca Eflak prensinden bahsetmek yerine sadece Vlad Drakul ‘un Dracula efsanesinden prim yapmaya tercih ediyor.
Yol üzerinde, köşede Dristor Kebap diye bir Türk dönercisi var. Acabalar ve soru işaretleriyle girdiğim mekandan hayatımın en iyi dönerlerinden birisini yiyerek çıktım. Yerlilerce de tercih edildiğini görmek ise gerçekten gurur verici.
Yol üzerindeki Romen Tarih Müzesi’ni dışarıdan görerek Dambovita Nehri kıyısına saptık. Zamanında şehre hayat veren ve kimi zamanda epeyce baş ağrıtan bu akarsu komünist devirde kontrol altın alınmış. Nehir boyunca güzel binalar var ama diğer Avrupa kentlerindeki benzerleri ile kıyaslarsanız çok zayıf kalıyorlar. Belki de ev sahiplerince Çavuşesku’nun devasa parlamento binasına bu kadar yakında zengin bir ev sahibi olarak görülmek istenmemiştir. Babam Çavuşesku’nun çalışkanlığından hayranlıkla bahsederdi ama adamı hayırla anan tek bir Romen ‘e denk gelmedim.
Nehir boyu süren yolculuğumuzda büyük ve sağlam bir köprüye ulaşıyoruz. Köprüye girmeden sağa sapar ve az biraz yürürseniz Cişmigiu Parkı ‘na ulaşırsınız. LP burası için “ufak” bir park dese de bizim kıstaslarımıza göre epeyce heybetli bir park. 1845 – 60 ‘lı yıllar arasında inşa edilmiş parkın içindeki göletlerde tekneler ile gezebiliyorsunuz. Güzel bir yer.
Öte yandan sola döndüğünüzde ise Parlamento Binası’na gidebiliyorsunuz. Elbette ki önce, bunun için Cişmigiu Parkı’ndan daha büyük olan Izvor Parkı ‘nı aşmanız gerekmekte. Izvor daha az ağaca sahip. Dolayısıyla top oynamak, hoplayıp zıplamak için daha ideal ama zemini ay yüzeyini andırdığı için dikkatli olunması gereken bir yer. Bükreş ‘in pek çok yeri gibi Çavuşesku’dan beri ilgileneni olmamış sanki.
Parlamento Binası’na nihayet ulaşabiliyoruz. Devasa bir yapı. Tam bir kale. Pentagon’dan sonra dünyanın en büyük yapısı olduğu söyleniyor. Tam anlamıyla bitmemiş bile. “ Milletin Evi ” adı verilen bina 12 katlı 3100 odalı bir saray. Eskiden burada Bükreş ‘in en eski semtleri varmış.
Nasıl anlatmalıyım acaba? Bir idealiniz, hırslarınız bunu yapabilecek kudretiniz ve bunu yapmak zorunda olduğunuz konusunda kafanızın etini yiyen bir karınız olduğunu varsayalım. Hayalleriniz kadar büyük devasa bir bina yaptırmak istiyorsunuz ama şehrin merkezinde o kadar büyük bir boşluk yok. Ne gam. Dozerler ne güne icat edilmiş. 30,000 bina, otuza yakın kilise, altı sinagog kısa sürede dümdüz edilir ve gereken boşluk elde edilir. LP ‘ye göre, Çavuşesku karşıtları, yüzlerce kişinin bu yıkımlara karşı çıktığı için idam edilmiş. Hatta halk Hiroşima’ya atılan atom bombasının benzeri bir yıkım yaptığı için bunu “Çavuşema” diye nitelemekte.
Yapımına 1983 ‘te başlanmış. Çavuşesku kendi için yaptırsa da “Halkın Evi” olarak lanse etmiş yapıyı. Yapı içindeki her şey Romanya menşeli imiş. 89 ‘devrimi gelip çattığı ve Çavuşesku’lar halkın elinde linç edildiğinde binanın dışı çoktan bitmiş sadece içindeki mobilyaların yerleştirilip tesisatın döşenmesi kalmış. Binden fazla oda, onlarca salon ile devasa bir yapı ve tam anlamıyla bir hilkat garibesi.
Rivayete göre – Romanyada rivayetler çoktur- Çavuşesku bu binanın altına küçük bir gölet yaptıracakmış. Bir tehlike durumunda buradan bineceği bir tekne ile nehre ulaşacak oradan da kanallarla Karadeniz ‘e kaçabilecekmiş. Yetiştirememiş.
Binaya girmedik. Gez gez bitmez dedik. Onun yerine Unirii Bulvarı’na saptık. Burası neresi derseniz anlatmaya çalışayım. Tamamen gereksiz bir şey olan Parlamento Binası’nın yanında yürürken, birbiriyle karşılıklı ve simetrik iki tane bina göreceksiniz. Bunlarda aslında devasa yapılar ama Parlamento Binası’nın yanında ufak tefek gibi görünüyor. Bu iki binanın arasından ise upuzun bir bulvar uzanıyor. Yolun iki yanı da öyle ağaçlandırılmış ki sanki orman içinde yürüyor gibisiniz.
Bu arada unutmadan ekleyeyim. Parlamentonun arkasında kalan Gençeya mezarlığında Çavuşeskuların mezarları var. Ayrıca Türk Şehitliği de bu mezarlığın içerisinde bulunuyor.
Yol üzerinde, biraz içeride kalan küçük bir kilise var. Antim Manastırı diye geçiyor. 1700 ‘lü yılların ilk çeyreğinde inşa edilmiş. Güzel, ahşap kapıları var. Ama kapı duvar.
Devam ediyoruz ve gene şehrin bana göre kalbi olan Unirii Meydanı’na ulaşıp sağa sapıyoruz. Meydan Çavuşesku döneminden beri bakımda sanırım. Cadde sonunda gene kapalı olan büyücek bir manastır var. Ardından, Stravardius isimli büyük alış veriş merkezine giriyoruz. İlk kez yabancı bir ülkede kozmetik ürünlerinin bizden daha pahalı olduğunu görerek şaşkınlığa uğruyorum. Tekstil ve ayakkabı da ise hep aynı terane. Fiyatlar aynı modeller ise çok daha fazla.
Carrefourdan alışveriş yapıp yarına hazırlanıyoruz.
Dönüş yolunda ise insan manzaralarına devam.